Metrodan çıktım eve doğru yokuş
aşağı yürüyorum. Yolun kenarında küçük bir kız çocuğu, yukarıda onu azarlayan
annesi ve yolun karşı tarafında boş boş oturan bir genç erkek. Aralarındaki
konuşmaya ister istemez kulak misafiri oluyorum –bu arada ne güzel bir deyim bu
“kulak misafiri olmak” deyimi!- :
Penceredeki Anne: Biz sizin yaşınızdayken
evin bütün işlerini yapardık, sen halen sabahtan akşama kadar sokaklarda oynuyorsun.
Küçük kız: Ya anne yaa, Bernalar
gelecek birazdan. Oyun oynayacağız.
Penceredeki Anne: Sus kız,
kalpazan! Ne Bernasıymış? Gel çabuk eve!
Küçük kız: Kalpazan ne demek yaa?
Yolun karşısındaki genç erkek:
Kalpazan, bir işe yaramayan, tembel insan demek.
Penceredeki Anne: Gördün mü bak,
kalpazansın işte. Çık yukarı, yardım et temizliğe.
Yolun karşısındaki genç erkek:
Kalpazan olmamak için çalışmak gerek. Çok çalışmak gerek.
Küçük Kız: Anne yaaaaa… Söyle şuna
bana kalpazan demesin.
Böyle gidiyor muhabbet. Sonrasında
ne oldu bilmiyorum. Umarım üçünden birisi sözlüğü açıp kalpazanın anlamına
bakmıştır. Yoksa zavallı kız gördüğü her tembel insana “kalpazanlık yapma”
diyecek.
Bu kısa girişi yazmamın açık ve seçik bir nedeni yok. Eğlendirme amaçlı olduğunu iddia edebilirim eğer birileri gereksiz olduğunu söylerse. Ha bir de aşırı özgüvenin ve eğitimsizliğin bir araya geldiğinde ortaya çıkaracağı kıvılcıma güzel bir örnek teşkil ediyor.
Dünden beri hiçbir şey olmadı. Ders
çalışmaya başladım. Tekrar baştan sona çalıştım 1. Bölümü (Introduction to Assurances and Annuities). Yarın 2. Bölüm’ü
çalışacağım (Life Contingent Deferred Annuities). Matematiğin dışında gelişen olaylar: Perdeci Ş getirdiği tüllerin
bizim ısmarladığımız tüller olmadıklarını kabul etti. Bu durumda yine top bende
kaldı. Ya inat edip, ben ısmarladığım perdeleri isterim diyecektim. Bu en az
bir hafta daha beklemek olacaktı. Ya da tamam bunlar da olur deyip, paranın bir
kısmının iadesine razı olacaktım. İkincisini seçtim. Daha önce de yazdığım gibi
Türkiye’de hiçbir işin beklediğim gibi ya da olması gerektiği gibi gideceğine
olan inancımı yitireli çok oldu. Bir iş zamanında oluyorsa eksik oluyordur,
eksiksizse söz verildiği tarihten ve saatten sonra teslim edilmiştir. Perdeci Ş’nin
durumunda gerçi iki olumsuz bir arada. Hem geç getirdi perdeleri hem de yanlış
getirdi. Bir de telefonu her açısında bana “Hocam nasılsınız, tamam hocam,
emredersiniz hocam…” gibisinden iş yapan insana yakışmayacak tarzda
muhabbetler. Önce işi yapalım, ondan sonra samimi olalım. Ortada fol yok
yumurta yok, çok basit bir tül siparişini bile elini yüzüne bulaştırdıktan sonra
ben neyleyim o samimiyeti? Ama işte burada alınması gereken bir ders var: Asla
kapıdan girer girmez sana abi, abla, hocam muamelesi yapanlarla iş yapma.
Profesyonel çalışanlar profesyonel dil kullanırlar. İş ile dostluğu ayırırlar
ya da en azından bu ikisini uygun bir sıraya koyarlar.
Türkiye’de öğrendiğim başka bir erdem
de zamanı ve verilen sözleri çok takmama ve en azından bu uğurda kendime stres
yapmama. Anladığım kadarıyla işler bir şekilde oluruna varıyor ama
adamsendecilik ve plansızlık nedeniyle gereğinden fazla vakit alıyor.
Takmıyorum artık, Nirvana’ya erdim. Bugün sabah TTNetten aradılar. Öğlenden
önce geleceğiz, interneti bağlayacağız dediler. İyi dedim, öğlene kadar evde
beklerim. Adam saat 2’de geldi. Hiç mesele yapmadım. Zaten biliyordum öğlenden
sonra geleceğini. Geldi, interneti bağladı ve gitti. Yalnız, internet akşama
doğru açılır dedi gitmeden önce. Şimdi saat akşam 9, hâlen evde internet yok.
Olsun, bende de stres yok. Biliyorum ki bekleyince geliyor böyle şeyler.
Beklemek de bir erdem, haksız da olsa, vakit kaybı da olsa…
Sonra bir de kredi kartı sorunu
çıktı. Ben 17 Temmuz’da kredi kartı için başvurmuştum. Hesabı açtığım günle aynı gün olduğu için
hatırlıyorum. Bankadan ayrılırken görevli bayan bana “3 hafta içinde kartınız
adresinize ulaşır.” demişti. Bugün aradım, “ATM kartım geldi, kredi kartım
nerede kaldı?” diye sormak için. Meğer benim kredi kartı başvurum reddedilmiş.
Nedenini sordum. Henüz yatan bir maaşınız yok dedi. Ayrıca çalışacağım okul
benim iş durumumu onaylamamış. İyi ama sevgili bayan, siz bilmiyor muydunuz
benim ilk maaşımın Eylül ayı sonunda yatacağını? Bal gibi biliyordunuz! Bunu
bildiğiniz halde bana başvuru yaptırttınız ve bir de üstüne 3 hafta sonra
kartımı alabileceğimi söylediniz. Ben öyle kredi kartı hastası bir tüketici
değilim ama gireceğim sınav için 50 Sterlin ödemem gerekiyor ve bu ödemeyi
yapmam için kredi kartı lazım. Şimdi bütün planlar suya düştü. Sil baştan, yine
sil baştan, gür sesle sil baştan, ciğerlerimizi yırtarcasına sil baştan… Offfff!!:)()/(&+&++^&+
Şikâyetleri bu şekilde ardı ardına
yazınca çok mızmızlanan birisi havası veriyorum, bunun farkındayım. Yanlış anlaşılmak
istemem. Durumdan şikâyetçi değilim. Bunları yazmamın nedeni de hem bir çeşit
zihinsel sağaltım hem de ileride benzer sorunlarla karşılaşırsam neyi nasıl
yapacağımı bileyim önlemi. Yoksa ben istediğim kadar yazayım, lafla peynir
gemisinin yürümeyeceği aşikâr. Yazsam da yazmasam da değişen bir şey olmayacak.
Böyle ıvır zıvır şeyler yazarak vakit kaybetmiş olmuyor muyum? Pek değil! Zaten
bunları yazmazsam ya kitap okuyacağım ya da televizyonda olimpiyat oyunlarını
izleyeceğim. Öykü ya da ciddi bir deneme yazacak kadar zihin dinginliğine kavuşamadım
henüz. Böyle her an kapıyı çalacak birisi varken yazmak, kafayı toplayıp, bir
öykü çıkarmak zor. Bu yüzden, maksat elim klavyeden uzak kalmasın,
alışkanlığını yitirmesin. Yoksa ben de biliyorum yazdıklarımın sanatsal bir
değerinin olmadığını. Ayrıca her yazılanın sanatsal değeri olacak diye bir
kural da yok. Tıpkı her resmin, her müzik parçasının birer şaheser olmadıkları
gibi!
Gelelim geçen yazıda sözünü ettiğim
iki konudan birincisine; Türkiye’de haklarında konuşması cesaret gerektiren üç
tabuya: Din, Milliyetçilik ve Futbol. Geçen hafta meydana gelen üç olay
üzerinden takip etmek istiyorum durumu. Önce Malatya’daki davulcu hadisesi,
ardından Ayazağa’da gelişen Kürt işçilere saldırı olayı ve en sonunda Trabzonlu
metrobüs sürücüsünün Fenerbahçeli taraftarlara naz çekmesi, otobüsü bırakıp
gitmesi. Bu üç olay bir hafta içinde oldu.
Malatya’daki olayı ilginç yapan olayın gelişim
sürecinin Sivas katliamıyla koşutluk göstermesi. Bir davulcu Ramazan ayı
dolayısıyla köydeki evlerin önlerinde davul çalıyor. Alevi bir aile adama “Burada
çalma, hastamız var.” diyor. (Hastamız var demese de olurdu ya neyse!) Davulcu
ertesi gün tekrar aynı yerde çalıyor davulunu. Bu sefer alevi aileden dayak
yiyor. Bu olaydan sonra da 100-200 kişilik bir grup topluyor, ellerinde
meşalelerle. Alevi ailenin evinin önünde “Allahuekber” nidalarıyla inandıkları
dinin yüceliğinden, güçlülüğünden dem vuruyorlar. Evin camlarını kırıp ev
ahalisini korkutuyorlar, ahırı yakıp “sıra evinize de gelecek” mesajı
veriyorlar. Bu arada geç de olsa jandarma yetişiyor ve olaylar ikinci bir Sivas
olmadan –sizce evi taşlayıp, yanındaki ahırı ateşe veren azgın kalabalık,
fırsat bulduğunda evi de içindekilerle birlikte yakmaktan çekinir mi?- olay
sonlandırılıyor. Bu olaydan sonra belediye başkanı alevi aileye hemen ilçeyi
terk etmelerini söylüyor. Vali ise “ağır tahrik var” diyerek kimsenin aklına
gelmeyecek o en güzel bahaneyi buluyor. Velhasıl-ı kelam, Türkiye bir başka
dinler arası çatışmanın eşiğinden dönüyor. Başımızdakiler insanları bu tür
konularda eğitmek gereksiniminden söz edecekleri yerde, yine kaytarıyorlar.
Soruna pek çok yönden bakmak mümkün ama biz en
iyisi baştan başlayalım, yani davulcunun gece yarısı davul çalmasından. Ramazan
davulu bir Türkiye geleneğidir, dinen ne farzdır ne de vacip. Eski zamanlarda
çalar saatler bugünkü kadar yaygın olmadıkları için kullanılan bir yöntemdi,
şimdilerde fonksiyonundan çok tarihsel değerinden dolayı korunmaya çalışılan
bir gelenek. Yalnız bu gelenek herkesin hoşuna gitmeyebilir. Bir mahallede
oturan onlarca çeşit insan vardır. Müslümanlar her ne kadar çoğunlukta
olduklarını iddia etseler de Müslüman olup da gece yarısı insanı tatlı
uykusundan uyandıran davul sesinden rahatsız olacak pek çok insan biliyorum.
Hem sonra Müslüman olmayanlar ne olacak? Ateistler, Aleviler, Hristiyanlar,
Museviler, Zerdüştler dinlemek zorunda mı Müslümanların “geleneksel gürültüsünü”?
Gürültü diyorum çünkü pek çok davulcu
estetik bir ritim ya da melodi üretemediği için dakikalarca aynı tantanayı
çalıyor. Zaten davul çalan vatandaşların hemen hiçbirisi aslen davulcu değil,
ek para kazanmak için geceleri yollara düşen kasaplar, manavlar, yorgancılar.
Mahalleleri kendi aralarında bölüştürüp, Ramazan öncesi hazırlıklarını
yapıyorlar. Sonrasında da “dan dan dan”… Yaratıcılık yok, estetik yok, geleneğe
bir katkı yok, “böyle gelmiş böyle gider” anlayışından gelir elde etme yarışı.
Durum böyle olunca insan sormadan edemiyor, “Ben neden katlanayım bu tantanaya?”.
Hadi Müslüman oruç tutuyor, sevabını alacak, cennete gidecek. Peki ya
inanmayan, peki ya Alevi, peki ya Hristiyan, onların kârı ne uykusuz kalmaktan
başka?
Hem her gelenek korunmalı diye bir
kaide mi var? Neden kimse kafelerde büyük fincanlarda çay satma eylemine karşı
gelmiyor? İnce belli bardaklarda (İBB) çay içmek bizim geleneğimiz değil mi?
Kime ne zararı oldu da ince belli bardakları bırakıp, çanak şeklindeki atlas
okyanusu kadar ağızları olan fincanlara geçtik? Hem bu fincanlar evlerimize kadar girdi,
neredeyse Türklüğümüzü elimizden alacak. Sizce pankart açıp, sokaklarda yürüsem
taraftar çekebilir miyim İBB hareketine? Çekemem! Neden? Çünkü kimsenin
umurunda değil İBBler. Bu durumda karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: Kimseye
zararı olmayan, kimseyi rahatsız etmeyen gelenekler sürdürülmeli (İBBlerden çay
içmek, Ramazan ayında hurma yemek, büyüklerin elini öpmek ya da öpüyormuş gibi
yapmak, otobüslerde yaşlılara yer vermek vb). Bunun yanında toplumun bir
kısmını rahatsız eden gelenekler sonlandırılmalı, tarihin raflarına
kaldırılmalı ve müzelerde sergilenmeli (Mehter marşları, Ramazan davulcuları,
düğünlerde havaya ateş etmeler, herkesin kullandığı parklarda bahçelerde mangal
yapıp –ya da yapamayıp- ortalığı dumana boğmak vb.)
Bu ara paragraftan sonra devam
edelim Malatya olayına kaldığımız yerden. Görünen o ki Alevi aile rahatsız
oluyor ve davulcuya evimizin önünde çalma diyor. Bence bir insanın bundan daha
doğal bir hakkı olamaz. Gündüz değil ki sabredesin! Gecenin bir yarısı, ertesi
gün erkenden işe gidecek olan var, sınavı olan var, vardiyalı çalışıp eve yeni
geleni var. Ama davulcu inat etmiş, illa da çalacağım. Belki dayağı hak etmemiş
ama kaşınmış. Eğer Alevi aile birlik olup, savunmasız bir davulcuyu dövdülerse
onlara da yazıklar olsun. Git kardeşim, polise şikâyet et, belediyeye bildir.
Mutlaka şiddete bulaşmadan çözülebilir böylesine basit bir sorun. Peki ya sonrası?
Davulcunun 400-500 kişiyi toplayıp, basit bir kavgayı cihada dönüştürmesine ne
demeli? Bir ailenin evini taşlamak, ahırını yakmak, evini de yakmakla tehdit
etmek! Bunlar ciddi suçlardır ve en ağır cezalarla cezalandırılmalıdırlar.
Valinin “Ağır tahrik var.” lafı ise
dillere destan. Neden acaba bir kere de Aleviler ya da Hristiyanlar ağır tahrik
olup Müslümanların evlerini yakmıyorlar? Müslümanlar rahat tahrik olabilen
insanlardır, onu mu demek istiyor? Bu ülkede misyonerlik yapan genç Hristiyanlar
işkenceyle öldürülürler, bu ülkede 35 can alevlerin içine terk edilir –İzleyin internetteki
görüntüleri. Bir yanda cayır cayır yanan bir otel, önünde, “Cehennem ateşi bu. Bak
ne güzel yanıyor. Kurban olduğum Allah!” diyerek gülüşen ne idüğü belirsiz bir kalabalık.-,
bu ülkede kilisesinde işini yapan bir rahip öldürülür, bu ülkede Anadolu’dan
getirilen yağmacıların da yardımıyla Rum vatandaşların evleri yağmalanır…
Sonrasında yetkililerden tek bir açıklama duyarız: Ağır tahrik var! Hiç hareket
etmediğimiz için herhalde en ufak bir dürtmede ayaklanıyoruz, harekete
geçiyoruz. İleride göreceğiz, mini etekli bir kadın tecavüze uğrayacak ve hakim
“ağır tahrik var” deyip saldırganı haklı bulacak. Ramazan ayında otobüste su
içen bir Budist, Müslümanlardan dayak yiyecek, mahkeme “ağır tahrik var” deyip
Budist vatandaşı hapse atacak.
Biz böyle davranışları hakkıyla cezalandırmadıkça
onlar katlanarak büyüyecek.
Sonra bir de belediye başkanının
açıklaması var: Hemen bu ilçeden gidin. Ne demek bu? Ben sizi koruyamam, korumam!
Def olun gidin, huzuru kaçırmayın. Sanki huzuru kaçıranlar onlarmış gibi.
Tribünlere oynamak diye buna denir. Ne de olsa halkın çoğu sünni Müslüman, ne
de olsa o ev taşlayanların büyük kısmı kendisine oy verdi/verecek, ne de olsa
karşı tarafı tutarsa kaybedeceği daha çok şey olacak.
Nerden bakarsanız bakın, neresinden
tutarsanız tutun, elinizde kalacak bir durum. Ben güzel şeyler yazayım dedikçe
böylesine insanı insanlığından utandıran olaylar gerçekleşiyor. Sivas
katliamının sorumluları zaman aşımından serbest kalıyorlar, bir yerlerde
birileri “Tek dil, tek din” deyip meydanları inletiyor, aynı kişi rakip
partinin başkanını Alevi olduğu için yuhalatıyor, Alevilerin ibadethanesine “ucube”
diyebiliyor. Sonra da ülkede barıştan, huzurdan söz edebiliyor. Peki neden
ülkenin çok adalet aşığı savcıları “halkın dini duygularını rencide ettiği”
için her beğenmediği şeye “ucube” diyen kişiye dava açmıyor?
Din tabusunu yenmeden, başkalarının
dinlerine bakışlarının bizim kendi dinimize bakışımızdan farklı olmadığını
kabul edene ve bunu kanıksayana kadar toplumdaki gerginliğin önüne geçemeyiz. Bunun
en sağlam yolu da eğitimden geçer. Okullarda tek bir dinin değil, tüm dinlerin
tarihleri, gelişimleri, modern hayata verdikleri yanıtları okutulmalıdır.
Öğrencilere tek bir dinin diğerlerinden üstün olduğu anlayışını aşılayacağımıza,
tüm dinlerin hayatı anlamlandırma ve şekillendirme çabasının bir ürünü oldukları
düşüncesini vermeliyiz. Çocuk din eğitimini ailesinden, çevresinden, istiyorsa
gittiği caminin imamından, kilisenin papazından öğrenebilir. Sadece o dinin
üstün yanlarını o dine inanmış olan kişiden dinleyebilir. Tüm dinleri objektif
olarak çözümleyip, tarihsel ve analitik bir düzlemde inceleyebileceği yer ise
okul olmalıdır. Görünen o ki şu anki eğitim sistemimiz böyle bir ideali
öğrencilere vermekten çok ama çok uzakta. Gidişata bakılırsa, ters yönde
ilerlediğimizi anlamak çok da zor olmayacaktır.
Dip Notu: İnternet halen yok (sabah 9:55).
Aradım, 48 saat içinde açılacak dediler. Dün akşam, gece yarısına kadar açılır demişlerdi. Bağlantıyı yapan eleman da 1-2 saat içinde açılır demişti. Söz verilen saatler gitgide uzuyor, korkmaya başladım. Eve bağlantı gelene kadar cep telefonundan bağlanmaya devam.
Dip Notu 2: Diğer iki tabuya ve olimpiyatlar konusuna vakit
kalmadı. Yavaş yavaş, alışıyorum artık…
Dip Notu 3: Malatya’daki davulcu olayıyla ilgili iki habere
aşağıdaki ağbağlarından ulaşabilirsiniz:
Ayrıca benim bu konuda yazdığım öykü tadındaki yalan habere http://rizaarican.blogspot.com/2012/07/bardak-tartsmas-lince-donustu.html ağbağından ulaşabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder