Bu Blogda Ara

12 Ağustos 2012

Türkiye'den Mektuplar 6


Altı haftadır İstanbul’dayım. Bu altı haftada gördüğüm kavga sayısı Tayland’da altı yılda gördüğüm kavga sayısından fazla. Hemen her şeye celâlleniyoruz, önce söz dalaşı, sonra egoların birbirine göğüs bilemesi, ardından el kol hareketleri ve en sonunda da bıçaklar meydanda. En ufak bir anlaşmazlık kanlı kavgalara dönüşebiliyor, elimizi kolumuzu kontrol edemediğimiz gibi dilimizi de kontrol edemiyoruz ve belki de sorun burada başlıyor.

 Olay iki gün önce oldu. Kadıköy’de durakta sıra bekleyen insanlar. Birisi gelip, diğerinin önüne geçmiş ya da bir yanlış anlaşılma olmuş. Yanlış anlaşılmanın nedeni pek çok durumda olduğu gibi burada da kaynakların sınırlı, isteklerin sınırsız –ya da kaynakların önerebileceğinin çok çok üstünde- olması ve sınırlı kaynakların kullanımı konusunda “etrafını camî ağyarını manî” bir düzenlemenin yapılmamış olması.

Kadıköy sahili her gün yüzbinlerce yayaya,  arabaya, turiste ev sahipliği yapan işlek bir yer. Yalnız, her işlek yerde olduğu gibi Kadıköy sahilinde de kalabalık kaçınılmaz. Alan az, otobüs/minibüs/araba çok. Kimi zaman otobüsler duraklarında bekleyemiyorlar dolayısıyla yolcuların bir kısmı otobüs hattının adının yazılı olduğu durakta, yani asıl beklenilmesi gereken yerde,  bir diğer kısmı da otobüsün durduğu yerde bekliyorlar. Şoför gelip motoru çalıştırdığında da kavga başlıyor. Yok asıl sıra burasıydı siz yanlış yerde bekliyorsunuz, yok biz önce geldiydik, yok siz hak yiyorsunuz…  Hayır, kavga burada kalsa yine iyi! Hemen havada küfürler uçuşmaya başlıyor, ardından “sen bana nasıl küfredersin”  cümlesini takiben yeni küfürler. Sonra tekme tokat, birileri yerde, birileri havada. Otobüs, yolcuları almadan yola çıkıyor, polis geliyor, ambulans orada. Kavga edenler çoktan eve varmış olmaları gereken saatte ya hastanede bakıma alınıyorlar ya da karakolda ifade veriyor oluyorlar.

Oysa sorunun temelinde basit bir yanlış anlaşılma var ve bu yanlış anlaşılma ufak bir özürle ya da karşı tarafın hoşgörüsüyle –Bu kelimeyi sevmem ama burada kullanılması gerekiyor. Dinler arasında ya da halklar arasında değil, hata yapan ve hatadan mağdur olan arasında olur hoşgörü. Çoğunluk ve azınlık arasında hoşgörü değil, hak ve hukuk vardır.-  çözülebilir. Yani, “Kusura bakma kardeş, biz yanlış yerde beklemişiz” ya da “Önemli değil efendim, buyurun geçin”  gibi basit bir lafla kandan ve hastane/karakol masraflarından kurtulabiliriz. Zaten durak ilk durak, birilerinin ayakta kalma olasılığı düşük. Eninde sonunda herkes bir yere oturacak. Dedim ya! Celâlliyiz, asıl karşı çıkmamız ve sinirlenmemiz konularda gıkımız çıkmaz, –Her gün askerler şehit olur ve politikacılar bu konuda aciziyetlerini bahanelerle korumaya devam ederler,  ülkedeki araziler büyük büyük lokmalar halinde yabancılara satılır, benzine her gün zam gelir, 5.000 okul çıkarılan jet yasalarla imam hatip okuluna dönüştürülür, berbat bir ulaşım sisteminde her gün sürüm sürüm sürünürüz…- , ama iş ufak hesaplara gelince feleği karşımızdakinin başına yıkarız. Çünkü kavgasını verdiğimiz şey hakkımız olan şey değil, egomuzun tatmin olmasıdır. Hakkını almış olmak tatmin etmeyecektir o adamı, kendisine söz söyletmemiş olmak, haybeden bir kavgadan zaferle çıkmak, sürekli bize kazık atan hayata yalancı da olsa bir kazık atabilme hevesidir.

Tayland’da altı yılda görmediğim kavgayı burada altı haftada gördüm diye yazdım. Duraklarda sıra kavgası, trafikte bana yol vermedin kavgası, kız kardeşime yan gözle baktın kavgası, köpeğime kuçukuçu dedin kavgası… Adam minibüsün önünü kesip, elinde levyeyle çıkıyor arabasından, niye yanlış yerde yolcu alıyorsun demek için. Böyle bir şey var mı dünyanın başka bir yerinde bilemiyorum. Ya ben fazlasıyla naif ve mülayim bir toplumda yaşadım son on iki yılımı ya da toplumumuza sürekli bir gerginlik, hiç bitmeyen bir baskı hakim. Boşluğu bulduğu anda fırlıyor yaylar, artık kime niyet kime kısmet. Kiminin kafasında patlıyor, kiminin kıçında.

Ufak bir giriş yapıp asıl konulara girecektim ama yine olmadı. Bu tarz şeyler beni de yoruyor aslında, geriliyorum durduk yerde. Tayland’da ya da Vietnam’da olsam, “soruna dışardan bakan gözlemci konumumu” korumayı becerirdim. Ne de olsa farklılar, kendi kültürleri, kendi tarzları derdim. En azından “Niye böyleyiz?” sorusunu sormazdım. Oysa şimdi, kafamda bir yığın soruyla geziyorum “Niye bu kadar gerginiz? Niye bu kadar şiddete meyilliyiz? Hangi bastırılmış duyguların dengesiz yansımaları bunlar?”.  

Geçen yazıda din tabusundan bahsetmiştim. Hakkında en ufak laf edeni linç etmeye ant içmiş bir toplum olmuşluğumuzdan. Dini bu derece tabu haline getiren önemli etkenlerden birisi de ülkemizde din ve ahlak kavramlarının ayrışmamış olmasıdır. Cumhuriyet, din ile devleti ayırdı ama din ve ahlakı ayırmadı. Bu da şu demek oluyor. Pek çok insan, dindar olmakla iyi insan olmayı aynı şeymiş gibi düşünüyor. “O iyi adamdır, namazında niyazındadır” lafını sıklıkla duymuşuzdur. Oysa toplumların sağlıklı bir şekilde büyümeleri ve yaratıcı ürünler vermeleri için ahlakı başka tüm toplumsal değerlerden bağımsız olarak algılamaları gerekir. İyi olmak için Müslüman olmak gerekmediği gibi her namazında orucunda olan Müslüman da iyi insan değildir. Dinsiz ve ahlaksız olunabileceği gibi dindar ve ahlaksız olmak da mümkündür. Başı kapamak ya da Ramazan ayında oruç tutmak, elinizdeki çöpü sokağa attığınızda ya da komşunuzu kandırdığınızda  sizi kurtarmayacaktır. Çünkü etik kurallar bizlere sosyal bir yaşamı mümkün kılan ödevler yükler. Bu ödevlerin başında çevreyi sorumlu kullanmak, insanları rahatsız etmeksizin mutlu olmak, kendine ve ilişkide olduğun insanlara karşı sorumluluklarını elinden geldiğince yerine getirmek ve yapabildiğin yerde iyilik yapmak gelir. Görüldüğü gibi bu ödevlerin hiçbirisinde dindar olma şartı yoktur. İnanmayan bir insanın da iyi bir insan olabileceği kuşku götürmez bir gerçektir.

Sırf bu yüzden ben, “Din ve Ahlak” derslerinin “Din ve Dinler Tarihi” ve “Ahlâk ve Ahlâkın Kaynağı” olarak iki ayrı ders olarak okutulması taraftarıyım. Birincisinde din kavramının içeriği, toplumdaki yeri ve insanlık tarihindeki önemi öğretilirken, ikincisinde dinden tamamıyla bağımsız olarak etik değerler, görev bilinci, iyilik kavramı öğretilmelidir. Dinin ve ahlâkın birbirinden ayrılmadığı toplumlarda din adamlarının ahlâk konusunda fetvalar verip, kamu vicdanını rahatsız edeceklerini unutmamak gerekir. Az görmedik depreme gerekçe olarak toplumdaki genel ahlâksızlığı işaret eden vaizleri.  Ben camideki minberden şu ya da bu şekilde yaşanan cinselliği ahlaksız sayan imam bile gördüm. İşin anatomisi bir yana, eğer birileri bir işi başkalarını ve birbirlerini rahatsız etmeden, hastalık yaymadan, birbirlerini yaralamadan ya da öldürmeden yapıyorlarsa o işte ahlaksızlık aranmaz. Ahlaksızlık onların özel hayatına karışanlara yakışan bir etikettir. İnsan mutlu olmak zorundadır ve bu mutluluğu en kısa yoldan yakalaması için kendisine “Nasıl iyi bir insan olabilirim?” sorusunu sormalıdır. Bu hem kişi bazında hem de toplum bazında anahtar olabilecek bir erdemdir.

Zaten istatistiklere bakıldığında kendini inançsız olarak tanımlayan insanların çoğunlukta olduğu ülkelerde hem kişisel mutluluk indeksleri hem de toplumsal düzene yönelik indeksler (suç oranı, hava temizliği, ulaşım ve sağlık hizmetlerine erişim vb) diğer ülkelere göre olumlu çıkmaktadır. Çünkü bu ülkelerde insanlar “iyi bir insan” olmak için iyilik yaparlar, “iyi bir insan” olmak için etrafındakileri rahatsız etmeksizin istediklerini yaparlar. Buradaki “iyi insan”ın öldükten sonra kendisini bekleyen baldan ırmaklar, şaraptan şelaleler, içi yetmiş huri dolu üzüm bağları yoktur. Sadece mutlu bir yaşamı tatmak ve zamanı gelince de temiz bir yarını yeni nesillere bırakma arzusu vardır. Öteki dünyayı kurtaracağım diye bu dünyayı cehenneme çevirmek gibi bir amaçları yoktur bu insanların. Hem siz dinsizlik adına adam öldüren birisini duydunuz mu? Dinsiz olup da dinle ilişkili olmayan bir konuda cinayet işleyenleri sormuyorum. Dinsizliği yayacağım diye cinayet işleyenleri soruyorum. Ben duymadım! Ama dini yayacağım diye ya da dini koruyacağım diye savaşa çıkan, bomba olup patlayan, uçak olup binaları yerle bir edenleri gördüm, duydum, yaşadım…

Tayca’da sevdiğim kelimelerden birisi “geng cay”dır. Bu kelime “başkasına yük olmaktan, rahatsızlık vermekten çekinme” anlamına gelir. Kelime kendi başına var olunca, halkta da bu kelimenin için dolduracak mahiyette davranışlar da bol bol görülüyor. Öyle ki Tayland’da kimse kimsenin özeline karışmaz, kimse kimseyi gereksiz yere rahatsız etmez. Sanırım gengcay tarzı hareketi zirvede yaşayanlar Japonlardır. Bizim halkımızca “soğuk” olarak nitelenen bu insanlar, birbirlerini rahatsız etmemek için hayalet gibi yaşarlar. Gidin, bakın Japonya sokaklarına. Tertemizdir, pırl pırıldır. İnsanlar çöpüm yere düşecek de birileri görecek diye korkarak yürürler. Uzun süre Japonya’da yaşamış bir arkadaşım anlatmıştı çocuğu metroda ağlayan bir annenin nasıl utançtan yerin dibine geçtiğini. Hani diğer yolcuları rahatsız ediyor ya, istemeyerek de olsa! Yıllarca orada yaşamış ama bu hadiseden başka bebek ağlaması duymamış. Aşırılık mı diyeyim, mükemmellik mi diyeyim bilemiyorum. Japonya’daki annenin karşısına bizdeki şu örneği koyalım da tam olsun:

Birkaç hafta önce Maltepe sahilinde yürürken orada çay ve çekirdek satan bir gençle konuşmuştuk. Şöyle bir konuşmaydı:

Ben: Satma şu çekirdekleri, etrafı bok götürüyor.
Genç satıcı: Götürsün abi, belediye temizliyor ne de olsa.
Ben: Ama belediye temizleyene kadar etraf pislik içinde. En azından bir de kesekağıdı ver çekirdeğin yanında, kabuklarını oraya atsınlar.
Genç satıcı: Ya bırak abi, masraf çıkarma bana. Belediye temizliyor dedim ya!
Ben: Tamam güzel kardeşim, ama sen annen temizleyecek diye yediğin elmanın koçanını evin ortasına mı atıyorsun. Yoksa zahmet edip, çöpe mi atıyorsun.
Genç satıcı: Buyurun hanfendi, ne istemiştiniz! (Yanımda beliren genç bayan müşteriye)

Ben de çayımı alıp gidiyorum yoluma. Sen misin parkta çekirdek satan adama ahlâk dersi veren? Alırsın işte babayı böyle. Hadiiii, yollan, toz ol şimdi…

Japonya örneğine dönersek, böylesine robotlaşmış bir toplumda rahat edebileceğimi düşünüyorum. Zaten ben sırf ağzımı açıp ineceğim durağı söylememek için minibüsleri sevmeyen birisiyim. Otobüsler daha mekanik, daha düzenli çalışıyorlar. Bir düğmeye basmak yeterli. Telefonda konuşmak yerine da yazılı iletişimi yani elmek ya da kısa ileti göndermeyi severim. Çünkü yazılı iletişimde göndermeden önce yazdıklarımı okuyabilir, gereksiz yerleri kırpabilirim. Hem yazılanlar kalıyor makinede. Latinlerin deyimiyle “Verba volent, scripta monent” (Söz uçar, yazı kalır). Geri dönüp bakabiliyorum.

Dağınık bir yazı oldu. Daha fazla dağıtmadan toparlayıp bitireyim. Artık eskisi gibi bir sonraki yazıda neyi yazacağımın planını yazmayacağım. Sonuçta bu yazıları bir yerde yayınlamak gibi bir niyetim yok. Kendimle hasbihal formatında sesli düşünmeler bunlar. Yazıldığı gibi kalacaklar. Plan yapınca o konuda uzun uzun düşünmeye ve daha güncel olayları kaçırmaya başlıyorum. Mutlaka yazacağım deyip de yazamadığım konulara da bir gün bir vesileyle sıra gelecektir. Sıkmaya, bıktırmaya gerek yok.

Bu arada Vietnam’dayken okuduğum bir kitabı (An Illusion of Harmony, Science and Religion in İslam) çevirmek için yazarıyla iletişime geçtim. Kitabın yazarı Boğaziçi Üniversitesi mezunu bir Türkiyeli. ABD’de eğitimine devam etmiş ve şu anda orada bir üniversitede akademisyen olarak çalışıyor. Kitaba aşinalık kazanayım diye, şimdilerde bir daha okuyorum, bir çevirmen gözüyle. Eğer ABD’deki yayınevi tamam der ve benim buradaki irtibatım olan yayınevi işi alırsa, kitabı çevireceğim. Bu kitap din ve bilim hakkında benim söylemek istediğim pek çok şeyi söylemiş. Bilimi amaçları için kullanan şarlatanlara, iki kelime felsefe okumadan teleolojik yanılsamalarla Tanrı’nın var olduğunu kanıtladığını iddia eden sahte bilim insanlarına güzel bir yanıt olabileceğini düşündüğüm kitap aslında Türkiye’de büyük bir boşluğu dolduracak gibi. Özellikle muhafazakar kesimin toplumun tüm kurumlarına sızmayı bırakıp şelale gibi oluk oluk akmaya başlamasından sonra bizim gibi seküler bilime inanan, bilimin bilme arzusunu tatmin etmek için yapılması gerektiğini düşünen-Allah’ı bulmak için değil yani, kusura bakmasınlar.- öğretmenlerin/öğrencilerin/yazarların bu konularda desteğe çok ihtiyacı olacak. 

PS: Kitap hakkında bilgiye buradan ulaşabilirsiniz: http://www.amazon.com/An-Illusion-Harmony-Science-Religion/dp/1591024498

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder