Bu Blogda Ara

15 Ağustos 2012

Türkiye'den Mektuplar 7


İyi şeylerden bahsedeyim diyorum, hayatın tozpembe güzelliklerinden, İstanbul’un kadîm hüzünbazlığından, parklarda el ele gezen yeniyetme âşıklardan, etrafta cıvıl cıvıl oynayan çocuklardan ve onların şen şakrak çığlıklarından bahsedeyim ve böylece dert tasa yanımıza uğramasın diyorum; ama olmuyor, olmuyor, olmuyor! Öyle “Bütün dünya buna inansa / bir inansa / hayat bayram olsaaaaa / insanlar hep kardeş olsa / el ele tutuşsa / uzansak sonsuzaaaa” diyerek hayatı bayram yerine dönüştüremiyoruz maalesef. Kötü haberler, can sıkıcı görüntüler, insanı bir andan hayattan ve içindeki her şeyden soğutan olaylar bırakmıyor peşimizi. Oysa hafta sonu ne güzeldi, gittik Ağva’ya;  J, yengem, abim, iki bıcır bıcır yeğen, hep birlikte. Uzandım kumların üzerine, Ömer Hayyamvari bir kafayla dedim kendime: kum, deniz ve rüzgar / işte hayat bu yüzden var /  şarap, aşk, bilim ve kitap / gerisi hepten anlamsız, hepten tarumar.

 Zaten tatil bu demektir. Kısa süreliğine dünyadan elini eteğini çekme, kapıyı her zaman seni meşgul eden şeylerin üzerine kapatma, “tembelliğe” yelken açma.  Bir çeşit geçici sarhoşluktur tatile çıkmak. Tatile çıkamadığımız için içiyoruz şarabı da zaten, ertesi gün ya da bir sonraki gün işe gideceğimiz için, kısa yoldan kafamızı tatile çıkarıyoruz, bedenimiz aynı kentin aynı sokaklarında sürüklenirken.  Ama bitiyor işte, tatiller de sarhoşluklar da. Sonra bir şok yaşıyorsun, geri dönüşün şoku, hayata kaldığın yerden devam etme zorunluluğunun şoku, sen ortalıkta yokken dünyanın dönmeye devam ettiğini, ölümlerin ve acıların tatile çıkmamış olduğunu fark ediyorsun. İşte bu koyuyor.

Bu sabah gördüm videoyu. İzmir’de sıradan bir trafik kavgası ölümle bitiyor. Bir önceki yazımda, celalli olduğumuzu, ufak bir özürle, basit bir hoşgörüyle kapanacak pek çok konuyu, kanlı kavgalara dönüştürdüğümüzü yazmıştım. Severken de döverken de ayarını tutturamıyoruz. Nedir derdimiz, bir anlayabilsem? Bu derece şiddet eğilimi nereden geliyor? Olaya bakıyorum, sıradan bir araba çiziği, kavgaya bakıyorum, sanki biri birisinin hanesine tecavüz edip, hane sakinlerini esir almış. İki kardeş araba kullanırken bir polis arabasına çarpıyor. Öyle kafa kafaya bir çarpışma falan değil, belki tamponda bir çizik, ufak bir ezilme. Sonrasında polis ceza yazmak istiyor haklı olarak. Gençlerden birisi buna engel olmak istiyor, kardeşim yakında askere gidecek bahanesiyle. Polis de bunun ya da kardeşinin kafasına telsizle vuruyor –haksız olarak-. Ardından kavga çıkıyor. Bundan sonrası videoda izlenebilir. Kavga sırasında abi eline bir sandalye almış, birilerinin üzerine yürüyor. Etraf polis kaynıyor. İsteseler rahatlıkla bu genci etkisiz hale getirebilirler. Ama gencin üzerine atlayıp, kavgayı sonlandırmak yerine, gerilerden gelen bir polis silahını çekip yakın mesafeden gencin üzerine dört mermi sıkıyor. İki kurşun bacağına, bir kurşun da karnına geliyor. Tabii, ondan sonrası bağrışma, didişme falan. Cankurtaran geliyor ama maalesef genç hastanede ölüyor. İki kişi de seken kurşunlardan dolayı yaralı.

Bütün bir resme baktığımız zaman Türkiye’de hayatın ne kadar ucuz olduğunu, aslında sırf yaşadığımız için şanslı sayılabileceğimizi düşünebiliriz. Eve her geldiğimizde “Bugün de ölmedim bir serseri çakısıyla ya da bir polis mermisiyle, çok şükür.” Demeliyiz belki de. Polis böylesi bir olay karşısında ne yapacağını bilmiyor ya da bildiği halde kolayına geldiği için silahını kullanmayı tercih ediyor. İşin tuhaf yanlarından birisi de olaydan sonra mahallenin gencine kurşun yağdıran polisin yolun köşesinde hiçbir şey olmamış gibi cep telefonunda görüşme yapıyor olması.  Belki üslerini arıyor olayı kendi lehine çekebilmek için, belki tüm olayın videoya kaydedildiğinden haberi olmadığından dolayı çok farklı bir şekilde rapor ediyor durumu amirine. Sanki az önce bir insanın ölümüne neden olmuş polis kendisi değilmiş, manavdan karpuz siparişi verir gibi duruyor orada, mahallelinin şaşkın, tırsmış ve kesinlikle kin dolu bakışlarına aldırmaksızın. İşte video burada. Genç bir insanın –ne kadar kusurlu olursa olsun ölümü hak etmeyen bir insanın- yasal kurşunlarla öldürülüşünü görmeye dayanamayacaksanız izlememenizi salık veriyorum. Bir de arzu ederseniz olaydan sonra bir başka emniyet müdürünün bir sosyal paylaşım sitesinde yazdığı mesajı buradan okuyabilirsiniz:

http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1344932601&year=2012&month=08&day=14



Bir de bu var, aynı günlerde yaşanan: http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1344933503&year=2012&month=08&day=14

Şimdi buradan yola çıkarak Paracelsus’un bir lafını hatırlatacağım. “Kötülük ayartılmış iyiliktir.” demiş Alman (İsviçreli) düşünür. Öyle bizim kötü diye tanımladığımız insanlar kötülük yapıyorum diye işlemezler cürümlerini. Öncelikle kendilerini doğru olanı yaptıklarına inandırırlar. Ardından da kendileri için bu doğru olan eylemi türlü kılıflara sokup, türlü bahaneler eşliğinde yürürlüğe koyarlar.  Bunlar kimlerdir. Torpille iş bulanlar, bir bildiklerini araya sokup uzaklara çıkan tayinlerini iptal ettirenler, yukarıdan birilerini ayarlayıp hapisten adam çıkartanlar, rüşvetle iş halledenler, tanıdıklarına kolaylık sağlayanlar, aile ve akrabalarına her türlü muameleyi yapanlar… Liste uzayıp gider ve bu uzayıp giden listeye dahil olan o kadar çok insan vardır ki toplumumuzda, bir türlü akıl sır erdiremeyiz neden eli yüzü düzgün bir toplum olamadığımıza! Neden bir Almanya gibi çalışkan, neden bir Japonya kadar temiz, neden bir Fransa kadar üretken, neden bir Singapur kadar rahat değiliz? Çünkü hemen hepimiz ayartılmış iyiliklere bulanmış durumdayız. Öyle ki bu durumları normal karşılıyoruz, “olmazsa olmaz” olarak algılıyoruz. Herkes yolunu bulma, bir an önce en kısa yolda köşeyi dönme derdinde. Makyavelci bir bakış açısıyla “hedefe ulaştıran her araç mubahtır.” Bununla da kalmayıp, hedefe ulaştıracak tüm araçları –doğru ya da yanlış fark etmez- seferber etmeyenleri ahmaklıkla, yol iz bilmemezlikle suçluyoruz.  Ancak aptallar bilemez köşeyi nasıl döneceklerini. Ancak ahmaklar uzun sıralarda beklerler, tayinlerine ne çıkarsa giderler, sahte raporlar düzenleyip çalışmadan aylık almanın yolunu yordamını bilemezler. Ve ahmak olmayanlar içimizde yaşayan, saygınlık kazanmış kişiler olurlar. Bir şekilde yollarını buldukları için de etraflarına toplayacakları, hayatta edindikleri düsturları aktaracakları yeni yetme gençler mutlaka olacaktır. Onlara abi, dayı, bey, efendi, hacı diyen, kısa sürede aynı yolun yolcusu olacak henüz ayartılmamış iyi insanlar…

Kötülüğün ayartılmış iyilik olması aslında ilk düşününce insanı sarsan bir hava yaratır. Mesela, televizyondaki banka reklamlarına bakalım. İş Bankası “Geleneksel bayram kredisi” diye bir şeyden bahsediyor reklamda. Bir şey gelenekselse uzun süredir insanlar tarafından kullanılıyor ve takdir görüyor demektir. Ben ne küçüklüğümde, ne gençliğimde ne de yetişkin yaşımda “geleneksel bayram kredisi” diye bir şey duydum. Öyle bir şeyin var olduğunu bile düşünmüyorum. Ama iş reklama, toplumun değer verdiği şeyleri kullanarak yeni kârlar yaratmaya gelince reklamcılık sınır tanımaz. Bu konuda yalan ahlâksızlık olmaz çünkü zaten reklam yapanlar ekran altlarında ufacık yazılarla kanunları, aslında kimlerin bu reklamda anlatılanların içine dahil olamayacağını “açık ve seçik” olarak yazarlar. Sonuç olarak o ufacık yazıları okumayan bizler suçlu oluruz kanun önünde. Önemli olan para kazanmaksa kapitalizm kutsal falan tanımaz; kullanır, eskitir ve atar. İleride “Geleneksel Kadir Gecesi” kredisi, “Geleneksel Sevgililer Günü” kredisi adları altında geleneğin adını kullanarak daha neler üretirler. 

Maksat zaten borca batmış insanları daha bir borca sokmak. Peki borca batan insan neyi yapamaz. Mutlu olur, harcamaya devam eder, arkadaşlıklarını sürdürür, kredi kartlarının verdiği limitler içinde yemeye ve eğlenmeye devam eder. Yapamayacağı şey isyandır. Kendisine yapılan haksızlığa ses çıkaramaz borca batan insan, patron hakkını yediğinde yutkunmaktan başka bir şey gelmez elinden. Çünkü ödenecek faturalar vardır, bekleyen borçlular vardır, eşyaların taksitleri, evin kredisi, çocuğun okulunun masrafları vardır. Borçlu insan başı dik yürüyemez, beli bükü yürür. Sistem de bindirdikçe bindirir bu bükük belin üzerine, yeter ki doğrultmasın belini, yeter ki göremesin önünü.  Televizyona bakıyorum, en çok reklamı çıkan ürünler: banka kredileri. Neden? Harcayın ki unutun, harcayın ki biz para kazanalım. Boşuna değil tabii son birkaç yıldır Türkiye’de en çok kâr yapan kurumların bankalar oluşu.

Bakın bu Ramazanda en ilgincime giden reklamlardan birisi cocacola reklamları. Yok efendim iftar sofralarının vazgeçilmez lezzetiymiş, yok dedemiz cocacola olmayan sofraya oturmazmış, yok gökten yağmur gibi cocacola yağıyormuş. Ya bunlar halkı aptal yerine koymaya bayılıyorlar ya da gerçekten aptalız biz. Biz ne zaman bu kadar colakolik olduk?  Cocacola’nın içinde alkol olduğu konusu daha geçen yıl Avrupa’nın gündemine oturmuş, bazı ülkeler alkol satışı izni olmayan dükkânlarda cocacola satışlarını yasaklamıştı. Hem sonra cocacola kadar kapitalizme simge olabilecek başka bir marka var mı? Aynı kapitalizmin bir diğer simgesi de silah satışları ve savaşlardır. Afganistan’da, Irak’ta ABD’nin yaptığı bunca zulme ve neden olduğu bunca acıya Türk-Müslüman toplumu kola içerek mi ortak oluyor? Bu mudur yani Türkiye halkının bilinçli Müslümanlığı?

Malum, modern olamadan post-modern olduğumuz için geleneğe karşı bir zayıflığımız var. Avrupa modernizmi yaşadıktan, onun yanıt veremediği bazı sorunları deneyimledikten sonra postmoderne kaydı ama bu kayışın temelinde ciddi bir modern altyapı vardı. O altyapı halen var ve her şeye rağmen yıkılmıyorlar. Bizde ne var: cılkı çıkarılmış bir postmodernizm furyası. Yok evlerimizi feng şui tarzında döşeyelim, yok çakralarımız mahrum kalmasın pozitif enerjiden, yok roman içine roman sokup en sonunda hepsinin aslında okuyucunun rüyasında rüya gören yazarın intiharı olduğunu ima edelim, hep birlikte Murakami okuyup, Osmanlı desenli minderler üzerinde yoga yapalım… Artık midem bulanmaya başladı bu klişe postmodern zırvalıklar görünce. Boş kardeşim boş, bu işler boş. Hepsi çöp, çöpten bile değersiz…

Ama bizde postmodernizm, İslam’ın ve Osmanlı geleneğinin dirilişi olarak algılandığı için muhafazakar kesimin çok ama çooook  hoşuna gidiyor. Hal böyle olunca tabii, “modernizm tu kaka, Avrupa batıyor, biz daha iyiyiz” laflarıyla büyüyor bir nesil. Şunu söyleyeyim Avrupa’yla denk olduğumuz tek konu pahalılığımız. Kalan hemen her konuda geriyiz, sürünüyoruz, rezil haldeyiz. Eğitim, sağlık, ulaşım, teknoloji, bilim… Neresinden tutarsanız tutun, geriyiz.  Postmodernism sadece sıvadı çirkinliklerin üzerini, kapattı temiz bir cilayla. “Ama biz Müslümanız, biz farklıyız, Avrupa bizi böyle kabul etmeli” bahaneleriyle tıkadı tüm modernleşme gayretlerini. Oysa altta değişen bir şey yok. Toplum halâ cahil, halâ eğitimsiz, halâ bilime ve bilgiye karşı duyarsız. Herkesin elinde, parmaklarının ucunda çevirdikleri cep telefonları olmasına rağmen bilgiye karşı sırtımızı dönmüş konumdayız.

 Unutmamak gerekir ki teknoloji denenmiş ve kanıtlanmış bilimin ürünüdür. Oysa bilim denenmemiş ve henüz kanıtlanmamışın peşinde koşar. Maalesef bu tanıma uygun bilim yapan bir Müslüman ülke dünya üzerinde yoktur ve uzun süre daha var olacağa benzemiyor.  Bu postmodern bela öyle başımızı sardı ki artık bilime de kafa tutar olduk –bilimi bilsek de yapsak neyse, cahil cesaretiyle saldırıyoruz-. Yok bilim her şeyi açıklayamazmış, yok metafizik* bilimin konusu dışındaymış, yok bilim insanı mutlu edemezmiş. Peki  ne eder?  Yanıtı biliyoruz zaten! Tekrara gerek yok.

Bir de işin şu yönü var: AKP’nin son on yılda getirdiği gazla kurumsallaştı modern toplumlarda “pre-modern” 
olarak görülen pek çok şey. Her yeni yapılan inşaata bir kemer eklenmeye başladılar mimarlar. Oysa düşünseler azıcık, o kemerlerin Osmanlı’dan önce Romalılar tarafından gelenek haline getirildiklerini, vaz geçecekler belki de sağa sola kemer inşa etmekten. Sağda solda görüyorum, kahve + fal = 10 TL diye. Şaka gibi ama gerçek! Millet fal baktırmak için para veriyor, sosyete bu konuda yarışıyor, televizyonda astroloji programları yapılıyor. Dedim ya, pre-modernden post-moderne atladık. Modern, aklın üstünlüğünü kabul eden, bilimsel bilgiyi her şeyin önüne koyan toplumdu. Post-modern ise modern toplumda yaşayanların mutlu olamadıklarına kanaât getirip geleneğe yönelme eğilimi getirdi. Böyle olunca; bir zamanların hipileri Hindistan’a gidip uzun sakallı bir deri bir kemik kalmış guruların dizlerinin dibinde, Kant’tan, Hume’dan, Rousseou’dan öğrenemediklerini öğrendiler –güya!-, mistik olan, sırf batıcı otoriter aklı reddettiği için el üstünde tutulur oldu, toplumumuz henüz akla değer veren bir toplum olamamışken bir anda akıldışının büyüsüne kapıldı, akıntıda savrulmaya başladı, aklın duvarlarına kafa tutar oldu.

Bilime yatırım yapmak yerine teknolojiye yatırım yapıyor oluşumuz bundandır. Batıyla aramızdaki farkı olduğundan az göstermektir amacımız. Mesele robot yapmak, telefon üretmek, televizyon satmak değildir. Mesele, bilime inanan, bilgi edinmeye sevdalanmış,  yaşamı bir öğrenme süreci olarak gören bir nesil yetiştirebilmektir. Bakın üniversitelerimize. İlk beş yüze her yıl ya bir ya iki üniversite giriyor çünkü bir üniversitenin değeri istihdam yaratarak yükseltilmez, bilgi üreterek, üretilen bilgileri mevcut olanla harmanlayarak, yeni yayınlar yaparak yükseltilir.

Geri kalmışlığımızın, daha da geri kalacağımızın işaretlerini sıralamak, bu konuda yazmak uzun ve çetrefilli bir iş ama yapılamayacak bir iş değil. Neden bu kadar geriyiz sorusunun yanıtı aslında geride, yani geçmişte saklı. Bizi biz yapan değerleri, dini, geleneği, dili, tarihi ele almadan geri kalmışlığımızı tartışamayız. O da ileriki yazılara kalsın.


* Türkçe’de “metafizik” kadar yanlış anlaşılan bir sözcük yoktur herhalde. Dindar insanlar metafizik deyince “Tanrı, melek, şeytan, ruh” falan anlıyorlar. Yok kardeşim, yok! Metafizik sözcüğünün bilimsel olmayan kavramlarla hiç mi hiçbir ilişkisi yok. Metafizik, fizik biliminin teknik olarak elinin uzanamadığı kavramları tartışır. Mesela, “nedensellik” nedir, “madde” nedir, “uzam” nedir, “zaman” nedir?. Teknik olarak dedim çünkü metafiziğin ilgi alanına giren pek çok soru fizik biliminin gelişmesi ve yeni bulgular sayesinde açıklık kazanmış ya da kısmen yeni sorulara yol açmıştır. Daha geniş bilgi ve bu derin yanlış anlamanın kaynağı için kelimenin etimolojisini aşağıya ekliyorum. Kaynak: http://en.wikipedia.org/wiki/Metaphysics

The word "metaphysics" derives from the Greek words μετά (metá) ("beyond", "upon" or "after") and φυσικά (physiká) ("physics").[7] It was first used as the title for several of Aristotle's works, because they were usually anthologized after the works on physics in complete editions. The prefix meta- ("beyond") indicates that these works come "after" the chapters on physics. However, Aristotle himself did not call the subject of these books "Metaphysics": he referred to it as "first philosophy." The editor of Aristotle's works,Andronicus of Rhodes, is thought to have placed the books on first philosophy right after another work, Physics, and called them τὰ μετὰ τὰ φυσικὰ βιβλία (ta meta ta physika biblia) or "the books that come after the [books on] physics". This was misread by Latinscholiasts, who thought it meant "the science of what is beyond the physical."
However, once the name was given, the commentators sought to find intrinsic reasons for its appropriateness. For instance, it was understood to mean "the science of the world beyond nature (phusis in Greek)," that is, the science of the immaterial. Again, it was understood to refer to the chronological or pedagogical order among our philosophical studies, so that the "metaphysical sciences would mean, those that we study after having mastered the sciences that deal with the physical world" (St. Thomas Aquinas, "In Lib, Boeth. de Trin.", V, 1).
There is a widespread use of the term in current popular literature, which replicates this error, i.e. that metaphysical means spiritual non-physical: thus, "metaphysical healing" means healing by means of remedies that are not physical.[8]

2 yorum:

  1. Adsız12:51 ÖS

    Bir haftadir yeni yazi yok. Haydi artik ama!!! ACS

    YanıtlaSil
  2. Paracelsus hakkında araştırma yaparken blogunuzu keşfettim. Yazdığınız bu yazıda kalite gördüm ve takipteyim.

    YanıtlaSil