Bu Blogda Ara

08 Ağustos 2012

Türkiye'den Mektuplar 5


Metrodan çıktım eve doğru yokuş aşağı yürüyorum. Yolun kenarında küçük bir kız çocuğu, yukarıda onu azarlayan annesi ve yolun karşı tarafında boş boş oturan bir genç erkek. Aralarındaki konuşmaya ister istemez kulak misafiri oluyorum –bu arada ne güzel bir deyim bu “kulak misafiri olmak” deyimi!- :

Penceredeki Anne: Biz sizin yaşınızdayken evin bütün işlerini yapardık, sen halen sabahtan akşama kadar sokaklarda oynuyorsun.

Küçük kız: Ya anne yaa, Bernalar gelecek birazdan. Oyun oynayacağız.

Penceredeki Anne: Sus kız, kalpazan! Ne Bernasıymış? Gel çabuk eve!

Küçük kız: Kalpazan ne demek yaa?

Yolun karşısındaki genç erkek: Kalpazan, bir işe yaramayan, tembel insan demek.

Penceredeki Anne: Gördün mü bak, kalpazansın işte. Çık yukarı, yardım et temizliğe.

Yolun karşısındaki genç erkek: Kalpazan olmamak için çalışmak gerek. Çok çalışmak gerek.

Küçük Kız: Anne yaaaaa… Söyle şuna bana kalpazan demesin.

Böyle gidiyor muhabbet. Sonrasında ne oldu bilmiyorum. Umarım üçünden birisi sözlüğü açıp kalpazanın anlamına bakmıştır. Yoksa zavallı kız gördüğü her tembel insana “kalpazanlık yapma” diyecek.

Bu kısa girişi yazmamın açık ve seçik bir nedeni yok. Eğlendirme amaçlı olduğunu iddia edebilirim eğer birileri gereksiz olduğunu söylerse. Ha bir de aşırı özgüvenin ve eğitimsizliğin bir araya geldiğinde ortaya çıkaracağı kıvılcıma güzel bir örnek teşkil ediyor.
    
Dünden beri hiçbir şey olmadı. Ders çalışmaya başladım. Tekrar baştan sona çalıştım 1. Bölümü (Introduction to Assurances and Annuities). Yarın 2. Bölüm’ü çalışacağım (Life Contingent Deferred Annuities). Matematiğin dışında gelişen olaylar: Perdeci Ş getirdiği tüllerin bizim ısmarladığımız tüller olmadıklarını kabul etti. Bu durumda yine top bende kaldı. Ya inat edip, ben ısmarladığım perdeleri isterim diyecektim. Bu en az bir hafta daha beklemek olacaktı. Ya da tamam bunlar da olur deyip, paranın bir kısmının iadesine razı olacaktım. İkincisini seçtim. Daha önce de yazdığım gibi Türkiye’de hiçbir işin beklediğim gibi ya da olması gerektiği gibi gideceğine olan inancımı yitireli çok oldu. Bir iş zamanında oluyorsa eksik oluyordur, eksiksizse söz verildiği tarihten ve saatten sonra teslim edilmiştir. Perdeci Ş’nin durumunda gerçi iki olumsuz bir arada. Hem geç getirdi perdeleri hem de yanlış getirdi. Bir de telefonu her açısında bana “Hocam nasılsınız, tamam hocam, emredersiniz hocam…” gibisinden iş yapan insana yakışmayacak tarzda muhabbetler. Önce işi yapalım, ondan sonra samimi olalım. Ortada fol yok yumurta yok, çok basit bir tül siparişini bile elini yüzüne bulaştırdıktan sonra ben neyleyim o samimiyeti? Ama işte burada alınması gereken bir ders var: Asla kapıdan girer girmez sana abi, abla, hocam muamelesi yapanlarla iş yapma. Profesyonel çalışanlar profesyonel dil kullanırlar. İş ile dostluğu ayırırlar ya da en azından bu ikisini uygun bir sıraya koyarlar.

Türkiye’de öğrendiğim başka bir erdem de zamanı ve verilen sözleri çok takmama ve en azından bu uğurda kendime stres yapmama. Anladığım kadarıyla işler bir şekilde oluruna varıyor ama adamsendecilik ve plansızlık nedeniyle gereğinden fazla vakit alıyor. Takmıyorum artık, Nirvana’ya erdim. Bugün sabah TTNetten aradılar. Öğlenden önce geleceğiz, interneti bağlayacağız dediler. İyi dedim, öğlene kadar evde beklerim. Adam saat 2’de geldi. Hiç mesele yapmadım. Zaten biliyordum öğlenden sonra geleceğini. Geldi, interneti bağladı ve gitti. Yalnız, internet akşama doğru açılır dedi gitmeden önce. Şimdi saat akşam 9, hâlen evde internet yok. Olsun, bende de stres yok. Biliyorum ki bekleyince geliyor böyle şeyler. Beklemek de bir erdem, haksız da olsa, vakit kaybı da olsa…

Sonra bir de kredi kartı sorunu çıktı. Ben 17 Temmuz’da kredi kartı için başvurmuştum.  Hesabı açtığım günle aynı gün olduğu için hatırlıyorum. Bankadan ayrılırken görevli bayan bana “3 hafta içinde kartınız adresinize ulaşır.” demişti. Bugün aradım, “ATM kartım geldi, kredi kartım nerede kaldı?” diye sormak için. Meğer benim kredi kartı başvurum reddedilmiş. Nedenini sordum. Henüz yatan bir maaşınız yok dedi. Ayrıca çalışacağım okul benim iş durumumu onaylamamış. İyi ama sevgili bayan, siz bilmiyor muydunuz benim ilk maaşımın Eylül ayı sonunda yatacağını? Bal gibi biliyordunuz! Bunu bildiğiniz halde bana başvuru yaptırttınız ve bir de üstüne 3 hafta sonra kartımı alabileceğimi söylediniz. Ben öyle kredi kartı hastası bir tüketici değilim ama gireceğim sınav için 50 Sterlin ödemem gerekiyor ve bu ödemeyi yapmam için kredi kartı lazım. Şimdi bütün planlar suya düştü. Sil baştan, yine sil baştan, gür sesle sil baştan, ciğerlerimizi yırtarcasına sil baştan… Offfff!!:)()/(&+&++^&+

Şikâyetleri bu şekilde ardı ardına yazınca çok mızmızlanan birisi havası veriyorum, bunun farkındayım. Yanlış anlaşılmak istemem. Durumdan şikâyetçi değilim. Bunları yazmamın nedeni de hem bir çeşit zihinsel sağaltım hem de ileride benzer sorunlarla karşılaşırsam neyi nasıl yapacağımı bileyim önlemi. Yoksa ben istediğim kadar yazayım, lafla peynir gemisinin yürümeyeceği aşikâr. Yazsam da yazmasam da değişen bir şey olmayacak. Böyle ıvır zıvır şeyler yazarak vakit kaybetmiş olmuyor muyum? Pek değil! Zaten bunları yazmazsam ya kitap okuyacağım ya da televizyonda olimpiyat oyunlarını izleyeceğim. Öykü ya da ciddi bir deneme yazacak kadar zihin dinginliğine kavuşamadım henüz. Böyle her an kapıyı çalacak birisi varken yazmak, kafayı toplayıp, bir öykü çıkarmak zor. Bu yüzden, maksat elim klavyeden uzak kalmasın, alışkanlığını yitirmesin. Yoksa ben de biliyorum yazdıklarımın sanatsal bir değerinin olmadığını. Ayrıca her yazılanın sanatsal değeri olacak diye bir kural da yok. Tıpkı her resmin, her müzik parçasının birer şaheser olmadıkları gibi!

Gelelim geçen yazıda sözünü ettiğim iki konudan birincisine; Türkiye’de haklarında konuşması cesaret gerektiren üç tabuya: Din, Milliyetçilik ve Futbol. Geçen hafta meydana gelen üç olay üzerinden takip etmek istiyorum durumu. Önce Malatya’daki davulcu hadisesi, ardından Ayazağa’da gelişen Kürt işçilere saldırı olayı ve en sonunda Trabzonlu metrobüs sürücüsünün Fenerbahçeli taraftarlara naz çekmesi, otobüsü bırakıp gitmesi. Bu üç olay bir hafta içinde oldu.  

Malatya’daki olayı ilginç yapan olayın gelişim sürecinin Sivas katliamıyla koşutluk göstermesi. Bir davulcu Ramazan ayı dolayısıyla köydeki evlerin önlerinde davul çalıyor. Alevi bir aile adama “Burada çalma, hastamız var.” diyor. (Hastamız var demese de olurdu ya neyse!) Davulcu ertesi gün tekrar aynı yerde çalıyor davulunu. Bu sefer alevi aileden dayak yiyor. Bu olaydan sonra da 100-200 kişilik bir grup topluyor, ellerinde meşalelerle. Alevi ailenin evinin önünde “Allahuekber” nidalarıyla inandıkları dinin yüceliğinden, güçlülüğünden dem vuruyorlar. Evin camlarını kırıp ev ahalisini korkutuyorlar, ahırı yakıp “sıra evinize de gelecek” mesajı veriyorlar. Bu arada geç de olsa jandarma yetişiyor ve olaylar ikinci bir Sivas olmadan –sizce evi taşlayıp, yanındaki ahırı ateşe veren azgın kalabalık, fırsat bulduğunda evi de içindekilerle birlikte yakmaktan çekinir mi?- olay sonlandırılıyor. Bu olaydan sonra belediye başkanı alevi aileye hemen ilçeyi terk etmelerini söylüyor. Vali ise “ağır tahrik var” diyerek kimsenin aklına gelmeyecek o en güzel bahaneyi buluyor. Velhasıl-ı kelam, Türkiye bir başka dinler arası çatışmanın eşiğinden dönüyor. Başımızdakiler insanları bu tür konularda eğitmek gereksiniminden söz edecekleri yerde, yine kaytarıyorlar.

Soruna pek çok yönden bakmak mümkün ama biz en iyisi baştan başlayalım, yani davulcunun gece yarısı davul çalmasından. Ramazan davulu bir Türkiye geleneğidir, dinen ne farzdır ne de vacip. Eski zamanlarda çalar saatler bugünkü kadar yaygın olmadıkları için kullanılan bir yöntemdi, şimdilerde fonksiyonundan çok tarihsel değerinden dolayı korunmaya çalışılan bir gelenek. Yalnız bu gelenek herkesin hoşuna gitmeyebilir. Bir mahallede oturan onlarca çeşit insan vardır. Müslümanlar her ne kadar çoğunlukta olduklarını iddia etseler de Müslüman olup da gece yarısı insanı tatlı uykusundan uyandıran davul sesinden rahatsız olacak pek çok insan biliyorum. Hem sonra Müslüman olmayanlar ne olacak? Ateistler, Aleviler, Hristiyanlar, Museviler, Zerdüştler dinlemek zorunda mı Müslümanların “geleneksel gürültüsünü”?  Gürültü diyorum çünkü pek çok davulcu estetik bir ritim ya da melodi üretemediği için dakikalarca aynı tantanayı çalıyor. Zaten davul çalan vatandaşların hemen hiçbirisi aslen davulcu değil, ek para kazanmak için geceleri yollara düşen kasaplar, manavlar, yorgancılar. Mahalleleri kendi aralarında bölüştürüp, Ramazan öncesi hazırlıklarını yapıyorlar. Sonrasında da “dan dan dan”… Yaratıcılık yok, estetik yok, geleneğe bir katkı yok, “böyle gelmiş böyle gider” anlayışından gelir elde etme yarışı. Durum böyle olunca insan sormadan edemiyor, “Ben neden katlanayım bu tantanaya?”. Hadi Müslüman oruç tutuyor, sevabını alacak, cennete gidecek. Peki ya inanmayan, peki ya Alevi, peki ya Hristiyan, onların kârı ne uykusuz kalmaktan başka?

Hem her gelenek korunmalı diye bir kaide mi var? Neden kimse kafelerde büyük fincanlarda çay satma eylemine karşı gelmiyor? İnce belli bardaklarda (İBB) çay içmek bizim geleneğimiz değil mi? Kime ne zararı oldu da ince belli bardakları bırakıp, çanak şeklindeki atlas okyanusu kadar ağızları olan fincanlara geçtik?  Hem bu fincanlar evlerimize kadar girdi, neredeyse Türklüğümüzü elimizden alacak. Sizce pankart açıp, sokaklarda yürüsem taraftar çekebilir miyim İBB hareketine? Çekemem! Neden? Çünkü kimsenin umurunda değil İBBler. Bu durumda karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: Kimseye zararı olmayan, kimseyi rahatsız etmeyen gelenekler sürdürülmeli (İBBlerden çay içmek, Ramazan ayında hurma yemek, büyüklerin elini öpmek ya da öpüyormuş gibi yapmak, otobüslerde yaşlılara yer vermek vb). Bunun yanında toplumun bir kısmını rahatsız eden gelenekler sonlandırılmalı, tarihin raflarına kaldırılmalı ve müzelerde sergilenmeli (Mehter marşları, Ramazan davulcuları, düğünlerde havaya ateş etmeler, herkesin kullandığı parklarda bahçelerde mangal yapıp –ya da yapamayıp- ortalığı dumana boğmak vb.)

Bu ara paragraftan sonra devam edelim Malatya olayına kaldığımız yerden. Görünen o ki Alevi aile rahatsız oluyor ve davulcuya evimizin önünde çalma diyor. Bence bir insanın bundan daha doğal bir hakkı olamaz. Gündüz değil ki sabredesin! Gecenin bir yarısı, ertesi gün erkenden işe gidecek olan var, sınavı olan var, vardiyalı çalışıp eve yeni geleni var. Ama davulcu inat etmiş, illa da çalacağım. Belki dayağı hak etmemiş ama kaşınmış. Eğer Alevi aile birlik olup, savunmasız bir davulcuyu dövdülerse onlara da yazıklar olsun. Git kardeşim, polise şikâyet et, belediyeye bildir. Mutlaka şiddete bulaşmadan çözülebilir böylesine basit bir sorun. Peki ya sonrası? Davulcunun 400-500 kişiyi toplayıp, basit bir kavgayı cihada dönüştürmesine ne demeli? Bir ailenin evini taşlamak, ahırını yakmak, evini de yakmakla tehdit etmek! Bunlar ciddi suçlardır ve en ağır cezalarla cezalandırılmalıdırlar.

Valinin “Ağır tahrik var.” lafı ise dillere destan. Neden acaba bir kere de Aleviler ya da Hristiyanlar ağır tahrik olup Müslümanların evlerini yakmıyorlar? Müslümanlar rahat tahrik olabilen insanlardır, onu mu demek istiyor? Bu ülkede misyonerlik yapan genç Hristiyanlar işkenceyle öldürülürler, bu ülkede 35 can alevlerin içine terk edilir –İzleyin internetteki görüntüleri. Bir yanda cayır cayır yanan bir otel, önünde, “Cehennem ateşi bu. Bak ne güzel yanıyor. Kurban olduğum Allah!” diyerek gülüşen ne idüğü belirsiz bir kalabalık.-, bu ülkede kilisesinde işini yapan bir rahip öldürülür, bu ülkede Anadolu’dan getirilen yağmacıların da yardımıyla Rum vatandaşların evleri yağmalanır… Sonrasında yetkililerden tek bir açıklama duyarız: Ağır tahrik var! Hiç hareket etmediğimiz için herhalde en ufak bir dürtmede ayaklanıyoruz, harekete geçiyoruz. İleride göreceğiz, mini etekli bir kadın tecavüze uğrayacak ve hakim “ağır tahrik var” deyip saldırganı haklı bulacak. Ramazan ayında otobüste su içen bir Budist, Müslümanlardan dayak yiyecek, mahkeme “ağır tahrik var” deyip Budist vatandaşı hapse atacak. 
Biz böyle davranışları hakkıyla cezalandırmadıkça onlar katlanarak büyüyecek.

Sonra bir de belediye başkanının açıklaması var: Hemen bu ilçeden gidin. Ne demek bu? Ben sizi koruyamam, korumam! Def olun gidin, huzuru kaçırmayın. Sanki huzuru kaçıranlar onlarmış gibi. Tribünlere oynamak diye buna denir. Ne de olsa halkın çoğu sünni Müslüman, ne de olsa o ev taşlayanların büyük kısmı kendisine oy verdi/verecek, ne de olsa karşı tarafı tutarsa kaybedeceği daha çok şey olacak.      

Nerden bakarsanız bakın, neresinden tutarsanız tutun, elinizde kalacak bir durum. Ben güzel şeyler yazayım dedikçe böylesine insanı insanlığından utandıran olaylar gerçekleşiyor. Sivas katliamının sorumluları zaman aşımından serbest kalıyorlar, bir yerlerde birileri “Tek dil, tek din” deyip meydanları inletiyor, aynı kişi rakip partinin başkanını Alevi olduğu için yuhalatıyor, Alevilerin ibadethanesine “ucube” diyebiliyor. Sonra da ülkede barıştan, huzurdan söz edebiliyor. Peki neden ülkenin çok adalet aşığı savcıları “halkın dini duygularını rencide ettiği” için her beğenmediği şeye “ucube” diyen kişiye dava açmıyor?  

Din tabusunu yenmeden, başkalarının dinlerine bakışlarının bizim kendi dinimize bakışımızdan farklı olmadığını kabul edene ve bunu kanıksayana kadar toplumdaki gerginliğin önüne geçemeyiz. Bunun en sağlam yolu da eğitimden geçer. Okullarda tek bir dinin değil, tüm dinlerin tarihleri, gelişimleri, modern hayata verdikleri yanıtları okutulmalıdır. Öğrencilere tek bir dinin diğerlerinden üstün olduğu anlayışını aşılayacağımıza, tüm dinlerin hayatı anlamlandırma ve şekillendirme çabasının bir ürünü oldukları düşüncesini vermeliyiz. Çocuk din eğitimini ailesinden, çevresinden, istiyorsa gittiği caminin imamından, kilisenin papazından öğrenebilir. Sadece o dinin üstün yanlarını o dine inanmış olan kişiden dinleyebilir. Tüm dinleri objektif olarak çözümleyip, tarihsel ve analitik bir düzlemde inceleyebileceği yer ise okul olmalıdır. Görünen o ki şu anki eğitim sistemimiz böyle bir ideali öğrencilere vermekten çok ama çok uzakta. Gidişata bakılırsa, ters yönde ilerlediğimizi anlamak çok da zor olmayacaktır.

Dip Notu: İnternet halen yok (sabah 9:55). Aradım, 48 saat içinde açılacak dediler. Dün akşam, gece yarısına kadar açılır demişlerdi. Bağlantıyı yapan eleman da 1-2 saat içinde açılır demişti. Söz verilen saatler gitgide uzuyor, korkmaya başladım. Eve bağlantı gelene kadar cep telefonundan bağlanmaya devam. 

Dip Notu 2: Diğer iki tabuya ve olimpiyatlar konusuna vakit kalmadı. Yavaş yavaş, alışıyorum artık…

Dip Notu 3: Malatya’daki davulcu olayıyla ilgili iki habere aşağıdaki ağbağlarından ulaşabilirsiniz:

Ayrıca benim bu konuda yazdığım öykü tadındaki yalan habere http://rizaarican.blogspot.com/2012/07/bardak-tartsmas-lince-donustu.html ağbağından ulaşabilirsiniz. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder