Geçen hafta köydeydim. Bu yaz İstanbul’a
tıkılıp kaldım, yeni bir kente yerleşme ve yeni bir işe başlama meşgaleleri
yüzünden. Dedim, bir köye gideyim, temiz hava alayım. Fena da olmadı! Konacık’ın
rakımı 1200 metre civarında. Dolayısıyla nereye gidersen git rüzgârı eksik
olmuyor. Bir de ben tepelere çıkıp etrafa bakma meraklısı olduğum için bol bol
yedim o rüzgârdan. Sonuç, önce boğaz ağrısı ve burun akıntısı, ardından da baş
ağrısı ve halsizlik. İki gece terledim köyde ama fayda etmedi. İstanbul’a döndük ama henüz geçmedi burnumun
akıntısı ve öksürük. Yarın da okul başlayacak. Burnumu ikide bir silmekten yara
ettim. Evden dışarı çıkmıyorum ki hem çabucak iyileşeyim hem de hastalığı
etrafa yaymayayım. Dakika 1, gol 1 diye buna diyorlar sanırım. Sen misin hiç
alışık olmadığın halde eksik kıyafetlerle rüzgârı bağrına çeken? 12 yıl boyunca
20 derecenin altına girmemiş bu beden, köyde bir hafta boyunca iki kalın yorganın
altında uyumak zorunda kaldı. Buna rağmen hasta da oldu. Tabii, alıştık kısa
kollu bir t-gömlekle ve kısa pantolonla sokağa çıkmaya. 12 yıl boyunca sokağa
çıkarken “dışarıda hava nasıl?” diye sormadık hiç. Nihayetinde hava “default”
olarak sıcaktır oralarda. Yağmur yağıyorsa bir şemsiye ya da yağmurluk alırsın
ama yine üzerine fazladan bir giyecek almana gerek kalmaz çünkü hava soğumaz.
Beden soğuğu unutuyor, sıcakta mayışıyor. Yumuşamışız sıcak diyarlarda, öyle
rüzgâra, soğuğa gelemiyoruz. Bakalım bu kış nasıl geçecek! Kar, dolu, tipi,
insanın kemiğine işleyen soğuk… Kelimeler bile korkutuyor beni.
Neyse,
geldik işte! Bir ülkenin geri kalmışlığının işaretlerini yazmaya devam edeyim.
Evden de çıkamıyorum. Oysa ne güzel İlyas Salman’ın Berlin Film Festivali’nden
ödülle dönen “Lal Gecesi” filmine gidecektim bu hafta sonu. Bir de F. U. İle görüşecektik.
Ona kitabımı verecektim, yıllar önce Cağaloğlu yokuşunda bir kitapçıdan aldığım
“HURUFİLİK” kitabını imzalatacaktım. Artık haftaya kaldı bu plânlar. Kaldığım
yerden devam edeyim.
5. Hiçbir işin tamamıyla ve zamanında yapılmaması.
Eğer zamanında yapıldıysa eksik olması, eğer tamamı bitmişse gecikmiş olması.
Bazen hem eksik hem geç olması.
Mesudiye’den otobüse bindik. Koltuğa oturur
oturmaz muavin geldi ve nerede ineceğimizi sordu. Ben de 4. Levent yakınlarında
inebileceğimizi söyledim. Elindeki listeye yazdı ve gitti. Bu durumda benim
düşünmem gereken nedir? Otobüs beni 4. Levent’e bırakacağı, değil mi? Yok ama,
ben fazlasıyla mükemmeliyetçi birisi olduğum için hatalıyım. Meğer, otobüs
İstanbul’a girdiğinde Kartal’a varmadan bir yerde durmuştu. O sırada muavin
bağırmış “karşıya gidecek yolcular servise binsinler” diye. Ben duymadım!
Duymam mı gerekiyordu? Adam dışarıda bağırıyor. Hem ben nerede ineceğimi
söylemişim ve muavin de elindeki kağıda not almıştı, hangi koltuk numarasının
nerede ineceğini. Gelip bana söyleyebilir. Ama bunu yapmak yerine dışarıda
anons ediyor. Sonuçta 14 saatlik bir yolculuktan bahsediyoruz. Yolcu uyuyor
olabilir, müzik dinliyor olabilir, dalgın olabilir. Velhasıl-ı kelam, yolcuya
baştan söylenmemişse nasıl davranacağı, her türlü şeyle meşgul olabilir.
Böyleyken böyle, biz kaldık Anadolu yakasında. Kavacık’ta indik, 4. Levent’de
inme hayalleri kurarken. Gece saat 00:30. Ortalıkta taksi yoktu ama otobüs
durağında bekleyenler vardı. Dedim
herhalde otobüsler çalışıyor. 10 dakika kadar bekledikten sonra efsanevi 500T
göründü ufukta. Bindik gittik.
Bu deneyim bana iki şey öğretti. Kendine
sağlama almazsan hizmet sektörü seni ve sorunlarını iplemez. Bu toplumda kendi
başınasın. Başının çaresine bakmazsan, servis sağlayıcılar suçu sana atar –neden
duymadınız benim bağırmalarımı, o kadar söyledim karşıya geçecekler minibüse
binsin diye- ve kabak gibi kalırsın ortada. Başlıkta da dediğim gibi, onlardan
beklemeyeceksin servisin kusursuz olmasını. Çeke çeke, söke söke alacaksın.
Öğrendiğim ikinci şey ise saat sabah 1’den sonra bile Beşiktaş-Sarıyer
minibüslerinin çalıştığı. Birden minibüslere karşı tavrım değişti. Metro 12’de
kapanıyor ama minibüsler seyrek de olsa çalışmaya devam ediyorlar. Helal olsun
valla!
Şimdi geri dönelim başlığa: Hiçbir işin
tamamıyla ve zamanında yapılmaması. Eğer zamanında yapıldıysa eksik olması,
eğer tamamı bitmişse gecikmiş olması. Bazen hem eksik hem geç olması. Türkiye’ye
geldiğimden beri yalnızca bir defa işimi zamanında ve bütün olarak
halledebildim. O da yakınlarda bir dükkândan sehpa ve masa aldım. Adam bu akşam
getiririm dedi ve saat 7 olmadan masam ve sehpalarım eve geldi. Bunun dışındaki
her türlü hizmet talebim başlığa yazdığım tümceleri doğrular mahiyette gelişti.
İşte de örnekler:
a.
İnternet bağlantısı 6 saat içinde açılır dedi
eve gelen teknisyen, internetin açılması neredeyse 48 saat aldı.
b.
Suyu, elektriği, doğalgazı açtırmam bir haftadan
uzun sürdü. Ya sistem bahane ediliyor ya da ellerinde olmayan yoğunluk.
c.
Camına ertesi gün teslim yazan mobilyacıdan
mobilya aldım, 1 hafta sonrasına tarih verdiler.
d.
Yurt dışından getirdiğim telefonu açtırmak için
vergi dairesine para yatırdım ama sonradan öğrendim ki eşim yabancı olduğu ve geçici
ikametgâh belgesi olmadığı için –TÖMER’de öğrenci olmak yeterli değil yani-
telefonunu kullanamazmış. Bunu neden baştan söylemediklerini anlamış değilim.
e.
Perdeci Ş perdeleri hem geç hem de yanlış
getirdi. Ardından bana, ona ödediğimin bir kısmını geri vereceğini söyledi.
Bunun üzerinden neredeyse 1 ay geçti. Arıyorum, yakında vereceğim diyor. Sonra
bir daha arayana kadar ses soluk çıkmıyor adamdan.
f.
Ehliyet
için başvuruyorum. Memur diyor ki “Hastaneden aldığınız heyet raporu olmaz.
Aile hekiminden alacaksınız.” Aile hekimine gidiyorum. Hekim hanım diyor ki “Öyle
şey mi olur? Ben seni nasıl muayene edeyim hem gözünden hem aklından. O polis
yasayı bilmiyor.” En sonunda aile hekiminden “Ekteki rapora binaen …“ diye
başlayan, imzalı bir rapor alıyorum. Memur ekteki raporu koparıp bana veriyor, eksiz
halde hiçbir hükmü olmayan aile hekiminin raporunu kabul ediyor.
g.
Yine ehliyet almak için internetten randevu
almak gerekiyor. Zor bela randevuyu alıyorum ama trafik tescil kurumundaki sıra
numaralarının hiçbirisi çalışmıyor. Dolayısıyla bulduğunuz bir yere
oturuyorsunuz. Görevli memur kaş-göz işaretiyle sizi çağırıyor müsait
olduğunda. Bu arada randevu almış olmanın hiçbir hükmü yok.
Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Bunlar sadece benim başıma gelenler. Kim bilir başkalarının başlarına ne
trajik, ne “insanı hayattan bir anda soğutan cinsten” şeyler geliyordur. Haberlere
ya da ekşisözlük’e şöyle bir bakmak aslında yeter de artar. Yeni açılan Kartal-Kadıköy
metrosunun metobüs bağlantısında 20 dakika yürümek gerekiyormuş metrodan
metrobüse geçmek için. Ben 20 dakika yürürüm, sorun değil ama hızlı ulaşım
beklentisi içine giren halk 20 dakika yürür mü? Hem bunun yağmuru, karı var! Yaşlılar
var, çocuklu aileler var! Bu mu yani belediyenin entegre ulaşımdan anladığı?
Hem sonra yürüyen merdivenler sık sık bozuluyormuş. Yerin bilmem kaç metre
altına metro yapmak işi tamamlamış olmak değildir. O merdivenleri çıkabilen
zaten çıkar ama ya çıkamayanlar?
6. Sporun ve Sanatın Elit Kesimin Elindeki
Etkinlikler Olarak Algılanmaları:
İşin sanat yönü sanırım kuşku götürmez bir
gerçek. İnsanların çoğu için sanat gereksiz bir ayrıntıdır hayat için. Sinema
deyince akıllarına Cüneyt Arkın, müzik deyince İbrahim Tatlıses ya da adlarını
bilmediğim popçulardan biri, resim deyince de ortaokuldaki resim öğretmenleri
gelir. Bunun dışında sanat yoktur veya onların radarına girmez. Eğer, işten
güçten, kahvehanedeki oyundan, televizyondaki saçma sapan programlardan,
kaldırımlardaki hiç bitmeyen dedikodulardan vakit kalırsa ilgi duyabilirler sanata,
güzele ve doğruya. Bunun dışında hayat iş-ev-kıraathane-ev-iş-halı saha
maçı-ev-sokak muhabbeti-ev gibi döngülerde devam eder. Bunun ekonomik koşullarla da ilgisi var tabii
ki ama yine de fakir olmak doğrudan cahil olmayı gerektirmez. İnsan bir şekilde
boş vakitlerini değerlendirebilir. Bunun için gerekli yönlendirmeler okullarda
erken yaşlarda yapılsa belki bizim içimizden de Picassolar, Mozartlar, Daliler
çıkacak.
Spor ise gördüğüm kadarıyla futbolun
tekelinde. Hemen herkes futbolla ilgileniyor. İnsanlar birbirlerini bıçaklıyorlar
futbol için. Öyle ki halkın üzerine laf ettirmediği üç tabudan birisi haline
gelmiş tuttukları takımlar –diğer ikisi din ve milliyetçilik-. Sanırım süperlig
dedikleri, 8-9 ay süren şampiyonluk maratonunun maçlarının yayın haklarını tek
bir kanal almış. Dolayısıyla diğer kanallar maç sırasında hiçbir şey
göstermiyorlar. Yalnız, dün maç sırasında –ne maçı olduğunu anımsamıyorum- bir
başka kanalda analizler yapılıyordu. Yani maçı ekrandaki yorumcular izliyorlar
ama seyirciye göstermiyorlar. İzledikçe de yorum yapıyorlar, seyirciye bilgi
veriyorlar. Parası olmayan taraftar sanırım kahveye gidip izliyordur maçı. Kim
bu devirde televizyonun karşısında oturur ki üç futbol uzmanının muhabbetlerini
dinlemek için?
Öyle ya da böyle, ülkedeki futbol fanatizmi
diğer sporlara gölge düşürecek derecede vahim. Olimpiyatlar sırasında herkes
neden bu kadar başarısız olduğumuzu soruyordu. Oysa olimpiyatlarda başarısız
olmak spordan uzun süre mahrum kalmış olmanın bir getirisi. Ben İstanbul’a
geldiğimde ilk yaptığım şeylerden birisi koşacak yol aramak olmuştu. Hem
Anadolu yakasındaki evin yakınında hem de yeni taşındığım evin yakınında koşmak
için yerler buldum. Yokuşa ve toprağa rağmen haftada 2-3 kere koşmaya
çalışıyorum –dizim elverdiği sürece- . Beni asıl üzen şey böylesine güzel koşu
yollarının olduğu İstanbul’da çok az kişinin koşmaya –ya da herhangi başka bir
spora- ilgi göstermesi. Hatta pek çok insan sporu “boşuna yorulmak” olarak
algılıyor. Bu yönde yazı yazan, kitap yayınlamış, belli bir okur kitlesine
sahip olmuş yazarlar bile var. Bunlardan bir örneğini aşağıdaki ağbağından
okuyabilirsiniz. Bazıları ironi yapmış diyor olsa da bana hiç de sarkastik bir
yazı gibi gelmedi bu deneme. Ya yazar dediği gibi düşünüyor ya da sarkastik
yazmayı beceremiyor.
Oysa sporun insanın hayatına ve toplumun
genel düzenine katkısı çoktur. Spor; azmi, sıkı çalışmayı, disiplini, kendini
aşmayı öğretir insana. Bireyler en iyi sporla öğrenirler kendi bedenlerine ve
zihinlerine meydan okumayı. Ben her koşuda zamanımı ölçerim, eğer uzun zaman
ara vermediysem, bir önceki hızımdan biraz daha hızlı koşmayı amaçlarım. Bir
hedef koyarım kendime ve koşarım o hedefi tamamlayana kadar. Sporda asıl rakip
her zaman için sporcunun kendisidir. Bu ilkeyle ilerlemeye çalışır spor yapan
kişi. Asıl olan zihni terbiye etmek ve bu şekilde bedenin sınırlarını
zorlamaktır. Yurt dışındayken ne zaman birkaç yabancı arkadaşla tenis maçı
izlesem şu lafı duyardım: “This is a very mental game” (Bu, ziyadesiyle zihne
dayalı bir oyun). Konsantrasyon
gerektirir her spor, beynin diğer fakültelerine kilit vurup tek bir şeye
odaklanmanı bekler. Bunu yapan oyuncu zaten disiplinli çalışmak zorunda
hisseder kendini. Sabahın köründe uyanıp, antrenman yapar, kendisini hedefe
kilitler. Yapamayan ise yolda kalır, hiçbir zaman zafer kazanamaz.
7. İnsanların Çoğunun Hayattaki İdealleri “Oku - SSK’lı
İş Bul – Evlen – Çocuk Yetiştir – Emekli Ol – Torun Sev – Öl” Çizgisinden
İbaret Olması
Bu böyle lineer bir yoldur. Denenmiştir,
başarılı olduğu garantilidir. Bu güvenceden dolayı da toplumun %99’u bu yolu takip
eder. Risk almak istemez, fazlasını yapmaktan ölesiye çekinir, Amerika’yı
gereksiz yere keşfetmekten korkar. Risk almayan insan başarılı olamaz çünkü
zaten risk almadan başarılan işler başkaları tarafından yapılıyordur. Toplum –özellikle
büyüklerimiz- bizlere daha önce denenmiş ve başarılı olunmuş yolları gösterir
takip etmemiz için. Bireyin birey olabilmesi için yapması gereken ise bu
tavsiyelere uymayıp, kendi yolunu çizme adına adımlar atmasıdır. Aksi takdirde
ne bilim gelişir bir toplumda ne de sanat.
Aslına bakılırsa böyle bir alışkanlığın
sorun olarak algılanması taraftarı değildim ama köye gidip gelince fikrim biraz
değişti. Köydeki yaşlıları görünce, insanların “yolumu bulayım da gerisi önemli
değil” tavırlarına şahit olunca anladım ne büyük bir kısır döngünün içinde
olduğumuzu. Köydeki yaşlıların -55 yaş ve üstü- hepsi emekli, hepsi toruna
tosuna karışmış. Köyde oturuyorlar, hiçbir şey yapmıyorlar. Oysa pek çoğunun
enerjisi yerinde, isterlerse belki bir 20 yıl daha çalışabilirler. Hadi
çalışmasınlar, gençlere yol açsınlar. Birinin eline bir kitap alıp okuduğunu
göremezsiniz. Hemen tüm vakitleri köy derneği adı verilmiş kahvehanede çay içip
oyun oynamak. Sorsan şu hayatta ne başardın, söyleyecek bir şeyleri olmaz.
Olmalı mı? Değil tabii ki! İnsan biyolojik bir canlıdır ve tıpkı diğer canlılar
gibi dünyadaki varlık amacı genlerinin devamını sağlayacak çocukları yapmaktır.
Yalnız bu minimumdur. İster istemez, bir şekilde olandır. Çoluğa çocuğa
karışmak için çok çalışmak ya da alın teri dökmek gerekmez. Hadi diyelim çocuk
doğduğunda ilk birkaç yıl ciddi fedakârlıklar yapmak şarttır. Peki ya sonra?
Çocuklar büyüdükten sonra? Biyolojik
öz-gerçekleşmeden sonra bir de varoluşsal bir öz-gerçekleşme olmamalı mı? İnsan
aklıyla, karakteriyle, çalışmasıyla geriye bir şeyler bırakmalı değil midir?
Bunun için çabalaması ve bir yere varamasa bile sırf uğraşması ile kendini var
etmesi doğru olmaz mı? Varoluşçuların deyimiyle insan kendisini var eden bir
varlıktır, varoluşu özünden önce gelir. Ancak kendisini var edebildiği zaman
hayatı anlam kazanır. Maalesef bizde bu kendini var etme ifadesi çoluğa çocuğa
karışmak ve kendine benzeyen çocuklar doğurmakla eşdeğer tutuluyor.
8. Kadınların İstihdamda Erkeklere Kıyasla Çok Az
Yer Edinmeleri:
Belki de göz alışkanlığı, bilemiyorum.
Tayland’da ve Vietnam’da inşaatlarda çalışan kadın sayısı azımsanmayacak kadar
çoktu. Yol çalışmalarında, kaldırım temizliklerinde, çöp kamyonlarında… Bir lokantaya girerseniz garsonların çoğu
genç kadındır. Berberlerde kadınlar çalışır, saç keserler, saç yıkarlar.
Türkiye’ye bakınca durumun çok farklı olduğunu görüyorum. Bir lokantaya
girersiniz. Bir tane bile kadın garson yoktur. Ayakkabı mağazalarında,
alışveriş merkezlerinde, yemek yenilen ortamlarda çalışanların çoğu yine
erkekler. “Kadınlar ağır işlerde çalışsın, yıpransınlar, ölsünler, bitsinler,
eşitlik budur” gibi bir iddiada bulunmuyorum. Yalnızca kadınların da
kendilerine fiziksel ya da zihinsel zarar vermeden yapabilecekleri pek çok işin
erkekler tarafından işgal edilmiş durumda olduğunu söylemeye çalışıyorum.
Dolayısıyla pek çok kadın çalışmayıp evde
oturuyor, kendilerine göre bir işi uzun zaman bulamayınca iş aramaktan
vazgeçiyorlar ve işsizlik rakamları bu yüzden olması gerekenden çok düşük
çıkıyor. Oysa ideal olan çalışmak isteyen için işin olmasıdır. Kadınların
toplumun her kesiminde yer alması gerektiğini savunuyorsak onlara her türlü
meslekte eşit haklar vermeliyiz. Fazlasıyla erkek güdümünde ilerleyen bir
toplum olduğumuz için ve kadınları “doğurma makinaları” olarak gördüğümüz için
böylesine köklü bir sorunun nasıl çözülebileceğini bilemiyorum. Her gün, artık
sıradan bir haber haline gelen, aile içi şiddet ve cinayet haberleri aslında
ekonomik özgürlüğünü kazanamamış kadının ve ekonomik özgürlüğünü kazanmış
kadını hazmedemeyen erkeklerin göstergesidir. Ayrıca kadın hakları konusunda sadece kadın
yazarların mücadele etmesi de bunun başka bir işaretidir. Gelişmiş bir toplumda
kadınlar ve erkekler arasında şeffaflık vardır. Şirketler, dil, din, ırk ve
CİNSİYET ayrımı yapmaksızın alırlar çalıştıracakları işçileri.
Aşağıya kalan maddeleri liste halinde
yazıyorum. İlk altı madde üzerinde uzun uzun yazabilirim ama kalanlar zaten
yeteri kadar açık. Yarın okul başlayacağı için biraz daha kendi alanımla, yani
eğitimle ilgili konulara eğilmek istiyorum. En yakın zamanda 9, 10, 11, 12, 13
ve 14. maddeleri yazacağım
9. Etnik ya da Dini Gerekçelerle Çatışmaların Olması:
9. Etnik ya da Dini Gerekçelerle Çatışmaların Olması:
10. Demokrasinin Seçimlerden İbaret Olarak
Algılanması ve Başbakanın Her Fırsatta Basına Fırça Atması:
11. Bir Türlü Gerçek Anlamda Laik Olamaması ve Laikliğin Modern Yaşamın Bir Olmazsa Olmazı Olduğunu Kavrayamaması:
12. Eğitim Sisteminin Şamar Oğlanına Dönmüş Olması ve Giderek Bilgi Toplumu İdealinden Uzaklaşması:
13. İnternetin ve Basının Sansürlenmesi (Buna Porno Sansürü De Dahil):
11. Bir Türlü Gerçek Anlamda Laik Olamaması ve Laikliğin Modern Yaşamın Bir Olmazsa Olmazı Olduğunu Kavrayamaması:
12. Eğitim Sisteminin Şamar Oğlanına Dönmüş Olması ve Giderek Bilgi Toplumu İdealinden Uzaklaşması:
13. İnternetin ve Basının Sansürlenmesi (Buna Porno Sansürü De Dahil):
14.
Devletin Bilime Değil de Teknolojiye Yatırım
Yapması
15.
Dilin Hoyratça Kullanılması ve İnsanların
Dillerini Bilmemesi
16. İnsanların Yazdıklarından Dolayı Değil de
Yazmadıklarından Dolayı Eleştirilmesi
17. Halka
Açık Sebillerde Duvara Zincirle Bağlanmış Alüminyum Bir Bardağın Olması
18. Lokantalarda İçinde Ürünlerin ve Fiyatların Eksiksiz Yazılı Olduğu Menülerin Olmaması
19. Hizmet Alımlarında Yetkili Kişinin Resmi Tutumdan Çabucak Uzaklaşıp Müşteriyle Ahbap Çavuş Olması ve Bunun Hizmetin Kalitesini Olumsuz Yönde Etkilemesi:
18. Lokantalarda İçinde Ürünlerin ve Fiyatların Eksiksiz Yazılı Olduğu Menülerin Olmaması
19. Hizmet Alımlarında Yetkili Kişinin Resmi Tutumdan Çabucak Uzaklaşıp Müşteriyle Ahbap Çavuş Olması ve Bunun Hizmetin Kalitesini Olumsuz Yönde Etkilemesi:
20.
Aşırı Hassas Olması ve Dine/Siyasete/Geleneğe
Azıcık Dokunan Mizahı Mahkemelerde Süründürmesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder