Bu Blogda Ara

24 Ağustos 2012

Türkiye'den Mektuplar 8

Hastanenin yakınındaki bir kafedeyim. Ehliyet için sağlık raporu almam gerekiyor. 1998’de aldığım ehliyet sertifikasıyla ehliyet alacağım. Sabah 8’de geldim buraya. İki dakikalık bir işlemden sonra, şimdi git saat 11’de muayeneye gel dediler. Eve gittim geldim, 3 saat boyunca hastanede boş boş durmamak için. Gelirken bilgisayarı da getirdim ki öğleden sonra bir yerlere oturur yazarım. Muayeneden sonra da şimdi git, saat 3’de raporu almaya gel dediler. Sürpriz değil bu kısmı, zaten raporların saat 3’den önce verilmeyeceği ve bu konuda ısrarcı olmanın bir faydasının olmadığı, heyet salonunun kapısında kocaman harflerle yazıyor.  İşte şimdi de dışarıdayım, açtım defterimi önüme, önümde İstinye körfezine demir atmış yatlar, yazıyorum.

Basit bir sağlık raporu alma işinin tüm günü yiyen bir meşgaleye dönüşecek olması rahatsız etmiyor beni. Rapora basit dememin nedeni raporun varlık nedenini küçümsemek değil, doktorların yüzümüze bile bakmadan “sağlam” yazıp, kağıda imza atmaları. KBBci doktor youtube’de video izliyordu ben içeri girdiğimde. Ne videoyu durdurdu ne de bana en ufak bir soru sordu. Kağıdı aldı, imza attı ve bana geri verdi. İç hastalıkları uzmanı bana sordu bir rahatsızlığım olup olmadığını. Ben de “Bildiğim kadarıyla yok.” dedim. Adam mantıklı olup da “Belki bilmediğin bir rahatsızlığın vardır” deyip muayene etmedi beni. Diğer üç doktor (Göz, Psikiyatri ve Ortopedi) gerekeni minimal derecede yaptılar diyebilirim. Hâl böyle olunca trafikte niye bu kadar çok kaza olduğunu, neden bu kadar çok insanı kazalara kurban verdiğimizi anlamak çok da zor olmuyor. Doktorun bu derece duyarsızca mühür bastığı bir belgeyi kullanarak alınan ehliyet doğal olarak caydırıcı olmayacaktır, kuralları çiğnemek isteyen şoför için.


Birkaç gündür uzun bir liste yapma uğraşısına daldım. Bir ülkenin geri kalmışlığına dair işaretler (alamet-i farikalar) topluyorum etrafımdan. Öyle makroekonomik rakamlara dayanarak, BM raporlarını altüst ederek ortaya bir şeyler çıkarmak değil amacım. Daha çok etrafımda gördüğüm; sokaklarda, resmi kurumlarda, lokantalarda, otobüs duraklarında şahit olduğum tuhaflıklardan yola çıkarak meydana getirdiğim bir liste bu. Maksat yıllarca yurt dışında yaşadıktan sonra ülkesine dönen bir Türkiyelinin gözüyle, belki pek çok insanın alışıp, görmezlikten geldiği konulardan söz etmek. Listenin başlangıcı var ama sonu yok.   Gidebildiği yere kadar gidecek ya da ben saat 3’e kadar –pil dayanırsa- yazacağım.

                 Bir Ülkenin Geri Kalmışlığının İşaretleri

1.       Çöp Kültürünün Olmaması:

Doğal süreçte tüketim hiçbir zaman yüzde yüz verimli olamaz. Mutlaka bir posa, mutlaka bir artık olacaktır. Bünyelerimiz doğanın ürettiklerini bütün olarak alır ve sonrasında da artanı dışarı atar. Buraya kadar her şey normal, sorun buradan sonra başlıyor. İnsanlar yediklerinin temizliğinden ve besin değerinin olup olmasından sorumlu oldukları kadar çöplerinden de sorumludurlar. Yani çöp bizim bir parçamız, sistemin bir olmazsa olmazıdır. Dolayısıyla insan çöpünden sorumludur ve çöpünü uygun kanallarla sağlıklı bir şekilde kendinden uzaklaştırmak toplumsal bir görevdir.

Oysa bakıyorum etrafımda gözlemlediğim insanlara. Komşularımız çöplerini dairelerinin önlerine akşamdan koyuyorlar ki sabah giderken alıp gitsinler ve çöp konteynırına atsınlar. “Gece boyunca bina kokuyor“ desem, “Eeee evim mi koksun?” diyecekler sanki başka bir alternatif –çöpü akşamdan atmak mesela- yokmuş gibi. Hadi bu neyse, hadi bu iş bina yönetimiyle konuşulup çözülebilecek bir şey. Peki ya o konteynırların kapaklarının sürekli açık olmasına ne demeli, peki ya insanların içtikleri suyun şişesini yere atmalarına ne demeli, peki ya çöplerini iki metre ilerideki kutuya atmak yerine apartman kapısının önüne koyanlara ne demeli… Çöpü üretmeyi biliyoruz ama tüketmeyi bilmiyoruz. Bunu çocuklarımıza öğretmediğimiz için çocuklar da aynı bizler gibi yetişiyorlar. Yedikleri elmanın koçanını otobüsün camından atan öğrenci gördüm ben. İçtiği suyun şişesini arabadan dışarıya fırlatan BMW sürücüleri de bu vatanın evladı… En çok sinir olduğum da parktaki banka oturup, saatlerce çekirdek çıtlatan ve yediği çekirdeğin kabuğunu ayağının dibine atan insanlar. İdrakım, muhayyilem, hafsalam almıyor bu insanların kendi çöpü üzerinde yükselen horoz misali, sorunsuz bir şekilde istediklerini yapmalarını.

2.       Altyapı Sorununu Çözmeden Yeni Sistemler Kurma Çabası:  

Bu biraz da siyasi bir iştahın sonucu sanırım. Yani boy gösterisinin, şov kültürünün bir getirisi. “Biz ulaşım sorununu çözmek için metrobüs yaptık.” demek için.  “İyi ama, zırt pırt bozuluyor bu menet. Buna güvenip de yola çıkan binlerce insan yollarda helak oluyorlar.”. Yanıt yok doğal olarak. Varsa da metrobüsü iktidardan halka verilen bir ulufe olarak gören siyasi liderler açısından bu özürden çok azara yakın bir ifade oluyor. Siz bu kadarına layıksınız türünden bir ifade. Hemen her gün bir kaza ya da araç arızası vukû buluyor metrobüs hattında. Ya bir araç metrobüs yoluna dalıyor, ya metrobüs bozulup yolu tıkıyor. İki metrobüsün çarpıştığını bile duydum. Ne anladım ben o zaman güvenli ve hızlı ulaşım hedefinden?

Ben geldiğimden beri “Şu an sistem arızalı, sonra gelin.” cümlesini o kadar çok duydum ki artık bir yerden hizmet talebinde bulunacağım zaman orada fazladan harcayacağım 2-3 saat için yanımda yapacak iş –yazma, ders çalışma, okuma falan- ayarlıyorum.  Aksi halde fıttırmamak elde değil. Tamam, birileri çalışıp güzel şeyler yapmak istiyorlar ama bunu yaparken üzerine inşa edecekleri altyapıyı kontrol etme ihtiyacı hissetmemeleri abesliğin zirvesi. Pazartesi günü Emniyet Müdürlüğüne ehliyet için başvurmak için gitmiştim. “Gerekli evrakları tamamlayın, internetten randevu alın, öyle gelin” dediler. Eyvallah dedim. Gerekli evrakları tamamladım, eve gidip e-randevu sisteminden randevu alayım dedim. Üç gün sonunda alabildim basit bir randevuyu. Ya sistem error veriyor, ya bilgisayar benim bilgileri kaybediyor, ya ekranda basmam gereken tuş görünmüyor, ya sistem kilitleniyor… Vatandaşa kolaylık olsun diye hazırlanan sistem kâbusa dönüşüyor. İster istemez bir Gogol öyküsünde, sürekli talepleri ertelenen müzmin devlet memuru gibi hissediyorsunuz.

3.       Ulaşım Sorununun Çözülmemiş Olması ve Ad Hoc Eklentilerle Bu İşi Çözmeye Çalışma Çabası:

Yıl 2012, İstanbul’da halâ kentin bütün önemli noktalarını birbirine bağlayan, kesintisiz biçimde çalışan bir metro ağı yok. Ne var? Metrobüs yalanı var. Ne var? Hafif metro var. Ne var? Trafik ışıklarında duran, arabalarla aynı yolu kullanan tramvay var. Gidelim, bakalım dünyanın İstanbul kadar –hatta İstanbul’un yarısı kadar- olan şehirlerine. Hepsinde, şehri bir örümcek ağı gibi yerin altından örmüş metro hatları vardır. Otobüsler yine çalışsın, vapurlar yine boğazda yolcu taşısın ama metro, yani trafiği tıkanmayan, geç kalmayan, ikide bir bozulmayan bir sistem hep olsun, insanlara güven versin. Maalesef! 12 yıl önce İstanbul’dan ayrılırken Levent-Taksim metrosu açılmıştı. O zamandan bu zamana yapılan tek şey Levent’ten Hacıosman’a kadar hattı uzatmak ve bir de Kartal-Kadıköy metrosunu inşa etmek. Levent metrosu bir de Kabataş’a ve Şişhane’ye bağlanıyorlar. Çok bir şey değil ama hiç yoktan iyidir diyebiliriz. Bunların yanında Marmaray projesi var ama ne zaman biteceği belli değil. Trafiğe büyük bir rahatlama getireceğini düşündüğüm bu projenin bu kadar gecikmiş olması –Manş tüneli ne zaman yapılmıştı? 40 yıl önce mi?- sadece düşündürücü değil, aynı zamanda küçük düşürücü bir durum. 


   Bu İETT'nin Metrobüs Reklamı - Halkla Alay Eder Gibi

Bir de nedense bizde hatlar dümdüz, ip gibi yapılıyorlar. Oysa yapılması gereken, “L” şeklinde, “S” şeklinde ve hatta “O ya da U” şeklinde hatlardır. Yolcu hatta girdiğinde çıkana kadar aktarmalar yapmalı ve ücreti sistemden çıkarken, gittiği mesafenin uzunluğuyla doğru orantılı olacak şekilde ödemelidir. Mesela Kartal-Kadıköy hattı yerine, Kartal – Ümraniye hattı olmalı, Kadıköy’e gidecekler Göztepe’de inip Üsküdar -  Ataşehir hattına geçebilmelidir. Sisteme bir girdikten sonra çıkana kadar kart tekrar kullanılmamalıdır. Ayrıca metro illa yerin altından gidecek diye bir kural yok. Etrafı çevrilerek güvenli hale getirilmiş raylı sistemler yerin üstüne de döşenebilir. Tabii bunun için şehrin içinden alan kırpmak gerekecektir. Bir de minibüslerin ve taksilerin neden İstanbulkart kabul etmediklerini anlamış değilim. Entegre bir sistemden bahsedeceksek tek bir giriş kartıyla İstanbullu olmak mümkün olmalı. Böyle olmayacaksa ne anlamı var karta şehrin adını vermenin?


Bu da Hayrettin adında matrak bir gencin yaptığı metrobüs tanıtımı. Gerçekten komik.

Bir ülkedeki insanların mutlulukları insanların verimlilikleriyle doğru orantılıdır. Yollarda kaybedilen saatleri insan sayısına çarptığımızda, ne kadar büyük bir insan gücünü çöpe attığımızı anlarız. Eğer hakikaten ileri uygarlıkların yanında yer almak ve kendimizi onlarla eş görmek istiyorsak, ne yapıp ne edip ulaşım sorununu çözmeliyiz. Hem öyle ekleme çıkarma metrobüs, treleybüs, minibüs gibi zırvalıklarla değil, bozulma ve yolcuyu yolda bırakma olasılığı çok az olan sistemlerle çözmeliyiz sorunu. Ben inanıyorum ki bir kentte işleyen bir ulaşım sistemi olursa, o kente hareket gelir, hareketin olduğu yere de bereket gelir –where is hareket there is bereket düsturunca-.  Metro duraklarına yeni dükkanlar açılır, ulaşımdan kazanılan zamandan çok daha güzel işler yapılır.

4.       İktidarın Sürekli Düzelen Ekonomiden Bahsedip Halkı Ezmeye Devam Etmesi:

Başımızdakiler sürekli düzelen ekonomiden, artan ihracat rakamlarından, azalan cari açıktan, Türkiye’nin dünya ekonomileri arasındaki sırasından bahsediyorlar. Neymiş efendim, dünyanın 17. büyük ekonomisiymişiz, neymiş efendim Avrupa’nın en büyük alışveriş merkezi bizdeymiş, neymiş efendim yeni duble yollar yapılıyormuş, enflasyon tek haneli rakama düşmüş –sepete inşaat demirini, matkabı, diş ipini koyarsan benim de enflasyonum düşer!-. Dünyanın 17. büyük ekonomisi olmanın bireyler bazında hiçbir anlamının olmadığını görmek çok zor olmasa gerek. Zaten öyle olsaydı Çin’in ve Hindistan’ın hallerinden memnun olmaları gerekirdi.  Nüfusumuz fazla, dolayısıyla Hollanda, Belçika, Slovenya gibi küçük ama refah seviyesinde bizden çok ötelere ulaşmış ülkelere fark atmamız normal.

Bu durumda bakılması gereken ekonominin büyüklüğü değil, kişi başına düşen ortalama (aritmetik ortalama) gelirdir. Hatta daha iyi bir tespit için aritmetik ortalamaya değil medyana –sıra ortasına- bakmak gerekir çünkü aritmetik ortalama aşırı yüksek değerlere karşı hassastır.  1000 tane işçinin yanına bir Sabancı eklerseniz, aritmetik ortalama bir işçinin gelirinin on katı çıkar. Doğal olarak da bu rakam örneklem içinde saydığınız 1001 kişinin gelir düzeyini yansıtmış olmaz. Oysa medyan sıraya dizilmiş rakamları tam ortadan ikiye ayırır, yüzde 50’lik kısmın nerede olduğunu gösterir. Mesela Türkiye’de kişi başına düşen gelir 12,000 doların üzerinde olmasına rağmen medyan gelir 5,000 dolar civarındadır. Bu da halkın yarısının yıllık kazancının 9,000 liradan (aylık 750 lira) az olduğunu gösterir. Halkının yarısının aylık geliri 750 lira ve daha az olan bir ülke zengin bir ülke midir?

Oysa bir ülkenin refah düzeyini ölçmek için elimizde daha iyi endeksler vardır. Bunlardan birisi de Birleşmiş Milletler Gelişim Programı (UNDP) 1980’lerde ortaya attığı İnsani Gelişmişlik Endeksi (Human Development Index, HDI). Bu endeks gelirden başka eğitimi ve sağlığı da hesaba katıyor. Bu üç etken (Ortalama gelir, ortalama ömür ve ortalama eğitim alım süresi) birbiriyle ilişkili (variables with interaction) değişkenler olduğu için HDI hesaplanmasında bu üç katsayı çarpılıp, çıkan sayısının küpkökü alınıyor. Mesela, diyelim A ülkesinin ortalama gelir katsayısı 0.90, ortalama ömür katsayısı 0.95 ve ortalama eğitim alım süresi 0.87. Bu durumda HDI = 0.9061. Her bir katsayıda o katsayının konusu olan en iyi ülkenin değeri 1 olarak alınıyor. Japonya ortalama ömürde şampiyonsa, çarpma işlemine dahil olan katsayısı 1 olacaktır. Dolayısıyla bir ülke her alanda birinciyse HDIsı 1 çıkacaktır. BM son yıllarda bu katsayı üzerinde revizyona gitti ve bir takım değişiklikler yaptı. Revizyona gerekçe olarak da HDI’nın yıllık gelirle olan korelasyonunun çok yüksek çıkması (r2 = 0.92). Bu şu demek oluyor, eğer paranız varsa bir şekilde sağlık sisteminiz ve eğitilmiş insan oranınız iyileşiyor. Bu durumda üç ayrı sayıya bakmanın pek bir anlamı yok, yıllık gelire bakalım yeter. Bu arada Türkiye HDI sıralamasında dünyada 79uncu. Başbakanımızın beğenmediği Avrupa ülkelerinin HDI rakamlarına  http://en.wikipedia.org/wiki/Human_development_index ağbağından ulaşabilirsiniz.

Benim bu konuda UNDP’ye bir tavsiyem olacak. Bütün bu makroekonomik / sosyoekonomik  hesapları bir yana bırakalım ve kendimize şu soruyu soralım: Bizi ne mutlu ediyor? Paranın insanı mutlu etmediğini söyleyerek banal bir romantizme kaçmayalım. Para insanı mutlu etmese bile parasızlık insanı mutsuz eder. Bu da şu demektir. İnsanı mutlu eden şey onurlu bir yaşam için gereksinimlerini (barınma, gıda, eğitim, sağlık, çocuklarının geleceği hakkında güvence, yılda en az bir kere yaşadığı yerden uzak bir tatil vb) karşılamaktır. Bunun dışındaki paranın mutluluk getirme olasılığı, bunun dışındaki parasızlığın mutsuzluk getirme olasılığından fazla değildir.  Bu durumda ortalama gelirin (ister aritmetik ortalama olsun ister medyan) çok bir şey ifade etmediği aşikârdır. Asıl bakılması gereken rakam ortalama gelirden çıkarılan ortalama giderdir. Çünkü insan temel ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra yaşamaya başlar. Hasta çocuğunu hastaneye götüremeyen bir babadan verimli bir hayat bekleyemezsiniz. Çocuklarının karnını doyuramayan bir annenin topluma faydalı olmak için sanatla, edebiyatla uğraşacağına kimse inanmaz.  Gelir eksi gider insanın hayat kalitesini belirleyen rakamdır.  Kalan parayla insan istediği kitabı alır, çocuğuna bayramda hediye alır, kafası bunaldığında uzun bir tatile çıkabilir, zevk için Portekizce öğrenebilir.

Buradan yola çıkarak ortalama vatandaşın hayat kalitesini medyan gelirden çıkarılan medyan giderle ölçebiliriz. Bundan daha iyisi gelirlerle giderleri her bir vatandaş için toplayıp, medyan “disposable income”a bakmak olacaktır. Bence Türkiye’de bu rakam eksi bile çıkabilir çünkü Türkiye gerçekten pahalı bir ülke ve şimdiye kadar tanıştığım pek çok insan borç içinde yüzüyor -ve bunu dert etmiyor-. Norveç’ten sonra en pahalı benzin bizde.  Dolayısıyla eğitimden sağlığa, gıdadan barınmaya her şey pahalı oluyor ülkede. Abuk subuk her konuda vergi var. Bir doğal afet oluyor. Yaraları sarmak için halkın temel ihtiyaçlarından birisine ek bir vergi konuyor. Yaralar sarılıyor, afetler unutuluyor ama o vergi hesaptan düşülmüyor. Bugün haberlerde vardı, ortalama bir evin 1999 depreminden beri deprem vergisi adı altında 4,000 TL ödediği. Bu parayı istediğin için, gönlünden koptuğu için vermiyorsun. Yaraları sarmak sorumluluğu olan devlet senden zorla alıyor. Türkiye’de bir ehliyet almak kurs da dahil 1000 TL’nin üzerinde bir fiyata patlıyor. Bu rakam Tayland’da 10 TL civarında. Hani bu kadar para alınıyor da bizim sürücülerimiz çok mu iyi? Kazaların sıklığına bakınca durumun hiç de öyle olmadığını anlamak zor olmuyor.   

Bir önceki yazımda Türkiye’nin Avrupa’ya en çok benzeyen yanının pahalılığı olduğunu söylemiştim. Evet, pahalılıkta yarışıyoruz Avrupa’yla. Bunun dışında her konuda geriyiz. Kirada oturan ve iki çocuğu olan bir aile düşünün. Bu ailenin giderleri rahatlıkla 2000 lirayı geçecektir.  Kira, elektrik, su, doğalgaz, internet, ulaşım, eğitim, sağlık… Eğer anne babanın işleri iyi değilse bu ailenin yaz ayları geldiğinde tatil yapmaları olanaklı mıdır? Peki yurt dışına gidip, ailecek farklı bir kültürü, farklı bir toplumu deneyimleyebilirler mi? Canları sıkıldığı zaman kentin dışına çıkıp, bir hafta sonunu gürültüden uzak bir dağ evinde geçirebilirler mi? Bir işe yarayacağından değil de sırf zevk için yabancı bir dil –örneğin İspanyolca ya da Farsça- veya yabancı bir kültüre ait bir dans/sanat öğrenebilirler mi? Yanıt halkın büyük bir çoğunluğu için bu saydığım etkinliklerin lüks olduğudur. Dolayısıyla büyük bir kesim ne tatile çıkabilir –yılda bir köye gitmek dışında- ne de sırf zevk için farklı bir sanat öğrenebilir. Bu olmadığı için de hayat bu insanlar için ev-iş ya da ev-okul arasında mekik dokumakla geçer. Kimi zaman araya duman altı olmak için gidilen kahvehaneler girer, kimi zaman nezih arkadaş ortamları, ama döngü kırılmaz. İnsanlar ellerindekilerle yetindikleri için bir süre sonra arzu etmeyi de unuturlar. Yoksulluk kader olur, kader içinden çıkılmaz bir girdap.

5. Hiçbir İşin Tek Seferde Tam Olarak ve Zamanında Yapılmaması:

Devam edecek...

Not: Bu yazıyı hastanenin yakınındaki kafede değil, bir hafta sonra, Ordu-Mesudiye-Konacık köyünde bitirdim. Araya bayramda anne babayı ziyaret, piknikler, keşkek günü gibi hayata dair tatlı ayrıntılar girdi. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder