İyi şeylerden bahsedeyim diyorum, hayatın tozpembe
güzelliklerinden, İstanbul’un kadîm hüzünbazlığından, parklarda el ele gezen
yeniyetme âşıklardan, etrafta cıvıl cıvıl oynayan çocuklardan ve onların şen
şakrak çığlıklarından bahsedeyim ve böylece dert tasa yanımıza uğramasın
diyorum; ama olmuyor, olmuyor, olmuyor! Öyle “Bütün dünya buna inansa / bir
inansa / hayat bayram olsaaaaa / insanlar hep kardeş olsa / el ele tutuşsa /
uzansak sonsuzaaaa” diyerek hayatı bayram yerine dönüştüremiyoruz maalesef.
Kötü haberler, can sıkıcı görüntüler, insanı bir andan hayattan ve içindeki her
şeyden soğutan olaylar bırakmıyor peşimizi. Oysa hafta sonu ne güzeldi, gittik
Ağva’ya; J, yengem, abim, iki bıcır
bıcır yeğen, hep birlikte. Uzandım kumların üzerine, Ömer Hayyamvari bir
kafayla dedim kendime: kum, deniz ve rüzgar / işte hayat bu yüzden var / şarap, aşk, bilim ve kitap / gerisi hepten
anlamsız, hepten tarumar.
Zaten tatil bu
demektir. Kısa süreliğine dünyadan elini eteğini çekme, kapıyı her zaman seni
meşgul eden şeylerin üzerine kapatma, “tembelliğe” yelken açma. Bir çeşit geçici sarhoşluktur tatile çıkmak.
Tatile çıkamadığımız için içiyoruz şarabı da zaten, ertesi gün ya da bir
sonraki gün işe gideceğimiz için, kısa yoldan kafamızı tatile çıkarıyoruz,
bedenimiz aynı kentin aynı sokaklarında sürüklenirken. Ama bitiyor işte, tatiller de sarhoşluklar da.
Sonra bir şok yaşıyorsun, geri dönüşün şoku, hayata kaldığın yerden devam etme
zorunluluğunun şoku, sen ortalıkta yokken dünyanın dönmeye devam ettiğini,
ölümlerin ve acıların tatile çıkmamış olduğunu fark ediyorsun. İşte bu koyuyor.
Bu sabah gördüm videoyu. İzmir’de sıradan bir trafik kavgası
ölümle bitiyor. Bir önceki yazımda, celalli olduğumuzu, ufak bir özürle, basit
bir hoşgörüyle kapanacak pek çok konuyu, kanlı kavgalara dönüştürdüğümüzü
yazmıştım. Severken de döverken de ayarını tutturamıyoruz. Nedir derdimiz, bir
anlayabilsem? Bu derece şiddet eğilimi nereden geliyor? Olaya bakıyorum, sıradan
bir araba çiziği, kavgaya bakıyorum, sanki biri birisinin hanesine tecavüz edip,
hane sakinlerini esir almış. İki kardeş araba kullanırken bir polis arabasına
çarpıyor. Öyle kafa kafaya bir çarpışma falan değil, belki tamponda bir çizik,
ufak bir ezilme. Sonrasında polis ceza yazmak istiyor haklı olarak. Gençlerden
birisi buna engel olmak istiyor, kardeşim yakında askere gidecek bahanesiyle.
Polis de bunun ya da kardeşinin kafasına telsizle vuruyor –haksız olarak-. Ardından
kavga çıkıyor. Bundan sonrası videoda izlenebilir. Kavga sırasında abi eline
bir sandalye almış, birilerinin üzerine yürüyor. Etraf polis kaynıyor.
İsteseler rahatlıkla bu genci etkisiz hale getirebilirler. Ama gencin üzerine
atlayıp, kavgayı sonlandırmak yerine, gerilerden gelen bir polis silahını çekip
yakın mesafeden gencin üzerine dört mermi sıkıyor. İki kurşun bacağına, bir
kurşun da karnına geliyor. Tabii, ondan sonrası bağrışma, didişme falan.
Cankurtaran geliyor ama maalesef genç hastanede ölüyor. İki kişi de seken
kurşunlardan dolayı yaralı.
Bütün bir resme baktığımız zaman Türkiye’de hayatın ne kadar
ucuz olduğunu, aslında sırf yaşadığımız için şanslı sayılabileceğimizi
düşünebiliriz. Eve her geldiğimizde “Bugün de ölmedim bir serseri çakısıyla ya
da bir polis mermisiyle, çok şükür.” Demeliyiz belki de. Polis böylesi bir olay
karşısında ne yapacağını bilmiyor ya da bildiği halde kolayına geldiği için
silahını kullanmayı tercih ediyor. İşin tuhaf yanlarından birisi de olaydan
sonra mahallenin gencine kurşun yağdıran polisin yolun köşesinde hiçbir şey
olmamış gibi cep telefonunda görüşme yapıyor olması. Belki üslerini arıyor olayı kendi lehine
çekebilmek için, belki tüm olayın videoya kaydedildiğinden haberi olmadığından
dolayı çok farklı bir şekilde rapor ediyor durumu amirine. Sanki az önce bir
insanın ölümüne neden olmuş polis kendisi değilmiş, manavdan karpuz siparişi
verir gibi duruyor orada, mahallelinin şaşkın, tırsmış ve kesinlikle kin dolu
bakışlarına aldırmaksızın. İşte video burada. Genç bir insanın –ne kadar
kusurlu olursa olsun ölümü hak etmeyen bir insanın- yasal kurşunlarla
öldürülüşünü görmeye dayanamayacaksanız izlememenizi salık veriyorum. Bir de arzu ederseniz olaydan sonra bir başka emniyet müdürünün bir sosyal paylaşım sitesinde yazdığı mesajı buradan okuyabilirsiniz:
http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1344932601&year=2012&month=08&day=14
http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1344932601&year=2012&month=08&day=14
Bir de bu var, aynı günlerde yaşanan: http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1344933503&year=2012&month=08&day=14
Şimdi buradan yola çıkarak Paracelsus’un bir lafını hatırlatacağım. “Kötülük ayartılmış iyiliktir.” demiş Alman (İsviçreli) düşünür. Öyle bizim kötü diye tanımladığımız insanlar kötülük yapıyorum diye işlemezler cürümlerini. Öncelikle kendilerini doğru olanı yaptıklarına inandırırlar. Ardından da kendileri için bu doğru olan eylemi türlü kılıflara sokup, türlü bahaneler eşliğinde yürürlüğe koyarlar. Bunlar kimlerdir. Torpille iş bulanlar, bir bildiklerini araya sokup uzaklara çıkan tayinlerini iptal ettirenler, yukarıdan birilerini ayarlayıp hapisten adam çıkartanlar, rüşvetle iş halledenler, tanıdıklarına kolaylık sağlayanlar, aile ve akrabalarına her türlü muameleyi yapanlar… Liste uzayıp gider ve bu uzayıp giden listeye dahil olan o kadar çok insan vardır ki toplumumuzda, bir türlü akıl sır erdiremeyiz neden eli yüzü düzgün bir toplum olamadığımıza! Neden bir Almanya gibi çalışkan, neden bir Japonya kadar temiz, neden bir Fransa kadar üretken, neden bir Singapur kadar rahat değiliz? Çünkü hemen hepimiz ayartılmış iyiliklere bulanmış durumdayız. Öyle ki bu durumları normal karşılıyoruz, “olmazsa olmaz” olarak algılıyoruz. Herkes yolunu bulma, bir an önce en kısa yolda köşeyi dönme derdinde. Makyavelci bir bakış açısıyla “hedefe ulaştıran her araç mubahtır.” Bununla da kalmayıp, hedefe ulaştıracak tüm araçları –doğru ya da yanlış fark etmez- seferber etmeyenleri ahmaklıkla, yol iz bilmemezlikle suçluyoruz. Ancak aptallar bilemez köşeyi nasıl döneceklerini. Ancak ahmaklar uzun sıralarda beklerler, tayinlerine ne çıkarsa giderler, sahte raporlar düzenleyip çalışmadan aylık almanın yolunu yordamını bilemezler. Ve ahmak olmayanlar içimizde yaşayan, saygınlık kazanmış kişiler olurlar. Bir şekilde yollarını buldukları için de etraflarına toplayacakları, hayatta edindikleri düsturları aktaracakları yeni yetme gençler mutlaka olacaktır. Onlara abi, dayı, bey, efendi, hacı diyen, kısa sürede aynı yolun yolcusu olacak henüz ayartılmamış iyi insanlar…
Şimdi buradan yola çıkarak Paracelsus’un bir lafını hatırlatacağım. “Kötülük ayartılmış iyiliktir.” demiş Alman (İsviçreli) düşünür. Öyle bizim kötü diye tanımladığımız insanlar kötülük yapıyorum diye işlemezler cürümlerini. Öncelikle kendilerini doğru olanı yaptıklarına inandırırlar. Ardından da kendileri için bu doğru olan eylemi türlü kılıflara sokup, türlü bahaneler eşliğinde yürürlüğe koyarlar. Bunlar kimlerdir. Torpille iş bulanlar, bir bildiklerini araya sokup uzaklara çıkan tayinlerini iptal ettirenler, yukarıdan birilerini ayarlayıp hapisten adam çıkartanlar, rüşvetle iş halledenler, tanıdıklarına kolaylık sağlayanlar, aile ve akrabalarına her türlü muameleyi yapanlar… Liste uzayıp gider ve bu uzayıp giden listeye dahil olan o kadar çok insan vardır ki toplumumuzda, bir türlü akıl sır erdiremeyiz neden eli yüzü düzgün bir toplum olamadığımıza! Neden bir Almanya gibi çalışkan, neden bir Japonya kadar temiz, neden bir Fransa kadar üretken, neden bir Singapur kadar rahat değiliz? Çünkü hemen hepimiz ayartılmış iyiliklere bulanmış durumdayız. Öyle ki bu durumları normal karşılıyoruz, “olmazsa olmaz” olarak algılıyoruz. Herkes yolunu bulma, bir an önce en kısa yolda köşeyi dönme derdinde. Makyavelci bir bakış açısıyla “hedefe ulaştıran her araç mubahtır.” Bununla da kalmayıp, hedefe ulaştıracak tüm araçları –doğru ya da yanlış fark etmez- seferber etmeyenleri ahmaklıkla, yol iz bilmemezlikle suçluyoruz. Ancak aptallar bilemez köşeyi nasıl döneceklerini. Ancak ahmaklar uzun sıralarda beklerler, tayinlerine ne çıkarsa giderler, sahte raporlar düzenleyip çalışmadan aylık almanın yolunu yordamını bilemezler. Ve ahmak olmayanlar içimizde yaşayan, saygınlık kazanmış kişiler olurlar. Bir şekilde yollarını buldukları için de etraflarına toplayacakları, hayatta edindikleri düsturları aktaracakları yeni yetme gençler mutlaka olacaktır. Onlara abi, dayı, bey, efendi, hacı diyen, kısa sürede aynı yolun yolcusu olacak henüz ayartılmamış iyi insanlar…
Kötülüğün ayartılmış iyilik olması aslında ilk düşününce
insanı sarsan bir hava yaratır. Mesela, televizyondaki banka reklamlarına
bakalım. İş Bankası “Geleneksel bayram kredisi” diye bir şeyden bahsediyor
reklamda. Bir şey gelenekselse uzun süredir insanlar tarafından kullanılıyor ve
takdir görüyor demektir. Ben ne küçüklüğümde, ne gençliğimde ne de yetişkin
yaşımda “geleneksel bayram kredisi” diye bir şey duydum. Öyle bir şeyin var
olduğunu bile düşünmüyorum. Ama iş reklama, toplumun değer verdiği şeyleri
kullanarak yeni kârlar yaratmaya gelince reklamcılık sınır tanımaz. Bu konuda
yalan ahlâksızlık olmaz çünkü zaten reklam yapanlar ekran altlarında ufacık
yazılarla kanunları, aslında kimlerin bu reklamda anlatılanların içine dahil
olamayacağını “açık ve seçik” olarak yazarlar. Sonuç olarak o ufacık yazıları
okumayan bizler suçlu oluruz kanun önünde. Önemli olan para kazanmaksa
kapitalizm kutsal falan tanımaz; kullanır, eskitir ve atar. İleride “Geleneksel
Kadir Gecesi” kredisi, “Geleneksel Sevgililer Günü” kredisi adları altında
geleneğin adını kullanarak daha neler üretirler.
Maksat zaten borca batmış
insanları daha bir borca sokmak. Peki borca batan insan neyi yapamaz. Mutlu
olur, harcamaya devam eder, arkadaşlıklarını sürdürür, kredi kartlarının
verdiği limitler içinde yemeye ve eğlenmeye devam eder. Yapamayacağı şey
isyandır. Kendisine yapılan haksızlığa ses çıkaramaz borca batan insan, patron
hakkını yediğinde yutkunmaktan başka bir şey gelmez elinden. Çünkü ödenecek
faturalar vardır, bekleyen borçlular vardır, eşyaların taksitleri, evin
kredisi, çocuğun okulunun masrafları vardır. Borçlu insan başı dik yürüyemez,
beli bükü yürür. Sistem de bindirdikçe bindirir bu bükük belin üzerine, yeter
ki doğrultmasın belini, yeter ki göremesin önünü. Televizyona bakıyorum, en çok reklamı çıkan
ürünler: banka kredileri. Neden? Harcayın ki unutun, harcayın ki biz para
kazanalım. Boşuna değil tabii son birkaç yıldır Türkiye’de en çok kâr yapan
kurumların bankalar oluşu.
Bakın bu Ramazanda en ilgincime giden reklamlardan birisi cocacola
reklamları. Yok efendim iftar sofralarının vazgeçilmez lezzetiymiş, yok dedemiz
cocacola olmayan sofraya oturmazmış, yok gökten yağmur gibi cocacola yağıyormuş.
Ya bunlar halkı aptal yerine koymaya bayılıyorlar ya da gerçekten aptalız biz.
Biz ne zaman bu kadar colakolik olduk? Cocacola’nın içinde alkol olduğu konusu daha
geçen yıl Avrupa’nın gündemine oturmuş, bazı ülkeler alkol satışı izni olmayan dükkânlarda
cocacola satışlarını yasaklamıştı. Hem sonra cocacola kadar kapitalizme simge
olabilecek başka bir marka var mı? Aynı kapitalizmin bir diğer simgesi de silah
satışları ve savaşlardır. Afganistan’da, Irak’ta ABD’nin yaptığı bunca zulme ve
neden olduğu bunca acıya Türk-Müslüman toplumu kola içerek mi ortak oluyor? Bu
mudur yani Türkiye halkının bilinçli Müslümanlığı?
Malum, modern olamadan post-modern olduğumuz için geleneğe
karşı bir zayıflığımız var. Avrupa modernizmi yaşadıktan, onun yanıt veremediği
bazı sorunları deneyimledikten sonra postmoderne kaydı ama bu kayışın temelinde
ciddi bir modern altyapı vardı. O altyapı halen var ve her şeye rağmen yıkılmıyorlar.
Bizde ne var: cılkı çıkarılmış bir postmodernizm furyası. Yok evlerimizi feng
şui tarzında döşeyelim, yok çakralarımız mahrum kalmasın pozitif enerjiden, yok
roman içine roman sokup en sonunda hepsinin aslında okuyucunun rüyasında rüya
gören yazarın intiharı olduğunu ima edelim, hep birlikte Murakami okuyup,
Osmanlı desenli minderler üzerinde yoga yapalım… Artık midem bulanmaya başladı
bu klişe postmodern zırvalıklar görünce. Boş kardeşim boş, bu işler boş. Hepsi
çöp, çöpten bile değersiz…
Ama bizde postmodernizm, İslam’ın ve Osmanlı geleneğinin
dirilişi olarak algılandığı için muhafazakar kesimin çok ama çooook hoşuna gidiyor. Hal böyle olunca tabii, “modernizm
tu kaka, Avrupa batıyor, biz daha iyiyiz” laflarıyla büyüyor bir nesil. Şunu
söyleyeyim Avrupa’yla denk olduğumuz tek konu pahalılığımız. Kalan hemen her
konuda geriyiz, sürünüyoruz, rezil haldeyiz. Eğitim, sağlık, ulaşım, teknoloji,
bilim… Neresinden tutarsanız tutun, geriyiz. Postmodernism sadece sıvadı çirkinliklerin
üzerini, kapattı temiz bir cilayla. “Ama biz Müslümanız, biz farklıyız, Avrupa
bizi böyle kabul etmeli” bahaneleriyle tıkadı tüm modernleşme gayretlerini. Oysa
altta değişen bir şey yok. Toplum halâ cahil, halâ eğitimsiz, halâ bilime ve
bilgiye karşı duyarsız. Herkesin elinde, parmaklarının ucunda çevirdikleri cep
telefonları olmasına rağmen bilgiye karşı sırtımızı dönmüş konumdayız.
Unutmamak gerekir ki
teknoloji denenmiş ve kanıtlanmış bilimin ürünüdür. Oysa bilim denenmemiş ve
henüz kanıtlanmamışın peşinde koşar. Maalesef bu tanıma uygun bilim yapan bir Müslüman
ülke dünya üzerinde yoktur ve uzun süre daha var olacağa benzemiyor. Bu postmodern bela öyle başımızı sardı ki
artık bilime de kafa tutar olduk –bilimi bilsek de yapsak neyse, cahil
cesaretiyle saldırıyoruz-. Yok bilim her şeyi açıklayamazmış, yok metafizik*
bilimin konusu dışındaymış, yok bilim insanı mutlu edemezmiş. Peki ne eder? Yanıtı biliyoruz zaten! Tekrara gerek yok.
Bir de işin şu yönü var: AKP’nin son on yılda getirdiği
gazla kurumsallaştı modern toplumlarda “pre-modern”
olarak görülen pek çok şey.
Her yeni yapılan inşaata bir kemer eklenmeye başladılar mimarlar. Oysa düşünseler
azıcık, o kemerlerin Osmanlı’dan önce Romalılar tarafından gelenek haline
getirildiklerini, vaz geçecekler belki de sağa sola kemer inşa etmekten. Sağda
solda görüyorum, kahve + fal = 10 TL diye. Şaka gibi ama gerçek! Millet fal
baktırmak için para veriyor, sosyete bu konuda yarışıyor, televizyonda
astroloji programları yapılıyor. Dedim ya, pre-modernden post-moderne atladık.
Modern, aklın üstünlüğünü kabul eden, bilimsel bilgiyi her şeyin önüne koyan
toplumdu. Post-modern ise modern toplumda yaşayanların mutlu olamadıklarına
kanaât getirip geleneğe yönelme eğilimi getirdi. Böyle olunca; bir zamanların
hipileri Hindistan’a gidip uzun sakallı bir deri bir kemik kalmış guruların
dizlerinin dibinde, Kant’tan, Hume’dan, Rousseou’dan öğrenemediklerini
öğrendiler –güya!-, mistik olan, sırf batıcı otoriter aklı reddettiği için el
üstünde tutulur oldu, toplumumuz henüz akla değer veren bir toplum olamamışken
bir anda akıldışının büyüsüne kapıldı, akıntıda savrulmaya başladı, aklın
duvarlarına kafa tutar oldu.
Bilime yatırım yapmak
yerine teknolojiye yatırım yapıyor oluşumuz bundandır. Batıyla aramızdaki farkı
olduğundan az göstermektir amacımız. Mesele robot yapmak, telefon üretmek,
televizyon satmak değildir. Mesele, bilime inanan, bilgi edinmeye sevdalanmış, yaşamı bir öğrenme süreci olarak gören bir
nesil yetiştirebilmektir. Bakın üniversitelerimize. İlk beş yüze her yıl ya bir
ya iki üniversite giriyor çünkü bir üniversitenin değeri istihdam yaratarak
yükseltilmez, bilgi üreterek, üretilen bilgileri mevcut olanla harmanlayarak,
yeni yayınlar yaparak yükseltilir.
Geri kalmışlığımızın, daha da geri kalacağımızın
işaretlerini sıralamak, bu konuda yazmak uzun ve çetrefilli bir iş ama
yapılamayacak bir iş değil. Neden bu kadar geriyiz sorusunun yanıtı aslında
geride, yani geçmişte saklı. Bizi biz yapan değerleri, dini, geleneği, dili,
tarihi ele almadan geri kalmışlığımızı tartışamayız. O da ileriki yazılara
kalsın.
* Türkçe’de “metafizik” kadar yanlış anlaşılan bir sözcük
yoktur herhalde. Dindar insanlar metafizik deyince “Tanrı, melek, şeytan, ruh”
falan anlıyorlar. Yok kardeşim, yok! Metafizik sözcüğünün bilimsel olmayan
kavramlarla hiç mi hiçbir ilişkisi yok. Metafizik, fizik biliminin teknik
olarak elinin uzanamadığı kavramları tartışır. Mesela, “nedensellik” nedir, “madde”
nedir, “uzam” nedir, “zaman” nedir?. Teknik olarak dedim çünkü metafiziğin ilgi
alanına giren pek çok soru fizik biliminin gelişmesi ve yeni bulgular sayesinde
açıklık kazanmış ya da kısmen yeni sorulara yol açmıştır. Daha geniş bilgi ve
bu derin yanlış anlamanın kaynağı için kelimenin etimolojisini aşağıya
ekliyorum. Kaynak: http://en.wikipedia.org/wiki/Metaphysics
The word "metaphysics"
derives from the Greek words μετά (metá) ("beyond", "upon"
or "after") and φυσικά
(physiká) ("physics").[7] It
was first used as the title for several of Aristotle's works, because they were
usually anthologized after the works on physics in complete editions. The prefix meta- ("beyond") indicates that
these works come "after" the chapters on physics. However, Aristotle
himself did not call the subject of these books "Metaphysics": he
referred to it as "first philosophy." The editor of Aristotle's works,Andronicus of
Rhodes, is thought to have placed the books on first philosophy
right after another work, Physics,
and called them τὰ
μετὰ τὰ φυσικὰ βιβλία (ta
meta ta physika biblia) or "the books that come after the [books on]
physics". This was misread by Latinscholiasts, who thought it meant "the
science of what is beyond the physical."
However,
once the name was given, the commentators sought to find intrinsic reasons for
its appropriateness. For instance, it was understood to mean "the science
of the world beyond nature (phusis in
Greek)," that is, the science of the immaterial. Again, it was understood
to refer to the chronological or pedagogical order among our philosophical
studies, so that the "metaphysical sciences would mean, those that we
study after having mastered the sciences that deal with the physical
world" (St. Thomas Aquinas, "In Lib, Boeth. de Trin.", V, 1).
There
is a widespread use of the term in current popular literature, which replicates
this error, i.e. that metaphysical means spiritual non-physical: thus,
"metaphysical healing" means healing by means of remedies that are
not physical.[8]
Bir haftadir yeni yazi yok. Haydi artik ama!!! ACS
YanıtlaSilParacelsus hakkında araştırma yaparken blogunuzu keşfettim. Yazdığınız bu yazıda kalite gördüm ve takipteyim.
YanıtlaSil