Sabahın alacakaranlığı, hafif bir rüzgar esiyor avlunun
kapısından içeriye doğru, sarı yapraklar savruluyor havada. Kapının paslı
demirlerini görünce Çang May’daki okulun yurdunda olduğumu anlıyorum. Yerler
ıslanmış biraz, belli yağmış hafiften. Yanımda bir öğrenci var yüzü tanıdık
gelen ama adını bilmediğim. “Mu” diyorum içimden, “Lin” diyorum, “Ays” diyorum
yakında bulacağımı umarak. Sonra onu görüyorum ya da nasıl oluyorsa gördüğümün
o olduğunu seziyorum –belli ki bu bir rüya-. Üzerinde ince bir yelek, sol eli
yeleğin cebinde, ayağında kısa topuklu terlikler, eteği hafif hafif havalanıyor
bacaklarının beyazlığını ortaya çıkarmak istercesine. Arkası bana dönük olduğu
için göremiyorum yüzünü ama biliyorum azıcık daha beklersem dönüp bana
bakacağını. Yalnız, o bana bakıyorken benim ona bakıyor olduğumu görmesini
istemiyorum. Ters bir durum bu, olanaksız bir nazlanış! Bu durumda onun bana
bakıp bakmadığını asla bilemeyeceğim. Tereddütlerim son haddine varıyor, öyle
iki arada bir derede kararsız! Ben böyle bir yere bir havaya, geçişler
sırasında ona bakıyorken, o hafifçe dönüyor ve gözleriyle azarlıyor beni. Her
zamanki düğme deliği gözler, her zamanki “hep senin yüzünden” diyen bakışlar.
Uyanıyorum! Yorganın altından çıkan ayaklarımı içeriye sokuyorum. Saat daha
5:30.
Yataktan kalktım, salona geçtim. Okula gitmeme 3 saat var.
Uyumak istesem uyuyamayacağımı biliyorum ama yine de uzanıyorum üçlü koltuğa.
Bir süre beni uyandıran rüyayı düşünüyorum. Tuhaf bir ses bölüyor sessizliği.
Ses televizyonun arkasından geliyor. Kalkıp, televizyonun arkasına bakıyorum
ama görünürde bir şey yok, sesin şiddeti ise artmış durumda. Duvara biraz daha
yaklaşıyorum ve böylece keşfediyorum sesin kaynağını: Duvardaki saat. “Vay”
diyorum kendi kendime. “Bir duvar saati bu kadar ses çıkarır mı yahu?”. Aslında saatin olağanüstü bir ses çıkardığı
yok. Sadece, sabahın zifiri sessizliği, sıradan seyrinde işleyen saati gürleyen
bir canavara dönüştürüyor. Buğday üreten bir değirmen tekeri gibi uğulduyor.
Öylece bakakalıyorum saniyenin yürüyüşüne. Zamanın akışına tanık olmak, hatta bir
de buna şaşırmak günün her saatinde nasip olmuyor insana.
Geri dönüp tekrar uzanıyorum koltuğa. Saatin cızırtısı
kesintisiz kazınıyor kafama. Aklıma yine az önce gördüğüm rüya geliyor. Canım
sıkılıyor, moralim zaten bozuk. Kalkıp önce notlarımı, sonra da bilgisayarı
açıyorum. Sayfanın başında okula gidiş ve gelişlerimin süre kayıtları var. Yeni
bir yol buldum birkaç gün önce. Artık dairenin kapısından ofisin kapısına 19
dakikada ulaşabiliyorum. Gazete almak için durduğumda bu süre 20 dakikaya
çıkıyor. Şimdilik standart sapma yarım dakikanın altında. Ortalama ise 19 dakika 23 saniye. Uzun erimde
ne standart sapma ne de ortalama değişir gibime geliyor çünkü yürüyüş güzergâhımda
beni durduran ya da hızımı yavaşlatan herhangi bir engel yok. Eğer varış sürem bir rastgele değişkense ve
bu değişken normal dağılıyorsa , %99.7 olasılıkla okula 22 dakikadan daha kısa
bir sürede varabilirim. Saçma ve kimsenin umurunda olmayan şeylerden
bahsettiğimin farkındayım ama ben rutin hayatı daha da rutinleştirmeyi severim.
Sonuç olarak okula gidip geleceğim, muayyen bir yolu –muhtemelen en kısa olanı-
takip edeceğim ve günlerimin çoğu bu mekanik döngüsel çizgide geçecek. Öyleyse
neden ben bu mekanikliği daha da mekanikleştirip, hayatın kalanını –ya da bunun
dışında kalan hayatın kendisini- özgürce yaşamayayım?
Defterin başına büyük harflerle “DOĞADAKİ DENGESİZLİK”
yazmışım. Bugünlerde doğadaki dengesizliği düşünüyorum boyuna. Sağda solda
görüyorum, evrim karşıtlığını yayacağım diye saçma sapan hipotezlerle yola
çıkıp, en sonunda baştan planladığı Tanrı’ya varan yazıları. Onlardan söz etmek
niyetim yok şimdi. Asıl niyetim doğadaki denge denen bir şeyin olmamasını
anlatmak. Denge durağan sistemler için kullanılması gereken bir kelimedir çünkü
denge hareketsizliği imler. Oysa doğa alabildiğine dinamiktir. Sürekli değişir
ve değişime ayak uyduramayan ya yok olur ya da uyum sağlayabileceği yeni
ortamlara göçer. Doğanın en büyük silahı da bu dengesizliktir, dengeye muhtaç
olmamasıdır. Durup bir soluklanmak doğaya yakışmaz. Devinim ve değişimdir onun akranları.
Durum böyle olunca denge lafı da pek yakışmaz doğaya.
İnsanın en büyük hatası bu dengesizliğe denge getirme
çabasıdır. Eğer bir dere insanların hırs dolu yaşamlarından bağımsız olarak
kurumuşsa, o dere yatağında barınan yaşam ya göç edecektir, ya susuzluğa adapte
olacaktır ya da tümüyle ölecektir. Dünyanın 5 milyarlık yaşı boyunca
milyonlarca tür yok olmuş, milyonlarca yeni tür ortaya çıkmıştır ya da
mutasyona uğramıştır. Bu doğanın statik bir dengeyi kabul etmemesinin sonucudur.
Peki biz ne yapıyoruz! Hem ihtiyacımızdan fazlasını üretip/tüketip doğanın
içine ediyoruz hem de ardından “denge denge denge” diye bağırıp dengesizliği
bozuyoruz.
Hayvanlar ve bitkiler yeri geldiği zaman sessizce ölmeyi ve
göç etmeyi biliyorlar. Bunu bilmeyen bizler, ölmemek ve alıştığımız toprakları
terk etmemek için “bilinçli” bir şekilde doğayı değiştiriyoruz. Örneğin, bir
dere insanlardan bağımsız nedenlerden dolayı kurursa, köyümüzden ayrılmamak
için başka bir dereyi köyümüze bağlıyoruz. Bunun sonucunda başka dereleri
kurutuyor, başka çevrelerde yaşayan canlılara zarar veriyoruz. Bilinç burada
bencil davranıyor ve belki de evrime en büyük darbeyi bu şekilde vuruyor. Bir
çeşit yılanın kendisini yemeye kuyruğundan başlaması gibi bir şey. Bilinç ve
evrim aslında bir ve aynı şeyler –Yazının ve labirentin aynı ve bir olması gibi
mi, sayın Borges?-. Bunun yanında bilincin yaşam silahı olarak görülebilecek
akıl, evrimin en büyük düşmanı görünümünde. Çünkü akıl, Darwin’in “Öl, Göç Et
ya da Adapte ol” üçlemesine bir dördüncüsünü ekliyor: doğayı kendi keyfine göre
düzenle/değiştir. Bu dördüncü seçenek aslında doğadaki dengesizliğe vurulan en
büyük darbedir çünkü hiçbir hayvan/bitki kendi keyfi için doğayı hançerlemez.
İhtiyacını giderir, yaşar, çoğalır ve ölür. İnsanlar ihtiyaçlarının çok üstünde
varlık sahibi olsalar da daha fazlasını isteyecekleri için durulmaz bir yıkım
çabasının içindedirler. Bu noktadan bakınca aklın gelişimi evrimin intiharı
olarak görülebilir. Peki neden evrim bu tür bir kendi-yıkıma (self-destruction)
yönelsin? Belki de bu da aynı dengesizliğin bir parçasıdır. Savaşlar için nasıl
ki en büyük neden kaynakların adilce paylaşılamamasıdır, aklın gelişmesinin
nedeni de insan soyunun durdurulamaz gelişimine bir nokta koymaktır. Ancak bu
şekilde, yani kendimizi –en azından bir kısmımızı- yok ederek yola devam
edebiliriz mesajı çıkıyor evrimin aklı bize vermesinden.
Olumsuz ve arzu edilmeyen bir sonuca vardım, hiç de
tasarlamamışken. Hayatı anlamak için evrimi anlamak şart çünkü az önce yazdığım
gibi evrim ve bilinç aynı şeyler. Bir yoldaki araçların hızlarının trafiğin yoğunluğu
tarafından belirlenmesini düşünün. Trafik yoğunsa araçlar hızlı gidemezler,
trafik yoğun değilse araçlar istedikleri hızlarda ilerleyebilirler. Ama aynı
zamanda trafiğin yoğunluğunu kendisini oluşturan araçların hızları belirler.
Yani trafik araçsız olmaz. Bu durumda bir kısır döngü vardır tek tek her bir
aracın hızıyla, trafiğin ortalama hızı arasında. İşte bilinç de böyle bir
şeydir. Hegelci bir idealizme kaçıp evrensel “Geist”den bahsetmiyorum burada.
Benim sözünü ettiğim şey tamamen materyalist dünyaya ait, tertemiz ve bizden bir
kavram. Hayatın her aşamasında rahatlıkla gözlemlenebilecek bir döngü bu.
Trafik örneğine dönersek bilinç dediğimiz şey trafiğin kendisidir. Trafik
araçlar için farkındalık yaratır. Araçlar trafiğin hızına adapte olmaktan başka
bir şey yapamazlar. Ne hızlı gidebilirler ne de yavaş. Araçların her birinin bu
adapte olması, başka bir yola sapması ya da durup trafik dışı kalması da evrim
sürecinin işliyor olmasıdır.
Bu noktadan bakınca evrim, eğitim hayatının her yılında
defalarca öğretilmesi gereken bir yaşam dersidir. Evrimi sadece biyolojiyle,
canlıların değişimiyle sınırlamamak gerekir. Bir havaalanı da evrimleşir, bir
kahve fincanı da. Kurallar hayatın hemen her noktasında benzer keskin
virajlarla işler. Bu yüzden öğrencilerin evrimi sadece öğrenmeleri değil aynı
zamanda içselleştirmeleri gerekir. Tuhaftır, bu günlerde evrim yine masaya
yatırılıyor eğitimciler tarafından. Yok kanun değilmiş, yok kurammış, yok
yaratıcılık kuramı okullarda öğretilmeliymiş, yok insanın atası maymun
değilmiş. Okuduğunu anlamayan ya da hiç okumayan bir neslin karın gurultuları
bunlar. Dünya çapındaki bilim insanları evrime “geçici” bir kuram gözüyle
bakmaz –Bilim insanı için bütün kuramlar/kanunlar değişebilir. Öteki türlü
bilim yapılmaz zaten.-. Einstein’ın görecelilik kuramı ne kadar işe yarıyorsa
Darwin’in evrim kuramı da o derece işe yarıyordur. Bilimsel kuramlar tabii ki
işe yararlılıklarıyla ölçülmezler ama en azından bu, kuramın uzun erimde doğrulanması
için bir ölçüdür. Bugün evrimin geldiği nokta, mikrobiyolojiden zoolojiye kadar
bilimin pek çok alanını izah edebilecek yetkinliktedir.
Daha kapsayıcı bir kuram geliştirilip, canlıların
çeşitliliği ve gelişimi açıklanana kadar evrim elimizdeki en iyi açıklamadır. Yaratıcılık
bir bilimsel kuram değildir. Bir kısım bilim-düşmanlarının yere göğe sığdıramadığı postmodern Popper’ın
kıstaslarına göre bile bilimsel değildir çünkü Tanrı’nın varlığı / yaratmışlığı
yanlışlanamaz. Popper evrimi de aynı kategoriye koymak istemiştir ama modern
biyologlar evrimin yanlışlanabileceğini evrim kuramının da evrim geçirdiğini
göstererek kanıtlamışlardır. Yaratıcılık kuramı asla evrime alternatif olarak
okutulmamalıdır çünkü bilimsel olanla bilimsel olmayanı karşılaştırmaya
kalkarsak işin için çıkamayız.
Saat yine 8 oldu. Daha yazacaktım ama burada durmalıyım.
Geri kalmışlık sorununa da değinemedim bugün. Artık bir sonraki yazıya, kem küm
etmeden başlar, o maddelerde biraz ilerlerim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder