Yine ara verdim mektuplara. Önce
taşınma derdi sardı her yanımızı, ardından taşınma sonrası temizlik, tamirat,
gerekli servislerin açtırılması. Bir türlü bitmiyor yeni taşınılan evin
eksikleri. Bir de benim gibi sıfırdan başlıyorsanız; tamamlanacak,
düzeltilecek, kayıt altına alınacak çok şeyiniz oluyor. Hadi ben bu aralar boştayım,
işim yok gücüm yok. İşine devam eden birisi nasıl yapıyor bunca şeyi, merak
etmiyor değilim! İşyerinden birkaç gün izin alması gerekir, sular idaresine, elektrik
dağıtım firmasına, doğal gaz şirketine, internet başvurusu yapmaya tek tek
gidip, her birisiyle tek tek cebelleşmek için… Hepsi ilçenin ayrı bir köşesinde
olan bu yerlere bir günde gitmek ve işleri bir günde halletmek olanaksız. Sevmediğim
işler bunlar, gereksiz yere vaktimi ve enerjimi harcadığım, benim yerime
birileri yapabilecek olsa komisyon verip yaptırtmaktan çekinmeyeceğim işler. Fatura
yatırmak, bankadan para çekmek, bilet almak gibi internet çağında artık
olmaması gereken teferruatlar.
Mektupları yazamadım ama dört tane
yalan haber yazdım taşınma sürecinde. Yalan haber yazmak diğer tür yazmalara
göre çok kolay bir yazın türü –eğer bir yazın türüyse kendileri- çünkü ilham
aldığınız kaynağı saklamanız gerekmiyor. Güncel bir haber alıp, dalganızı
geçiyorsunuz. Karakterler az çok belli. Bir olay kahramanı, bir
karşıt-kahraman, olayı anlatan ya da yazan bir gazeteci ve bazen fazladan bir
görgü tanığı yetiyor. Haber niteliği taşıdığı için dili süslemek de gerekmiyor.
Bir yandan televizyondaki olimpiyat oyunlarını izleyip, bir yandan çayı
yudumlarken yazılabiliyorlar. Öykü ya da deneme yazarken gereken
konsantrasyonun yarısı bile gerekmiyor. Zaten internette –sosyal medyada, haber
altlarına konan yorumlarda, ekşi sözlükte- azıcık gezinen birisi için yazacak
çok şey çıkacağı aşikâr. Ülkede o kadar acayip şeyler oluyor ki insanın gerçek
haberleri zaytung haberleriyle karıştırdığı bile oluyor kimi zaman.
Mesela kürtaj yasağı çıkacak diye
Kırım’a kürtaj turizmi başlatan bir firma varmış. Hükümet duruma el koymuş ama
bu firmanın birkaç ay sonra başka bir adda, başka bir bahaneyle Kırım’a karnı
burnunda kızları götürmesini engellemeyecektir. Uygarlıklar var olduğundan beri
insanların cinselliğini kontrol altına almak bir numaralı hedefleri olmuştur ve
hiçbir devirde, hiçbir sultanın-kralın-şahın zamanında bu başarılamamıştır.
İstediğimiz kadar kendimizi hayvanlardan üstün görüp, onlardan farklı çiftleştiğimizi iddia edelim.
Sonuç değişmeyecektir! Daha modern bir yöntem keşfedilene kadar dişilerimiz
yavrularını karınlarında, tıpkı maymunlar, kediler, köpekler, yunuslar gibi
taşıyacak; tıpkı onlar gibi doğuracak ve tıpkı onlar gibi yavrularına doğal bir
ilgi –sevgi diyoruz biz bu ilgiye- gösterecektir. Bizim kutsallaştırıp yere
göğe sığdıramadığımız; anne sevgisi, evlat sevgisi, aile sevgisi falan filan
aslında tüm hayvanlarda var olan, doğal bir “hayatta kalma aracından” (survival
tool) başka bir şey değildir. Buna gereksinim duymayan hayvanlarda da bu tarz
romantik gelişimler olmaz zaten.
Ben bu yalan haberleri yazınca
birkaç arkadaş yazılarımı neden Zaytung’a göndermediğimi sordu. İki yıl kadar
önce bir haber yazmış (Bakan’dan Zaytung’a Ayakkabılı Uyarı), Zaytung’a
göndermiştim. Aradan bir hafta geçtikten sonra “hayır” yanıtı aldım. Belki
benim eleştirel dilimden sakınmışlardı, belki de yazdığım haber Zaytung’u
olduğundan farklı gösteriyordu. O zamanlar Zaytung yeni çıkmıştı ve benim
beklentilerim biraz farklıydı. Ben daha eleştirel, daha iğneli bir yayın
politikası bekliyordum. Fakat şimdi gelinen noktada Zaytung eleştirelden çok
kendisine ücret talep etmeden yazı gönderenlerin üzerinden para kazanan bir
yapıya dönüştü. Bir de kitap çıkarmışlar, gördüm geçenlerde Mephisto’da. Ben
hem zamandan kazanmak hem de o seçim aşamasından kaytarmak için bloğumu kullanmayı
tercih ediyorum. Böylece yazar yazmaz yayınlayabiliyorum yazıyı, daha sonra beğenmediğim
bir yer olursa değiştirebiliyorum, istersem de tamamıyla yayından
kaldırabiliyorum. Ürettiğim şeylerin tamamıyla benim kontrolüm altında olması
güzel bir şey.
Gelelim bu dört yalan haberi
yazarken neler düşündüğüm ya da bana bu haberleri yazdırtan ilham kaynaklarına.
Birinci haber sürekli ertelenen metro açılışıyla ilgiliydi. Şimdi bayramda
açılacak diyorlar, umarım dedikleri gibi olur. İkinci haber Malatya’da gelişen
üzücü olaylar hakkındaydı. Ramazan davulcusunun topladığı yüzlerce insanın
alevi bir ailenin evini taşlaması ve ahırını yakması daha sonra tekrar yazılara
konu olacak bir haberdi. Bu haberi fincan sevenler ve ince belli bardak
sevenler arasındaki kulüp kavgası gibi lanse ettim ki haberle ilgili olduğu pek
belli olmasın. Bunu yapmamın nedeni de ben haberi yazarken henüz kimin suçlu
kimin mağdur olduğu konusunun açıklık kazanmamış olmasıydı. Asıl hedefim
korunması gereken geleneklerle korunması çok gerekli olmayan gelenekleri
ayırmaktı. Kimsenin rahatsız olmayacağı gelenekler sürdürülsün –ince belli
bardaklarda çay içme geleneğinin kimseye bir zararı olduğunu sanmıyorum-.
Birilerini rahatsız eden gelenekleri sürdürmenin ne anlamı var rahatsız
olanlara işkence yapmaktan başka –Ramazan’da çalan davul beni rahatsız etmiyor
ama bebekli anneleri, vardiyalı çalışan işçileri ya da başka dine inanan insanları
rahatsız ediyor olabilir-.
Üçüncü yalan haber, bahşiş alabilen
öğretmenlerle ilgiliydi. Öğretmenlerin bahşiş almaları durumunda olabilecekleri
Vietnam’da “Mikroekonomi” dersinde tartışmıştık öğrencilerle. Tamamıyla serbest
olabilen bir ekonomide olacakları görebilmeleri açısından güzel bir örnekti.
Dördüncü ve son yalan haber ise dinlerin özelleştirilmeleri ve birer şirkete
dönüştürülmeleri üzerineydi. Haberin fikir babası Gündüz Vassaf olduğu için
sayfanın başında kendisine atıfta bulundum.
Mektuplara ara verip, kendimi yalan
haberlere vurmamın nedeni sadece yalan haber yazmanın kolaylığı değil elbette.
Bir de malzeme çokluğu var. Türkiye tuhaf bir ülke, yazılı olmayan kuralların
yazılı olanlara nazaran çok daha fazla sıklıkta kullanıldığı bir yer. Durum
böyle olunca yazılı kuralları uygulamak isteyen naif insanlar çok komik
sahnelere yol açabiliyorlar. Örneğin, birkaç hafta önce ünlü bir işadamının zengin
kesimden insanlara kiraladığı binası cayır cayır yandı. Daha yangının dumanları tütüyorken, binanın
sahibi olan işadamı televizyon karşısına geçip, binanın ne kadar güvenli
olduğunu, neden dışarda oluşan yangının içerilere sızmayacağını, binada yaşayan
insanların ne kadar güvende olduklarını anlattı dakikalarca. Sunucu da adam
olup bir sormadı, “Sayın …, madem bu kadar güvenliydi neden yandı binanız?”.
Adamın milyonlarca dolar harcayıp, toplumun en üst kesimindeki insanlara kiraya
verdiği bina yanıyor ve adam bu olaydan sonra çıkıp binasının reklamını
yapabiliyor, hiçbir şey olmamış gibi. Tabii ki yangından doğan hasarları sigorta
şirketi ödeyecektir. Tabii ki yangından dolayı binanın sahibi olan şirketin
herhangi bir sorumluluğu yoktur. Habere göre yangın binanın altındaki –ya da
yakınındaki- İş Bankasının elektrik tesisatından çıkmış. Sormazlar mı adama, bu
kadar lüks bir bina yapıyorsun da neden etrafındaki dükkânların tehlike arz
edecek durumlarını kontrol etmiyorsun? Bina sahibinin vereceği yanıtı tahmin
etmek zor değil: Orasını ben bilmem, ben binamı yaparım. Binanın etrafındaki
düzenleme belediyeye aittir. Peki ya şantiyede kalırken yanan işçilerin durumu?
Onların hayatları hayat değil mi ki zenginlere sunulan bu güvenlik hizmeti,
ekmek parası için kışın ortasında çadırda kalan işçilerden esirgeniyor? Neden
toplum olarak insan yaşamının bir pahasının olamayacağını savunmuyoruz da
birisine ah vah yazık oldu derken, diğerine vay be adam binayı öyle yapmış diye
geçiştiriyoruz.
Trajikomik bir olay, kimsenin
hayatını kaybetmemiş olması tek sevindirici tarafı. Daha önceki yazımda Türkiye
insanının en önemli özelliklerinden birisi olarak aşırı özgüveni vermiştim.
Şimdi buna bir de vurdumduymazlık noktasında zirveye ulaşan eğitimsizliği
ekleyelim. Hiçbir iş olması gerektiği gibi yapılmıyor ve yapmayanların bahanesi
hazır: Ama böyle de oluyor! Örneğin kırmızı ışıkta geçen bir insanı düşünelim.
İki kişisiniz ve biriniz kırmızı ışığa rağmen yolun boş olmasından istifade
edip geçmek istiyor. Hakikaten de yol boş, en yakın arabanın size ulaşması
belki yarım dakika alacak ki siz o vakitte çoktan geçmiş olursunuz karşıya.
Arkadaşınız geçmek istiyor ve geçiyor. Siz kalıyorsunuz, bekliyorsunuz yeşil
ışığı. Neden? İki nedeni var: Kurallar insanların güvenliği için vardırlar.
İnce bir zar gibidirler, bir delik açarsanız deliğin büyümesine engel
olamazsınız. Kırmızı ışıkta geçmeye alışmak kırmızı ışıkta geçmekten çok daha
tehlikelidir. Çünkü öyle bir zaman gelir ki artık yolun boş olmasını da
beklemez, atlarsınız arabaların arasına zamanla gelişen içi boş özgüveninizin
de yardımıyla. İkinci neden ise birincinin doğal bir sonucu aslında: Siz belki
keskin gözleriniz ve kent yaşamına uyum sağlamış hızlı tarzınızla kırmızı
ışıkta geçebilirsiniz ama sizi örnek alan çocuklar aynı şeyi aynı ustalıkla yapamayabilirler.
Bin defa kırmızı ışıkta geçseniz ve 999 kere bir kaza olmasa ve 1000. seferde
kaza olsa, bir çocuk hayatını yitirse ya da sakat kalsa, yine de değmez
kazanacağınız 3-5 saniyeye. Sorumluluk
üzerinize kalmaz ama sorumlu olursunuz sönen bir hayattan. Dolaylı da olsa
topluma kötü örnek olduğunuz için sizin açtığınız yolda kurban olan her masum
hayatın yükü binecektir omuzlarınıza.
Şimdi bu kırmızı ışıkta geçme olayını
geçelim. Toplumdaki her konuda böyle davrandığımızı düşünelim –işe girmek için
torpil ayarlama, doktor tanıdıklarımızdan sahte sağlık raporu alıp
sorumluluklarımızdan kaytarma, söz verdiğimiz işleri yapamayacağımızı
anladığımızda yalan söyleme vb-, toplumun alacağı şekli tasavvur edebiliyor
musunuz? Öyle bir vıcık vıcık oluruz ki neresinden tutarsak elimizde kalır.
Rüşvet, adam kayırma, çıkar için çete kurma, sahtekârlık, namus adı altında
insanlara işkence etme… Liste uzayıp gider, bizler izbe kahve köşelerinde “Ne
olacak bu memleketin hâli?” sorusunu sormaktan kendimizi alamaz, bir yandan da
bulduğumuz deliklerden sistemin içine etmeye devam ederiz.
Yolda yürüyorum. Karşıdan bir
minibüs geliyor. Sinyal vermiyor dolayısıyla düz gidecek diye düşünüyorum. Tam
benim yürüdüğüm yere gelince direksiyonu bana doğru çeviriyor. Çarpmasın diye
kaçıyorum. Şoföre de söyleniyorum. “Bir sinyal verirseniz dönmeden önce ben de
bilirim hangi tarafta yürüyeceğimi.” Adam gülerek yanıtlıyor. “Ne olacak ya,
zaten yavaş geliyorum.”. Oysa bilmiyor ki o yavaş hızda bile çarpsa beni sakat
bırakır o araba. Bilmiyor ki sinyal verdiği zaman hiç konuşmaksızın, hiç
durmaksızın yoluna devam edebilecek, hem kendisi hem de yoldakiler güvende
olacaklar. Bilmiyor ki ölümcül kazaların pek çoğu kısa mesafeli yolculuklarda,
düşük hızlarda meydana geliyor –şuracığa kadar gidiyorum, kemere lüzum yok, farları
açmayayım, kask kullanmayayım, zincirleri takmayayım vb -.
Bir önceki yazıyı “Kim daha batılı?
Vietnam mı Türkiye mi?” diye bitirmiştim ama bu yazıda bu konuya giremedim
bile. Bir sonraki yazıda da başka bir konuyu, Türkiye’nin üç tabusunu (Din,
Milliyet ve Futbol) yazacağım. Batılı olma konusuna bir daha ne zaman fırsat
bulurum bilmiyorum. En iyisi plan yapmamak ve işleri zamanın akışına bırakmak –fazlasıyla
klişe bir ifade oldu ama olsun-.
Bir de Türkiye’nin olimpiyatlardaki
başarısızlığı konusu var. Bu başarısızlık bir semptomdur, bir hastalıktan
ziyade. Üzerinde durulması gereken şey Türkiye’deki dengesizce gelişen spor
eğitimi ve toplumun tümünde değişmesi gereken bir spor anlayışıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder