Altı haftadır İstanbul’dayım. Bu altı haftada gördüğüm kavga
sayısı Tayland’da altı yılda gördüğüm kavga sayısından fazla. Hemen her şeye
celâlleniyoruz, önce söz dalaşı, sonra egoların birbirine göğüs bilemesi,
ardından el kol hareketleri ve en sonunda da bıçaklar meydanda. En ufak bir
anlaşmazlık kanlı kavgalara dönüşebiliyor, elimizi kolumuzu kontrol
edemediğimiz gibi dilimizi de kontrol edemiyoruz ve belki de sorun burada
başlıyor.
Olay iki gün önce
oldu. Kadıköy’de durakta sıra bekleyen insanlar. Birisi gelip, diğerinin önüne
geçmiş ya da bir yanlış anlaşılma olmuş. Yanlış anlaşılmanın nedeni pek çok
durumda olduğu gibi burada da kaynakların sınırlı, isteklerin sınırsız –ya da
kaynakların önerebileceğinin çok çok üstünde- olması ve sınırlı kaynakların kullanımı
konusunda “etrafını camî ağyarını manî” bir düzenlemenin yapılmamış olması.
Kadıköy sahili her gün yüzbinlerce yayaya, arabaya, turiste ev sahipliği yapan işlek bir
yer. Yalnız, her işlek yerde olduğu gibi Kadıköy sahilinde de kalabalık
kaçınılmaz. Alan az, otobüs/minibüs/araba çok. Kimi zaman otobüsler duraklarında
bekleyemiyorlar dolayısıyla yolcuların bir kısmı otobüs hattının adının yazılı
olduğu durakta, yani asıl beklenilmesi gereken yerde, bir diğer kısmı da otobüsün durduğu yerde
bekliyorlar. Şoför gelip motoru çalıştırdığında da kavga başlıyor. Yok asıl
sıra burasıydı siz yanlış yerde bekliyorsunuz, yok biz önce geldiydik, yok siz
hak yiyorsunuz… Hayır, kavga burada
kalsa yine iyi! Hemen havada küfürler uçuşmaya başlıyor, ardından “sen bana
nasıl küfredersin” cümlesini takiben
yeni küfürler. Sonra tekme tokat, birileri yerde, birileri havada. Otobüs,
yolcuları almadan yola çıkıyor, polis geliyor, ambulans orada. Kavga edenler
çoktan eve varmış olmaları gereken saatte ya hastanede bakıma alınıyorlar ya da
karakolda ifade veriyor oluyorlar.
Oysa sorunun temelinde basit bir yanlış anlaşılma var ve bu
yanlış anlaşılma ufak bir özürle ya da karşı tarafın hoşgörüsüyle –Bu kelimeyi
sevmem ama burada kullanılması gerekiyor. Dinler arasında ya da halklar
arasında değil, hata yapan ve hatadan mağdur olan arasında olur hoşgörü.
Çoğunluk ve azınlık arasında hoşgörü değil, hak ve hukuk vardır.- çözülebilir. Yani, “Kusura bakma kardeş, biz
yanlış yerde beklemişiz” ya da “Önemli değil efendim, buyurun geçin” gibi basit bir lafla kandan ve
hastane/karakol masraflarından kurtulabiliriz. Zaten durak ilk durak,
birilerinin ayakta kalma olasılığı düşük. Eninde sonunda herkes bir yere
oturacak. Dedim ya! Celâlliyiz, asıl karşı çıkmamız ve sinirlenmemiz konularda
gıkımız çıkmaz, –Her gün askerler şehit olur ve politikacılar bu konuda
aciziyetlerini bahanelerle korumaya devam ederler, ülkedeki araziler büyük büyük lokmalar halinde
yabancılara satılır, benzine her gün zam gelir, 5.000 okul çıkarılan jet
yasalarla imam hatip okuluna dönüştürülür, berbat bir ulaşım sisteminde her gün
sürüm sürüm sürünürüz…- , ama iş ufak hesaplara gelince feleği karşımızdakinin
başına yıkarız. Çünkü kavgasını verdiğimiz şey hakkımız olan şey değil, egomuzun
tatmin olmasıdır. Hakkını almış olmak tatmin etmeyecektir o adamı, kendisine
söz söyletmemiş olmak, haybeden bir kavgadan zaferle çıkmak, sürekli bize kazık
atan hayata yalancı da olsa bir kazık atabilme hevesidir.
Tayland’da altı yılda
görmediğim kavgayı burada altı haftada gördüm diye yazdım. Duraklarda sıra
kavgası, trafikte bana yol vermedin kavgası, kız kardeşime yan gözle baktın
kavgası, köpeğime kuçukuçu dedin kavgası… Adam minibüsün önünü kesip, elinde
levyeyle çıkıyor arabasından, niye yanlış yerde yolcu alıyorsun demek için.
Böyle bir şey var mı dünyanın başka bir yerinde bilemiyorum. Ya ben fazlasıyla
naif ve mülayim bir toplumda yaşadım son on iki yılımı ya da toplumumuza
sürekli bir gerginlik, hiç bitmeyen bir baskı hakim. Boşluğu bulduğu anda
fırlıyor yaylar, artık kime niyet kime kısmet. Kiminin kafasında patlıyor,
kiminin kıçında.
Ufak bir giriş yapıp asıl konulara girecektim ama yine
olmadı. Bu tarz şeyler beni de yoruyor aslında, geriliyorum durduk yerde.
Tayland’da ya da Vietnam’da olsam, “soruna dışardan bakan gözlemci konumumu”
korumayı becerirdim. Ne de olsa farklılar, kendi kültürleri, kendi tarzları
derdim. En azından “Niye böyleyiz?” sorusunu sormazdım. Oysa şimdi, kafamda bir
yığın soruyla geziyorum “Niye bu kadar gerginiz? Niye bu kadar şiddete
meyilliyiz? Hangi bastırılmış duyguların dengesiz yansımaları bunlar?”.
Geçen yazıda din tabusundan bahsetmiştim. Hakkında en ufak
laf edeni linç etmeye ant içmiş bir toplum olmuşluğumuzdan. Dini bu derece tabu
haline getiren önemli etkenlerden birisi de ülkemizde din ve ahlak
kavramlarının ayrışmamış olmasıdır. Cumhuriyet, din ile devleti ayırdı ama din
ve ahlakı ayırmadı. Bu da şu demek oluyor. Pek çok insan, dindar olmakla iyi
insan olmayı aynı şeymiş gibi düşünüyor. “O iyi adamdır, namazında niyazındadır”
lafını sıklıkla duymuşuzdur. Oysa toplumların sağlıklı bir şekilde büyümeleri
ve yaratıcı ürünler vermeleri için ahlakı başka tüm toplumsal değerlerden
bağımsız olarak algılamaları gerekir. İyi olmak için Müslüman olmak gerekmediği
gibi her namazında orucunda olan Müslüman da iyi insan değildir. Dinsiz ve
ahlaksız olunabileceği gibi dindar ve ahlaksız olmak da mümkündür. Başı kapamak
ya da Ramazan ayında oruç tutmak, elinizdeki çöpü sokağa attığınızda ya da
komşunuzu kandırdığınızda sizi
kurtarmayacaktır. Çünkü etik kurallar bizlere sosyal bir yaşamı mümkün kılan ödevler
yükler. Bu ödevlerin başında çevreyi sorumlu kullanmak, insanları rahatsız
etmeksizin mutlu olmak, kendine ve ilişkide olduğun insanlara karşı
sorumluluklarını elinden geldiğince yerine getirmek ve yapabildiğin yerde
iyilik yapmak gelir. Görüldüğü gibi bu ödevlerin hiçbirisinde dindar olma şartı
yoktur. İnanmayan bir insanın da iyi bir insan olabileceği kuşku götürmez bir
gerçektir.
Sırf bu yüzden ben, “Din
ve Ahlak” derslerinin “Din ve Dinler Tarihi” ve “Ahlâk ve Ahlâkın Kaynağı” olarak
iki ayrı ders olarak okutulması taraftarıyım. Birincisinde din kavramının
içeriği, toplumdaki yeri ve insanlık tarihindeki önemi öğretilirken,
ikincisinde dinden tamamıyla bağımsız olarak etik değerler, görev bilinci,
iyilik kavramı öğretilmelidir. Dinin ve ahlâkın birbirinden ayrılmadığı
toplumlarda din adamlarının ahlâk konusunda fetvalar verip, kamu vicdanını
rahatsız edeceklerini unutmamak gerekir. Az görmedik depreme gerekçe olarak
toplumdaki genel ahlâksızlığı işaret eden vaizleri. Ben camideki minberden şu ya da bu şekilde
yaşanan cinselliği ahlaksız sayan imam bile gördüm. İşin anatomisi bir yana,
eğer birileri bir işi başkalarını ve birbirlerini rahatsız etmeden, hastalık
yaymadan, birbirlerini yaralamadan ya da öldürmeden yapıyorlarsa o işte
ahlaksızlık aranmaz. Ahlaksızlık onların özel hayatına karışanlara yakışan bir
etikettir. İnsan mutlu olmak zorundadır ve bu mutluluğu en kısa yoldan
yakalaması için kendisine “Nasıl iyi bir insan olabilirim?” sorusunu
sormalıdır. Bu hem kişi bazında hem de toplum bazında anahtar olabilecek bir
erdemdir.
Zaten istatistiklere bakıldığında kendini inançsız olarak
tanımlayan insanların çoğunlukta olduğu ülkelerde hem kişisel mutluluk indeksleri
hem de toplumsal düzene yönelik indeksler (suç oranı, hava temizliği, ulaşım ve
sağlık hizmetlerine erişim vb) diğer ülkelere göre olumlu çıkmaktadır. Çünkü bu
ülkelerde insanlar “iyi bir insan” olmak için iyilik yaparlar, “iyi bir insan” olmak
için etrafındakileri rahatsız etmeksizin istediklerini yaparlar. Buradaki “iyi
insan”ın öldükten sonra kendisini bekleyen baldan ırmaklar, şaraptan şelaleler,
içi yetmiş huri dolu üzüm bağları yoktur. Sadece mutlu bir yaşamı tatmak ve zamanı
gelince de temiz bir yarını yeni nesillere bırakma arzusu vardır. Öteki dünyayı
kurtaracağım diye bu dünyayı cehenneme çevirmek gibi bir amaçları yoktur bu
insanların. Hem siz dinsizlik adına adam öldüren birisini duydunuz mu? Dinsiz
olup da dinle ilişkili olmayan bir konuda cinayet işleyenleri sormuyorum.
Dinsizliği yayacağım diye cinayet işleyenleri soruyorum. Ben duymadım! Ama dini
yayacağım diye ya da dini koruyacağım diye savaşa çıkan, bomba olup patlayan,
uçak olup binaları yerle bir edenleri gördüm, duydum, yaşadım…
Tayca’da sevdiğim kelimelerden birisi “geng cay”dır. Bu
kelime “başkasına yük olmaktan, rahatsızlık vermekten çekinme” anlamına gelir. Kelime
kendi başına var olunca, halkta da bu kelimenin için dolduracak mahiyette
davranışlar da bol bol görülüyor. Öyle ki Tayland’da kimse kimsenin özeline
karışmaz, kimse kimseyi gereksiz yere rahatsız etmez. Sanırım gengcay tarzı
hareketi zirvede yaşayanlar Japonlardır. Bizim halkımızca “soğuk” olarak
nitelenen bu insanlar, birbirlerini rahatsız etmemek için hayalet gibi
yaşarlar. Gidin, bakın Japonya sokaklarına. Tertemizdir, pırl pırıldır.
İnsanlar çöpüm yere düşecek de birileri görecek diye korkarak yürürler. Uzun
süre Japonya’da yaşamış bir arkadaşım anlatmıştı çocuğu metroda ağlayan bir
annenin nasıl utançtan yerin dibine geçtiğini. Hani diğer yolcuları rahatsız
ediyor ya, istemeyerek de olsa! Yıllarca orada yaşamış ama bu hadiseden başka
bebek ağlaması duymamış. Aşırılık mı diyeyim, mükemmellik mi diyeyim
bilemiyorum. Japonya’daki annenin karşısına bizdeki şu örneği koyalım da tam
olsun:
Birkaç hafta önce Maltepe sahilinde yürürken orada çay ve
çekirdek satan bir gençle konuşmuştuk. Şöyle bir konuşmaydı:
Ben: Satma şu çekirdekleri, etrafı bok götürüyor.
Genç satıcı: Götürsün abi, belediye temizliyor ne de olsa.
Ben: Ama belediye temizleyene kadar etraf pislik içinde. En
azından bir de kesekağıdı ver çekirdeğin yanında, kabuklarını oraya atsınlar.
Genç satıcı: Ya bırak abi, masraf çıkarma bana. Belediye
temizliyor dedim ya!
Ben: Tamam güzel kardeşim, ama sen annen temizleyecek diye
yediğin elmanın koçanını evin ortasına mı atıyorsun. Yoksa zahmet edip, çöpe mi
atıyorsun.
Genç satıcı: Buyurun hanfendi, ne istemiştiniz! (Yanımda
beliren genç bayan müşteriye)
Ben de çayımı alıp gidiyorum yoluma. Sen misin parkta
çekirdek satan adama ahlâk dersi veren? Alırsın işte babayı böyle. Hadiiii,
yollan, toz ol şimdi…
Japonya örneğine dönersek, böylesine robotlaşmış bir
toplumda rahat edebileceğimi düşünüyorum. Zaten ben sırf ağzımı açıp ineceğim
durağı söylememek için minibüsleri sevmeyen birisiyim. Otobüsler daha mekanik,
daha düzenli çalışıyorlar. Bir düğmeye basmak yeterli. Telefonda konuşmak
yerine da yazılı iletişimi yani elmek ya da kısa ileti göndermeyi severim.
Çünkü yazılı iletişimde göndermeden önce yazdıklarımı okuyabilir, gereksiz yerleri
kırpabilirim. Hem yazılanlar kalıyor makinede. Latinlerin deyimiyle “Verba
volent, scripta monent” (Söz uçar, yazı kalır). Geri dönüp bakabiliyorum.
Dağınık bir yazı oldu. Daha fazla dağıtmadan toparlayıp
bitireyim. Artık eskisi gibi bir sonraki yazıda neyi yazacağımın planını
yazmayacağım. Sonuçta bu yazıları bir yerde yayınlamak gibi bir niyetim yok.
Kendimle hasbihal formatında sesli düşünmeler bunlar. Yazıldığı gibi
kalacaklar. Plan yapınca o konuda uzun uzun düşünmeye ve daha güncel olayları
kaçırmaya başlıyorum. Mutlaka yazacağım deyip de yazamadığım konulara da bir
gün bir vesileyle sıra gelecektir. Sıkmaya, bıktırmaya gerek yok.
Bu arada Vietnam’dayken okuduğum bir kitabı (An Illusion of
Harmony, Science and Religion in İslam) çevirmek için yazarıyla iletişime
geçtim. Kitabın yazarı Boğaziçi Üniversitesi mezunu bir Türkiyeli. ABD’de
eğitimine devam etmiş ve şu anda orada bir üniversitede akademisyen olarak
çalışıyor. Kitaba aşinalık kazanayım diye, şimdilerde bir daha okuyorum, bir
çevirmen gözüyle. Eğer ABD’deki yayınevi tamam der ve benim buradaki irtibatım
olan yayınevi işi alırsa, kitabı çevireceğim. Bu kitap din ve bilim hakkında benim
söylemek istediğim pek çok şeyi söylemiş. Bilimi amaçları için kullanan
şarlatanlara, iki kelime felsefe okumadan teleolojik yanılsamalarla Tanrı’nın
var olduğunu kanıtladığını iddia eden sahte bilim insanlarına güzel bir yanıt
olabileceğini düşündüğüm kitap aslında Türkiye’de büyük bir boşluğu dolduracak
gibi. Özellikle muhafazakar kesimin toplumun tüm kurumlarına sızmayı bırakıp
şelale gibi oluk oluk akmaya başlamasından sonra bizim gibi seküler bilime
inanan, bilimin bilme arzusunu tatmin etmek için yapılması gerektiğini düşünen-Allah’ı
bulmak için değil yani, kusura bakmasınlar.-
öğretmenlerin/öğrencilerin/yazarların bu konularda desteğe çok ihtiyacı olacak.
PS: Kitap hakkında bilgiye buradan ulaşabilirsiniz: http://www.amazon.com/An-Illusion-Harmony-Science-Religion/dp/1591024498
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder