Bu Blogda Ara

06 Ağustos 2012

Türkiye'den Mektuplar 4


Yine ara verdim mektuplara. Önce taşınma derdi sardı her yanımızı, ardından taşınma sonrası temizlik, tamirat, gerekli servislerin açtırılması. Bir türlü bitmiyor yeni taşınılan evin eksikleri. Bir de benim gibi sıfırdan başlıyorsanız; tamamlanacak, düzeltilecek, kayıt altına alınacak çok şeyiniz oluyor. Hadi ben bu aralar boştayım, işim yok gücüm yok. İşine devam eden birisi nasıl yapıyor bunca şeyi, merak etmiyor değilim! İşyerinden birkaç gün izin alması gerekir, sular idaresine, elektrik dağıtım firmasına, doğal gaz şirketine, internet başvurusu yapmaya tek tek gidip, her birisiyle tek tek cebelleşmek için… Hepsi ilçenin ayrı bir köşesinde olan bu yerlere bir günde gitmek ve işleri bir günde halletmek olanaksız. Sevmediğim işler bunlar, gereksiz yere vaktimi ve enerjimi harcadığım, benim yerime birileri yapabilecek olsa komisyon verip yaptırtmaktan çekinmeyeceğim işler. Fatura yatırmak, bankadan para çekmek, bilet almak gibi internet çağında artık olmaması gereken teferruatlar.

Mektupları yazamadım ama dört tane yalan haber yazdım taşınma sürecinde. Yalan haber yazmak diğer tür yazmalara göre çok kolay bir yazın türü –eğer bir yazın türüyse kendileri- çünkü ilham aldığınız kaynağı saklamanız gerekmiyor. Güncel bir haber alıp, dalganızı geçiyorsunuz. Karakterler az çok belli. Bir olay kahramanı, bir karşıt-kahraman, olayı anlatan ya da yazan bir gazeteci ve bazen fazladan bir görgü tanığı yetiyor. Haber niteliği taşıdığı için dili süslemek de gerekmiyor. Bir yandan televizyondaki olimpiyat oyunlarını izleyip, bir yandan çayı yudumlarken yazılabiliyorlar. Öykü ya da deneme yazarken gereken konsantrasyonun yarısı bile gerekmiyor. Zaten internette –sosyal medyada, haber altlarına konan yorumlarda, ekşi sözlükte- azıcık gezinen birisi için yazacak çok şey çıkacağı aşikâr. Ülkede o kadar acayip şeyler oluyor ki insanın gerçek haberleri zaytung haberleriyle karıştırdığı bile oluyor kimi zaman.

Mesela kürtaj yasağı çıkacak diye Kırım’a kürtaj turizmi başlatan bir firma varmış. Hükümet duruma el koymuş ama bu firmanın birkaç ay sonra başka bir adda, başka bir bahaneyle Kırım’a karnı burnunda kızları götürmesini engellemeyecektir. Uygarlıklar var olduğundan beri insanların cinselliğini kontrol altına almak bir numaralı hedefleri olmuştur ve hiçbir devirde, hiçbir sultanın-kralın-şahın zamanında bu başarılamamıştır. İstediğimiz kadar kendimizi hayvanlardan üstün görüp,  onlardan farklı çiftleştiğimizi iddia edelim. Sonuç değişmeyecektir! Daha modern bir yöntem keşfedilene kadar dişilerimiz yavrularını karınlarında, tıpkı maymunlar, kediler, köpekler, yunuslar gibi taşıyacak; tıpkı onlar gibi doğuracak ve tıpkı onlar gibi yavrularına doğal bir ilgi –sevgi diyoruz biz bu ilgiye- gösterecektir. Bizim kutsallaştırıp yere göğe sığdıramadığımız; anne sevgisi, evlat sevgisi, aile sevgisi falan filan aslında tüm hayvanlarda var olan, doğal bir “hayatta kalma aracından” (survival tool) başka bir şey değildir. Buna gereksinim duymayan hayvanlarda da bu tarz romantik gelişimler olmaz zaten.  

Ben bu yalan haberleri yazınca birkaç arkadaş yazılarımı neden Zaytung’a göndermediğimi sordu. İki yıl kadar önce bir haber yazmış (Bakan’dan Zaytung’a Ayakkabılı Uyarı), Zaytung’a göndermiştim. Aradan bir hafta geçtikten sonra “hayır” yanıtı aldım. Belki benim eleştirel dilimden sakınmışlardı, belki de yazdığım haber Zaytung’u olduğundan farklı gösteriyordu. O zamanlar Zaytung yeni çıkmıştı ve benim beklentilerim biraz farklıydı. Ben daha eleştirel, daha iğneli bir yayın politikası bekliyordum. Fakat şimdi gelinen noktada Zaytung eleştirelden çok kendisine ücret talep etmeden yazı gönderenlerin üzerinden para kazanan bir yapıya dönüştü. Bir de kitap çıkarmışlar, gördüm geçenlerde Mephisto’da. Ben hem zamandan kazanmak hem de o seçim aşamasından kaytarmak için bloğumu kullanmayı tercih ediyorum. Böylece yazar yazmaz yayınlayabiliyorum yazıyı, daha sonra beğenmediğim bir yer olursa değiştirebiliyorum, istersem de tamamıyla yayından kaldırabiliyorum. Ürettiğim şeylerin tamamıyla benim kontrolüm altında olması güzel bir şey.  

Gelelim bu dört yalan haberi yazarken neler düşündüğüm ya da bana bu haberleri yazdırtan ilham kaynaklarına. Birinci haber sürekli ertelenen metro açılışıyla ilgiliydi. Şimdi bayramda açılacak diyorlar, umarım dedikleri gibi olur. İkinci haber Malatya’da gelişen üzücü olaylar hakkındaydı. Ramazan davulcusunun topladığı yüzlerce insanın alevi bir ailenin evini taşlaması ve ahırını yakması daha sonra tekrar yazılara konu olacak bir haberdi. Bu haberi fincan sevenler ve ince belli bardak sevenler arasındaki kulüp kavgası gibi lanse ettim ki haberle ilgili olduğu pek belli olmasın. Bunu yapmamın nedeni de ben haberi yazarken henüz kimin suçlu kimin mağdur olduğu konusunun açıklık kazanmamış olmasıydı. Asıl hedefim korunması gereken geleneklerle korunması çok gerekli olmayan gelenekleri ayırmaktı. Kimsenin rahatsız olmayacağı gelenekler sürdürülsün –ince belli bardaklarda çay içme geleneğinin kimseye bir zararı olduğunu sanmıyorum-. Birilerini rahatsız eden gelenekleri sürdürmenin ne anlamı var rahatsız olanlara işkence yapmaktan başka –Ramazan’da çalan davul beni rahatsız etmiyor ama bebekli anneleri, vardiyalı çalışan işçileri ya da başka dine inanan insanları rahatsız ediyor olabilir-.

Üçüncü yalan haber, bahşiş alabilen öğretmenlerle ilgiliydi. Öğretmenlerin bahşiş almaları durumunda olabilecekleri Vietnam’da “Mikroekonomi” dersinde tartışmıştık öğrencilerle. Tamamıyla serbest olabilen bir ekonomide olacakları görebilmeleri açısından güzel bir örnekti. Dördüncü ve son yalan haber ise dinlerin özelleştirilmeleri ve birer şirkete dönüştürülmeleri üzerineydi. Haberin fikir babası Gündüz Vassaf olduğu için sayfanın başında kendisine atıfta bulundum.

Mektuplara ara verip, kendimi yalan haberlere vurmamın nedeni sadece yalan haber yazmanın kolaylığı değil elbette. Bir de malzeme çokluğu var. Türkiye tuhaf bir ülke, yazılı olmayan kuralların yazılı olanlara nazaran çok daha fazla sıklıkta kullanıldığı bir yer. Durum böyle olunca yazılı kuralları uygulamak isteyen naif insanlar çok komik sahnelere yol açabiliyorlar. Örneğin, birkaç hafta önce ünlü bir işadamının zengin kesimden insanlara kiraladığı binası cayır cayır yandı.  Daha yangının dumanları tütüyorken, binanın sahibi olan işadamı televizyon karşısına geçip, binanın ne kadar güvenli olduğunu, neden dışarda oluşan yangının içerilere sızmayacağını, binada yaşayan insanların ne kadar güvende olduklarını anlattı dakikalarca. Sunucu da adam olup bir sormadı, “Sayın …, madem bu kadar güvenliydi neden yandı binanız?”. Adamın milyonlarca dolar harcayıp, toplumun en üst kesimindeki insanlara kiraya verdiği bina yanıyor ve adam bu olaydan sonra çıkıp binasının reklamını yapabiliyor, hiçbir şey olmamış gibi. Tabii ki yangından doğan hasarları sigorta şirketi ödeyecektir. Tabii ki yangından dolayı binanın sahibi olan şirketin herhangi bir sorumluluğu yoktur. Habere göre yangın binanın altındaki –ya da yakınındaki- İş Bankasının elektrik tesisatından çıkmış. Sormazlar mı adama, bu kadar lüks bir bina yapıyorsun da neden etrafındaki dükkânların tehlike arz edecek durumlarını kontrol etmiyorsun? Bina sahibinin vereceği yanıtı tahmin etmek zor değil: Orasını ben bilmem, ben binamı yaparım. Binanın etrafındaki düzenleme belediyeye aittir. Peki ya şantiyede kalırken yanan işçilerin durumu? Onların hayatları hayat değil mi ki zenginlere sunulan bu güvenlik hizmeti, ekmek parası için kışın ortasında çadırda kalan işçilerden esirgeniyor? Neden toplum olarak insan yaşamının bir pahasının olamayacağını savunmuyoruz da birisine ah vah yazık oldu derken, diğerine vay be adam binayı öyle yapmış diye geçiştiriyoruz.

Trajikomik bir olay, kimsenin hayatını kaybetmemiş olması tek sevindirici tarafı. Daha önceki yazımda Türkiye insanının en önemli özelliklerinden birisi olarak aşırı özgüveni vermiştim. Şimdi buna bir de vurdumduymazlık noktasında zirveye ulaşan eğitimsizliği ekleyelim. Hiçbir iş olması gerektiği gibi yapılmıyor ve yapmayanların bahanesi hazır: Ama böyle de oluyor! Örneğin kırmızı ışıkta geçen bir insanı düşünelim. İki kişisiniz ve biriniz kırmızı ışığa rağmen yolun boş olmasından istifade edip geçmek istiyor. Hakikaten de yol boş, en yakın arabanın size ulaşması belki yarım dakika alacak ki siz o vakitte çoktan geçmiş olursunuz karşıya. Arkadaşınız geçmek istiyor ve geçiyor. Siz kalıyorsunuz, bekliyorsunuz yeşil ışığı. Neden? İki nedeni var: Kurallar insanların güvenliği için vardırlar. İnce bir zar gibidirler, bir delik açarsanız deliğin büyümesine engel olamazsınız. Kırmızı ışıkta geçmeye alışmak kırmızı ışıkta geçmekten çok daha tehlikelidir. Çünkü öyle bir zaman gelir ki artık yolun boş olmasını da beklemez, atlarsınız arabaların arasına zamanla gelişen içi boş özgüveninizin de yardımıyla. İkinci neden ise birincinin doğal bir sonucu aslında: Siz belki keskin gözleriniz ve kent yaşamına uyum sağlamış hızlı tarzınızla kırmızı ışıkta geçebilirsiniz ama sizi örnek alan çocuklar aynı şeyi aynı ustalıkla yapamayabilirler. Bin defa kırmızı ışıkta geçseniz ve 999 kere bir kaza olmasa ve 1000. seferde kaza olsa, bir çocuk hayatını yitirse ya da sakat kalsa, yine de değmez kazanacağınız 3-5 saniyeye.  Sorumluluk üzerinize kalmaz ama sorumlu olursunuz sönen bir hayattan. Dolaylı da olsa topluma kötü örnek olduğunuz için sizin açtığınız yolda kurban olan her masum hayatın yükü binecektir omuzlarınıza.

Şimdi bu kırmızı ışıkta geçme olayını geçelim. Toplumdaki her konuda böyle davrandığımızı düşünelim –işe girmek için torpil ayarlama, doktor tanıdıklarımızdan sahte sağlık raporu alıp sorumluluklarımızdan kaytarma, söz verdiğimiz işleri yapamayacağımızı anladığımızda yalan söyleme vb-, toplumun alacağı şekli tasavvur edebiliyor musunuz? Öyle bir vıcık vıcık oluruz ki neresinden tutarsak elimizde kalır. Rüşvet, adam kayırma, çıkar için çete kurma, sahtekârlık, namus adı altında insanlara işkence etme… Liste uzayıp gider, bizler izbe kahve köşelerinde “Ne olacak bu memleketin hâli?” sorusunu sormaktan kendimizi alamaz, bir yandan da bulduğumuz deliklerden sistemin içine etmeye devam ederiz.

Yolda yürüyorum. Karşıdan bir minibüs geliyor. Sinyal vermiyor dolayısıyla düz gidecek diye düşünüyorum. Tam benim yürüdüğüm yere gelince direksiyonu bana doğru çeviriyor. Çarpmasın diye kaçıyorum. Şoföre de söyleniyorum. “Bir sinyal verirseniz dönmeden önce ben de bilirim hangi tarafta yürüyeceğimi.” Adam gülerek yanıtlıyor. “Ne olacak ya, zaten yavaş geliyorum.”. Oysa bilmiyor ki o yavaş hızda bile çarpsa beni sakat bırakır o araba. Bilmiyor ki sinyal verdiği zaman hiç konuşmaksızın, hiç durmaksızın yoluna devam edebilecek, hem kendisi hem de yoldakiler güvende olacaklar. Bilmiyor ki ölümcül kazaların pek çoğu kısa mesafeli yolculuklarda, düşük hızlarda meydana geliyor –şuracığa kadar gidiyorum, kemere lüzum yok, farları açmayayım, kask kullanmayayım, zincirleri takmayayım vb -.

Bir önceki yazıyı “Kim daha batılı? Vietnam mı Türkiye mi?” diye bitirmiştim ama bu yazıda bu konuya giremedim bile. Bir sonraki yazıda da başka bir konuyu, Türkiye’nin üç tabusunu (Din, Milliyet ve Futbol) yazacağım. Batılı olma konusuna bir daha ne zaman fırsat bulurum bilmiyorum. En iyisi plan yapmamak ve işleri zamanın akışına bırakmak –fazlasıyla klişe bir ifade oldu ama olsun-.

Bir de Türkiye’nin olimpiyatlardaki başarısızlığı konusu var. Bu başarısızlık bir semptomdur, bir hastalıktan ziyade. Üzerinde durulması gereken şey Türkiye’deki dengesizce gelişen spor eğitimi ve toplumun tümünde değişmesi gereken bir spor anlayışıdır. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder