Bu Blogda Ara

04 Eylül 2012

Türkiye'den Mektuplar 11


Sabahın alacakaranlığı, hafif bir rüzgar esiyor avlunun kapısından içeriye doğru, sarı yapraklar savruluyor havada. Kapının paslı demirlerini görünce Çang May’daki okulun yurdunda olduğumu anlıyorum. Yerler ıslanmış biraz, belli yağmış hafiften. Yanımda bir öğrenci var yüzü tanıdık gelen ama adını bilmediğim. “Mu” diyorum içimden, “Lin” diyorum, “Ays” diyorum yakında bulacağımı umarak. Sonra onu görüyorum ya da nasıl oluyorsa gördüğümün o olduğunu seziyorum –belli ki bu bir rüya-. Üzerinde ince bir yelek, sol eli yeleğin cebinde, ayağında kısa topuklu terlikler, eteği hafif hafif havalanıyor bacaklarının beyazlığını ortaya çıkarmak istercesine. Arkası bana dönük olduğu için göremiyorum yüzünü ama biliyorum azıcık daha beklersem dönüp bana bakacağını. Yalnız, o bana bakıyorken benim ona bakıyor olduğumu görmesini istemiyorum. Ters bir durum bu, olanaksız bir nazlanış! Bu durumda onun bana bakıp bakmadığını asla bilemeyeceğim. Tereddütlerim son haddine varıyor, öyle iki arada bir derede kararsız! Ben böyle bir yere bir havaya, geçişler sırasında ona bakıyorken, o hafifçe dönüyor ve gözleriyle azarlıyor beni. Her zamanki düğme deliği gözler, her zamanki “hep senin yüzünden” diyen bakışlar. Uyanıyorum! Yorganın altından çıkan ayaklarımı içeriye sokuyorum. Saat daha 5:30.

Yataktan kalktım, salona geçtim. Okula gitmeme 3 saat var. Uyumak istesem uyuyamayacağımı biliyorum ama yine de uzanıyorum üçlü koltuğa. Bir süre beni uyandıran rüyayı düşünüyorum. Tuhaf bir ses bölüyor sessizliği. Ses televizyonun arkasından geliyor. Kalkıp, televizyonun arkasına bakıyorum ama görünürde bir şey yok, sesin şiddeti ise artmış durumda. Duvara biraz daha yaklaşıyorum ve böylece keşfediyorum sesin kaynağını: Duvardaki saat. “Vay” diyorum kendi kendime. “Bir duvar saati bu kadar ses çıkarır mı yahu?”.  Aslında saatin olağanüstü bir ses çıkardığı yok. Sadece, sabahın zifiri sessizliği, sıradan seyrinde işleyen saati gürleyen bir canavara dönüştürüyor. Buğday üreten bir değirmen tekeri gibi uğulduyor. Öylece bakakalıyorum saniyenin yürüyüşüne. Zamanın akışına tanık olmak, hatta bir de buna şaşırmak günün her saatinde nasip olmuyor insana.

Geri dönüp tekrar uzanıyorum koltuğa. Saatin cızırtısı kesintisiz kazınıyor kafama. Aklıma yine az önce gördüğüm rüya geliyor. Canım sıkılıyor, moralim zaten bozuk. Kalkıp önce notlarımı, sonra da bilgisayarı açıyorum. Sayfanın başında okula gidiş ve gelişlerimin süre kayıtları var. Yeni bir yol buldum birkaç gün önce. Artık dairenin kapısından ofisin kapısına 19 dakikada ulaşabiliyorum. Gazete almak için durduğumda bu süre 20 dakikaya çıkıyor. Şimdilik standart sapma yarım dakikanın altında.  Ortalama ise 19 dakika 23 saniye. Uzun erimde ne standart sapma ne de ortalama değişir gibime geliyor çünkü yürüyüş güzergâhımda beni durduran ya da hızımı yavaşlatan herhangi bir engel yok.  Eğer varış sürem bir rastgele değişkense ve bu değişken normal dağılıyorsa , %99.7 olasılıkla okula 22 dakikadan daha kısa bir sürede varabilirim. Saçma ve kimsenin umurunda olmayan şeylerden bahsettiğimin farkındayım ama ben rutin hayatı daha da rutinleştirmeyi severim. Sonuç olarak okula gidip geleceğim, muayyen bir yolu –muhtemelen en kısa olanı- takip edeceğim ve günlerimin çoğu bu mekanik döngüsel çizgide geçecek. Öyleyse neden ben bu mekanikliği daha da mekanikleştirip, hayatın kalanını –ya da bunun dışında kalan hayatın kendisini- özgürce yaşamayayım?

Defterin başına büyük harflerle “DOĞADAKİ DENGESİZLİK” yazmışım. Bugünlerde doğadaki dengesizliği düşünüyorum boyuna. Sağda solda görüyorum, evrim karşıtlığını yayacağım diye saçma sapan hipotezlerle yola çıkıp, en sonunda baştan planladığı Tanrı’ya varan yazıları. Onlardan söz etmek niyetim yok şimdi. Asıl niyetim doğadaki denge denen bir şeyin olmamasını anlatmak. Denge durağan sistemler için kullanılması gereken bir kelimedir çünkü denge hareketsizliği imler. Oysa doğa alabildiğine dinamiktir. Sürekli değişir ve değişime ayak uyduramayan ya yok olur ya da uyum sağlayabileceği yeni ortamlara göçer. Doğanın en büyük silahı da bu dengesizliktir, dengeye muhtaç olmamasıdır. Durup bir soluklanmak doğaya yakışmaz. Devinim ve değişimdir onun akranları. Durum böyle olunca denge lafı da pek yakışmaz doğaya.
İnsanın en büyük hatası bu dengesizliğe denge getirme çabasıdır. Eğer bir dere insanların hırs dolu yaşamlarından bağımsız olarak kurumuşsa, o dere yatağında barınan yaşam ya göç edecektir, ya susuzluğa adapte olacaktır ya da tümüyle ölecektir. Dünyanın 5 milyarlık yaşı boyunca milyonlarca tür yok olmuş, milyonlarca yeni tür ortaya çıkmıştır ya da mutasyona uğramıştır. Bu doğanın statik bir dengeyi kabul etmemesinin sonucudur. Peki biz ne yapıyoruz! Hem ihtiyacımızdan fazlasını üretip/tüketip doğanın içine ediyoruz hem de ardından “denge denge denge” diye bağırıp dengesizliği bozuyoruz.

Hayvanlar ve bitkiler yeri geldiği zaman sessizce ölmeyi ve göç etmeyi biliyorlar. Bunu bilmeyen bizler, ölmemek ve alıştığımız toprakları terk etmemek için “bilinçli” bir şekilde doğayı değiştiriyoruz. Örneğin, bir dere insanlardan bağımsız nedenlerden dolayı kurursa, köyümüzden ayrılmamak için başka bir dereyi köyümüze bağlıyoruz. Bunun sonucunda başka dereleri kurutuyor, başka çevrelerde yaşayan canlılara zarar veriyoruz. Bilinç burada bencil davranıyor ve belki de evrime en büyük darbeyi bu şekilde vuruyor. Bir çeşit yılanın kendisini yemeye kuyruğundan başlaması gibi bir şey. Bilinç ve evrim aslında bir ve aynı şeyler –Yazının ve labirentin aynı ve bir olması gibi mi, sayın Borges?-. Bunun yanında bilincin yaşam silahı olarak görülebilecek akıl, evrimin en büyük düşmanı görünümünde. Çünkü akıl, Darwin’in “Öl, Göç Et ya da Adapte ol” üçlemesine bir dördüncüsünü ekliyor: doğayı kendi keyfine göre düzenle/değiştir. Bu dördüncü seçenek aslında doğadaki dengesizliğe vurulan en büyük darbedir çünkü hiçbir hayvan/bitki kendi keyfi için doğayı hançerlemez. İhtiyacını giderir, yaşar, çoğalır ve ölür. İnsanlar ihtiyaçlarının çok üstünde varlık sahibi olsalar da daha fazlasını isteyecekleri için durulmaz bir yıkım çabasının içindedirler. Bu noktadan bakınca aklın gelişimi evrimin intiharı olarak görülebilir. Peki neden evrim bu tür bir kendi-yıkıma (self-destruction) yönelsin? Belki de bu da aynı dengesizliğin bir parçasıdır. Savaşlar için nasıl ki en büyük neden kaynakların adilce paylaşılamamasıdır, aklın gelişmesinin nedeni de insan soyunun durdurulamaz gelişimine bir nokta koymaktır. Ancak bu şekilde, yani kendimizi –en azından bir kısmımızı- yok ederek yola devam edebiliriz mesajı çıkıyor evrimin aklı bize vermesinden.

Olumsuz ve arzu edilmeyen bir sonuca vardım, hiç de tasarlamamışken. Hayatı anlamak için evrimi anlamak şart çünkü az önce yazdığım gibi evrim ve bilinç aynı şeyler. Bir yoldaki araçların hızlarının trafiğin yoğunluğu tarafından belirlenmesini düşünün. Trafik yoğunsa araçlar hızlı gidemezler, trafik yoğun değilse araçlar istedikleri hızlarda ilerleyebilirler. Ama aynı zamanda trafiğin yoğunluğunu kendisini oluşturan araçların hızları belirler. Yani trafik araçsız olmaz. Bu durumda bir kısır döngü vardır tek tek her bir aracın hızıyla, trafiğin ortalama hızı arasında. İşte bilinç de böyle bir şeydir. Hegelci bir idealizme kaçıp evrensel “Geist”den bahsetmiyorum burada. Benim sözünü ettiğim şey tamamen materyalist dünyaya ait, tertemiz ve bizden bir kavram. Hayatın her aşamasında rahatlıkla gözlemlenebilecek bir döngü bu. Trafik örneğine dönersek bilinç dediğimiz şey trafiğin kendisidir. Trafik araçlar için farkındalık yaratır. Araçlar trafiğin hızına adapte olmaktan başka bir şey yapamazlar. Ne hızlı gidebilirler ne de yavaş. Araçların her birinin bu adapte olması, başka bir yola sapması ya da durup trafik dışı kalması da evrim sürecinin işliyor olmasıdır.   

Bu noktadan bakınca evrim, eğitim hayatının her yılında defalarca öğretilmesi gereken bir yaşam dersidir. Evrimi sadece biyolojiyle, canlıların değişimiyle sınırlamamak gerekir. Bir havaalanı da evrimleşir, bir kahve fincanı da. Kurallar hayatın hemen her noktasında benzer keskin virajlarla işler. Bu yüzden öğrencilerin evrimi sadece öğrenmeleri değil aynı zamanda içselleştirmeleri gerekir. Tuhaftır, bu günlerde evrim yine masaya yatırılıyor eğitimciler tarafından. Yok kanun değilmiş, yok kurammış, yok yaratıcılık kuramı okullarda öğretilmeliymiş, yok insanın atası maymun değilmiş. Okuduğunu anlamayan ya da hiç okumayan bir neslin karın gurultuları bunlar. Dünya çapındaki bilim insanları evrime “geçici” bir kuram gözüyle bakmaz –Bilim insanı için bütün kuramlar/kanunlar değişebilir. Öteki türlü bilim yapılmaz zaten.-. Einstein’ın görecelilik kuramı ne kadar işe yarıyorsa Darwin’in evrim kuramı da o derece işe yarıyordur. Bilimsel kuramlar tabii ki işe yararlılıklarıyla ölçülmezler ama en azından bu, kuramın uzun erimde doğrulanması için bir ölçüdür. Bugün evrimin geldiği nokta, mikrobiyolojiden zoolojiye kadar bilimin pek çok alanını izah edebilecek yetkinliktedir.

Daha kapsayıcı bir kuram geliştirilip, canlıların çeşitliliği ve gelişimi açıklanana kadar evrim elimizdeki en iyi açıklamadır. Yaratıcılık bir bilimsel kuram değildir. Bir kısım bilim-düşmanlarının yere  göğe sığdıramadığı postmodern Popper’ın kıstaslarına göre bile bilimsel değildir çünkü Tanrı’nın varlığı / yaratmışlığı yanlışlanamaz. Popper evrimi de aynı kategoriye koymak istemiştir ama modern biyologlar evrimin yanlışlanabileceğini evrim kuramının da evrim geçirdiğini göstererek kanıtlamışlardır. Yaratıcılık kuramı asla evrime alternatif olarak okutulmamalıdır çünkü bilimsel olanla bilimsel olmayanı karşılaştırmaya kalkarsak işin için çıkamayız.

Saat yine 8 oldu. Daha yazacaktım ama burada durmalıyım. Geri kalmışlık sorununa da değinemedim bugün. Artık bir sonraki yazıya, kem küm etmeden başlar, o maddelerde biraz ilerlerim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder