Bu Blogda Ara

26 Ağustos 2012

Türkiye'den Mektuplar 9


Geçen hafta köydeydim. Bu yaz İstanbul’a tıkılıp kaldım, yeni bir kente yerleşme ve yeni bir işe başlama meşgaleleri yüzünden. Dedim, bir köye gideyim, temiz hava alayım. Fena da olmadı! Konacık’ın rakımı 1200 metre civarında. Dolayısıyla nereye gidersen git rüzgârı eksik olmuyor. Bir de ben tepelere çıkıp etrafa bakma meraklısı olduğum için bol bol yedim o rüzgârdan. Sonuç, önce boğaz ağrısı ve burun akıntısı, ardından da baş ağrısı ve halsizlik. İki gece terledim köyde ama fayda etmedi.  İstanbul’a döndük ama henüz geçmedi burnumun akıntısı ve öksürük. Yarın da okul başlayacak. Burnumu ikide bir silmekten yara ettim. Evden dışarı çıkmıyorum ki hem çabucak iyileşeyim hem de hastalığı etrafa yaymayayım. Dakika 1, gol 1 diye buna diyorlar sanırım. Sen misin hiç alışık olmadığın halde eksik kıyafetlerle rüzgârı bağrına çeken? 12 yıl boyunca 20 derecenin altına girmemiş bu beden, köyde bir hafta boyunca iki kalın yorganın altında uyumak zorunda kaldı. Buna rağmen hasta da oldu. Tabii, alıştık kısa kollu bir t-gömlekle ve kısa pantolonla sokağa çıkmaya. 12 yıl boyunca sokağa çıkarken “dışarıda hava nasıl?” diye sormadık hiç. Nihayetinde hava “default” olarak sıcaktır oralarda. Yağmur yağıyorsa bir şemsiye ya da yağmurluk alırsın ama yine üzerine fazladan bir giyecek almana gerek kalmaz çünkü hava soğumaz. Beden soğuğu unutuyor, sıcakta mayışıyor. Yumuşamışız sıcak diyarlarda, öyle rüzgâra, soğuğa gelemiyoruz. Bakalım bu kış nasıl geçecek! Kar, dolu, tipi, insanın kemiğine işleyen soğuk… Kelimeler bile korkutuyor beni.

 Neyse, geldik işte! Bir ülkenin geri kalmışlığının işaretlerini yazmaya devam edeyim. Evden de çıkamıyorum. Oysa ne güzel İlyas Salman’ın Berlin Film Festivali’nden ödülle dönen “Lal Gecesi” filmine gidecektim bu hafta sonu. Bir de F. U. İle görüşecektik. Ona kitabımı verecektim, yıllar önce Cağaloğlu yokuşunda bir kitapçıdan aldığım “HURUFİLİK” kitabını imzalatacaktım. Artık haftaya kaldı bu plânlar. Kaldığım yerden devam edeyim.

    5.    Hiçbir işin tamamıyla ve zamanında yapılmaması. Eğer zamanında yapıldıysa eksik olması, eğer tamamı bitmişse gecikmiş olması. Bazen hem eksik hem geç olması.

Mesudiye’den otobüse bindik. Koltuğa oturur oturmaz muavin geldi ve nerede ineceğimizi sordu. Ben de 4. Levent yakınlarında inebileceğimizi söyledim. Elindeki listeye yazdı ve gitti. Bu durumda benim düşünmem gereken nedir? Otobüs beni 4. Levent’e bırakacağı, değil mi? Yok ama, ben fazlasıyla mükemmeliyetçi birisi olduğum için hatalıyım. Meğer, otobüs İstanbul’a girdiğinde Kartal’a varmadan bir yerde durmuştu. O sırada muavin bağırmış “karşıya gidecek yolcular servise binsinler” diye. Ben duymadım! Duymam mı gerekiyordu? Adam dışarıda bağırıyor. Hem ben nerede ineceğimi söylemişim ve muavin de elindeki kağıda not almıştı, hangi koltuk numarasının nerede ineceğini. Gelip bana söyleyebilir. Ama bunu yapmak yerine dışarıda anons ediyor. Sonuçta 14 saatlik bir yolculuktan bahsediyoruz. Yolcu uyuyor olabilir, müzik dinliyor olabilir, dalgın olabilir. Velhasıl-ı kelam, yolcuya baştan söylenmemişse nasıl davranacağı, her türlü şeyle meşgul olabilir. Böyleyken böyle, biz kaldık Anadolu yakasında. Kavacık’ta indik, 4. Levent’de inme hayalleri kurarken. Gece saat 00:30. Ortalıkta taksi yoktu ama otobüs durağında bekleyenler vardı.  Dedim herhalde otobüsler çalışıyor. 10 dakika kadar bekledikten sonra efsanevi 500T göründü ufukta. Bindik gittik.

Bu deneyim bana iki şey öğretti. Kendine sağlama almazsan hizmet sektörü seni ve sorunlarını iplemez. Bu toplumda kendi başınasın. Başının çaresine bakmazsan, servis sağlayıcılar suçu sana atar –neden duymadınız benim bağırmalarımı, o kadar söyledim karşıya geçecekler minibüse binsin diye- ve kabak gibi kalırsın ortada. Başlıkta da dediğim gibi, onlardan beklemeyeceksin servisin kusursuz olmasını. Çeke çeke, söke söke alacaksın. Öğrendiğim ikinci şey ise saat sabah 1’den sonra bile Beşiktaş-Sarıyer minibüslerinin çalıştığı. Birden minibüslere karşı tavrım değişti. Metro 12’de kapanıyor ama minibüsler seyrek de olsa çalışmaya devam ediyorlar. Helal olsun valla!

Şimdi geri dönelim başlığa: Hiçbir işin tamamıyla ve zamanında yapılmaması. Eğer zamanında yapıldıysa eksik olması, eğer tamamı bitmişse gecikmiş olması. Bazen hem eksik hem geç olması. Türkiye’ye geldiğimden beri yalnızca bir defa işimi zamanında ve bütün olarak halledebildim. O da yakınlarda bir dükkândan sehpa ve masa aldım. Adam bu akşam getiririm dedi ve saat 7 olmadan masam ve sehpalarım eve geldi. Bunun dışındaki her türlü hizmet talebim başlığa yazdığım tümceleri doğrular mahiyette gelişti. İşte de örnekler:

a.       İnternet bağlantısı 6 saat içinde açılır dedi eve gelen teknisyen, internetin açılması neredeyse 48 saat aldı.
b.      Suyu, elektriği, doğalgazı açtırmam bir haftadan uzun sürdü. Ya sistem bahane ediliyor ya da ellerinde olmayan yoğunluk.
c.       Camına ertesi gün teslim yazan mobilyacıdan mobilya aldım, 1 hafta sonrasına tarih verdiler.
d.      Yurt dışından getirdiğim telefonu açtırmak için vergi dairesine para yatırdım ama sonradan öğrendim ki eşim yabancı olduğu ve geçici ikametgâh belgesi olmadığı için –TÖMER’de öğrenci olmak yeterli değil yani- telefonunu kullanamazmış. Bunu neden baştan söylemediklerini anlamış değilim.
e.      Perdeci Ş perdeleri hem geç hem de yanlış getirdi. Ardından bana, ona ödediğimin bir kısmını geri vereceğini söyledi. Bunun üzerinden neredeyse 1 ay geçti. Arıyorum, yakında vereceğim diyor. Sonra bir daha arayana kadar ses soluk çıkmıyor adamdan.
f.         Ehliyet için başvuruyorum. Memur diyor ki “Hastaneden aldığınız heyet raporu olmaz. Aile hekiminden alacaksınız.” Aile hekimine gidiyorum. Hekim hanım diyor ki “Öyle şey mi olur? Ben seni nasıl muayene edeyim hem gözünden hem aklından. O polis yasayı bilmiyor.” En sonunda aile hekiminden “Ekteki rapora binaen …“ diye başlayan, imzalı bir rapor alıyorum. Memur ekteki raporu koparıp bana veriyor, eksiz halde hiçbir hükmü olmayan aile hekiminin raporunu kabul ediyor.
g.       Yine ehliyet almak için internetten randevu almak gerekiyor. Zor bela randevuyu alıyorum ama trafik tescil kurumundaki sıra numaralarının hiçbirisi çalışmıyor. Dolayısıyla bulduğunuz bir yere oturuyorsunuz. Görevli memur kaş-göz işaretiyle sizi çağırıyor müsait olduğunda. Bu arada randevu almış olmanın hiçbir hükmü yok.
Örnekleri çoğaltmak mümkün. Bunlar sadece benim başıma gelenler. Kim bilir başkalarının başlarına ne trajik, ne “insanı hayattan bir anda soğutan cinsten” şeyler geliyordur. Haberlere ya da ekşisözlük’e şöyle bir bakmak aslında yeter de artar. Yeni açılan Kartal-Kadıköy metrosunun metobüs bağlantısında 20 dakika yürümek gerekiyormuş metrodan metrobüse geçmek için. Ben 20 dakika yürürüm, sorun değil ama hızlı ulaşım beklentisi içine giren halk 20 dakika yürür mü? Hem bunun yağmuru, karı var! Yaşlılar var, çocuklu aileler var! Bu mu yani belediyenin entegre ulaşımdan anladığı? Hem sonra yürüyen merdivenler sık sık bozuluyormuş. Yerin bilmem kaç metre altına metro yapmak işi tamamlamış olmak değildir. O merdivenleri çıkabilen zaten çıkar ama ya çıkamayanlar?
  
     6.      Sporun ve Sanatın Elit Kesimin Elindeki Etkinlikler Olarak Algılanmaları:

İşin sanat yönü sanırım kuşku götürmez bir gerçek. İnsanların çoğu için sanat gereksiz bir ayrıntıdır hayat için. Sinema deyince akıllarına Cüneyt Arkın, müzik deyince İbrahim Tatlıses ya da adlarını bilmediğim popçulardan biri, resim deyince de ortaokuldaki resim öğretmenleri gelir. Bunun dışında sanat yoktur veya onların radarına girmez. Eğer, işten güçten, kahvehanedeki oyundan, televizyondaki saçma sapan programlardan, kaldırımlardaki hiç bitmeyen dedikodulardan vakit kalırsa ilgi duyabilirler sanata, güzele ve doğruya. Bunun dışında hayat iş-ev-kıraathane-ev-iş-halı saha maçı-ev-sokak muhabbeti-ev gibi döngülerde devam eder.  Bunun ekonomik koşullarla da ilgisi var tabii ki ama yine de fakir olmak doğrudan cahil olmayı gerektirmez. İnsan bir şekilde boş vakitlerini değerlendirebilir. Bunun için gerekli yönlendirmeler okullarda erken yaşlarda yapılsa belki bizim içimizden de Picassolar, Mozartlar, Daliler çıkacak.

Spor ise gördüğüm kadarıyla futbolun tekelinde. Hemen herkes futbolla ilgileniyor. İnsanlar birbirlerini bıçaklıyorlar futbol için. Öyle ki halkın üzerine laf ettirmediği üç tabudan birisi haline gelmiş tuttukları takımlar –diğer ikisi din ve milliyetçilik-. Sanırım süperlig dedikleri, 8-9 ay süren şampiyonluk maratonunun maçlarının yayın haklarını tek bir kanal almış. Dolayısıyla diğer kanallar maç sırasında hiçbir şey göstermiyorlar. Yalnız, dün maç sırasında –ne maçı olduğunu anımsamıyorum- bir başka kanalda analizler yapılıyordu. Yani maçı ekrandaki yorumcular izliyorlar ama seyirciye göstermiyorlar. İzledikçe de yorum yapıyorlar, seyirciye bilgi veriyorlar. Parası olmayan taraftar sanırım kahveye gidip izliyordur maçı. Kim bu devirde televizyonun karşısında oturur ki üç futbol uzmanının muhabbetlerini dinlemek için?

Öyle ya da böyle, ülkedeki futbol fanatizmi diğer sporlara gölge düşürecek derecede vahim. Olimpiyatlar sırasında herkes neden bu kadar başarısız olduğumuzu soruyordu. Oysa olimpiyatlarda başarısız olmak spordan uzun süre mahrum kalmış olmanın bir getirisi. Ben İstanbul’a geldiğimde ilk yaptığım şeylerden birisi koşacak yol aramak olmuştu. Hem Anadolu yakasındaki evin yakınında hem de yeni taşındığım evin yakınında koşmak için yerler buldum. Yokuşa ve toprağa rağmen haftada 2-3 kere koşmaya çalışıyorum –dizim elverdiği sürece- . Beni asıl üzen şey böylesine güzel koşu yollarının olduğu İstanbul’da çok az kişinin koşmaya –ya da herhangi başka bir spora- ilgi göstermesi. Hatta pek çok insan sporu “boşuna yorulmak” olarak algılıyor. Bu yönde yazı yazan, kitap yayınlamış, belli bir okur kitlesine sahip olmuş yazarlar bile var. Bunlardan bir örneğini aşağıdaki ağbağından okuyabilirsiniz. Bazıları ironi yapmış diyor olsa da bana hiç de sarkastik bir yazı gibi gelmedi bu deneme. Ya yazar dediği gibi düşünüyor ya da sarkastik yazmayı beceremiyor.


Oysa sporun insanın hayatına ve toplumun genel düzenine katkısı çoktur. Spor; azmi, sıkı çalışmayı, disiplini, kendini aşmayı öğretir insana. Bireyler en iyi sporla öğrenirler kendi bedenlerine ve zihinlerine meydan okumayı. Ben her koşuda zamanımı ölçerim, eğer uzun zaman ara vermediysem, bir önceki hızımdan biraz daha hızlı koşmayı amaçlarım. Bir hedef koyarım kendime ve koşarım o hedefi tamamlayana kadar. Sporda asıl rakip her zaman için sporcunun kendisidir. Bu ilkeyle ilerlemeye çalışır spor yapan kişi. Asıl olan zihni terbiye etmek ve bu şekilde bedenin sınırlarını zorlamaktır. Yurt dışındayken ne zaman birkaç yabancı arkadaşla tenis maçı izlesem şu lafı duyardım: “This is a very mental game” (Bu, ziyadesiyle zihne dayalı bir oyun).  Konsantrasyon gerektirir her spor, beynin diğer fakültelerine kilit vurup tek bir şeye odaklanmanı bekler. Bunu yapan oyuncu zaten disiplinli çalışmak zorunda hisseder kendini. Sabahın köründe uyanıp, antrenman yapar, kendisini hedefe kilitler. Yapamayan ise yolda kalır, hiçbir zaman zafer kazanamaz.  
     
      7. İnsanların Çoğunun Hayattaki İdealleri “Oku - SSK’lı İş Bul – Evlen – Çocuk Yetiştir – Emekli Ol – Torun Sev – Öl” Çizgisinden İbaret Olması

Bu böyle lineer bir yoldur. Denenmiştir, başarılı olduğu garantilidir. Bu güvenceden dolayı da toplumun %99’u bu yolu takip eder. Risk almak istemez, fazlasını yapmaktan ölesiye çekinir, Amerika’yı gereksiz yere keşfetmekten korkar. Risk almayan insan başarılı olamaz çünkü zaten risk almadan başarılan işler başkaları tarafından yapılıyordur. Toplum –özellikle büyüklerimiz- bizlere daha önce denenmiş ve başarılı olunmuş yolları gösterir takip etmemiz için. Bireyin birey olabilmesi için yapması gereken ise bu tavsiyelere uymayıp, kendi yolunu çizme adına adımlar atmasıdır. Aksi takdirde ne bilim gelişir bir toplumda ne de sanat.

Aslına bakılırsa böyle bir alışkanlığın sorun olarak algılanması taraftarı değildim ama köye gidip gelince fikrim biraz değişti. Köydeki yaşlıları görünce, insanların “yolumu bulayım da gerisi önemli değil” tavırlarına şahit olunca anladım ne büyük bir kısır döngünün içinde olduğumuzu. Köydeki yaşlıların -55 yaş ve üstü- hepsi emekli, hepsi toruna tosuna karışmış. Köyde oturuyorlar, hiçbir şey yapmıyorlar. Oysa pek çoğunun enerjisi yerinde, isterlerse belki bir 20 yıl daha çalışabilirler. Hadi çalışmasınlar, gençlere yol açsınlar. Birinin eline bir kitap alıp okuduğunu göremezsiniz. Hemen tüm vakitleri köy derneği adı verilmiş kahvehanede çay içip oyun oynamak. Sorsan şu hayatta ne başardın, söyleyecek bir şeyleri olmaz. Olmalı mı? Değil tabii ki! İnsan biyolojik bir canlıdır ve tıpkı diğer canlılar gibi dünyadaki varlık amacı genlerinin devamını sağlayacak çocukları yapmaktır. Yalnız bu minimumdur. İster istemez, bir şekilde olandır. Çoluğa çocuğa karışmak için çok çalışmak ya da alın teri dökmek gerekmez. Hadi diyelim çocuk doğduğunda ilk birkaç yıl ciddi fedakârlıklar yapmak şarttır. Peki ya sonra? Çocuklar büyüdükten sonra?    Biyolojik öz-gerçekleşmeden sonra bir de varoluşsal bir öz-gerçekleşme olmamalı mı? İnsan aklıyla, karakteriyle, çalışmasıyla geriye bir şeyler bırakmalı değil midir? Bunun için çabalaması ve bir yere varamasa bile sırf uğraşması ile kendini var etmesi doğru olmaz mı? Varoluşçuların deyimiyle insan kendisini var eden bir varlıktır, varoluşu özünden önce gelir. Ancak kendisini var edebildiği zaman hayatı anlam kazanır. Maalesef bizde bu kendini var etme ifadesi çoluğa çocuğa karışmak ve kendine benzeyen çocuklar doğurmakla eşdeğer tutuluyor.

      8.  Kadınların İstihdamda Erkeklere Kıyasla Çok Az Yer Edinmeleri:

Belki de göz alışkanlığı, bilemiyorum. Tayland’da ve Vietnam’da inşaatlarda çalışan kadın sayısı azımsanmayacak kadar çoktu. Yol çalışmalarında, kaldırım temizliklerinde, çöp kamyonlarında…  Bir lokantaya girerseniz garsonların çoğu genç kadındır. Berberlerde kadınlar çalışır, saç keserler, saç yıkarlar. Türkiye’ye bakınca durumun çok farklı olduğunu görüyorum. Bir lokantaya girersiniz. Bir tane bile kadın garson yoktur. Ayakkabı mağazalarında, alışveriş merkezlerinde, yemek yenilen ortamlarda çalışanların çoğu yine erkekler. “Kadınlar ağır işlerde çalışsın, yıpransınlar, ölsünler, bitsinler, eşitlik budur” gibi bir iddiada bulunmuyorum. Yalnızca kadınların da kendilerine fiziksel ya da zihinsel zarar vermeden yapabilecekleri pek çok işin erkekler tarafından işgal edilmiş durumda olduğunu söylemeye çalışıyorum.

Dolayısıyla pek çok kadın çalışmayıp evde oturuyor, kendilerine göre bir işi uzun zaman bulamayınca iş aramaktan vazgeçiyorlar ve işsizlik rakamları bu yüzden olması gerekenden çok düşük çıkıyor. Oysa ideal olan çalışmak isteyen için işin olmasıdır. Kadınların toplumun her kesiminde yer alması gerektiğini savunuyorsak onlara her türlü meslekte eşit haklar vermeliyiz. Fazlasıyla erkek güdümünde ilerleyen bir toplum olduğumuz için ve kadınları “doğurma makinaları” olarak gördüğümüz için böylesine köklü bir sorunun nasıl çözülebileceğini bilemiyorum. Her gün, artık sıradan bir haber haline gelen, aile içi şiddet ve cinayet haberleri aslında ekonomik özgürlüğünü kazanamamış kadının ve ekonomik özgürlüğünü kazanmış kadını hazmedemeyen erkeklerin göstergesidir.  Ayrıca kadın hakları konusunda sadece kadın yazarların mücadele etmesi de bunun başka bir işaretidir. Gelişmiş bir toplumda kadınlar ve erkekler arasında şeffaflık vardır. Şirketler, dil, din, ırk ve CİNSİYET ayrımı yapmaksızın alırlar çalıştıracakları işçileri.

 Devam Edecek.

Aşağıya kalan maddeleri liste halinde yazıyorum. İlk altı madde üzerinde uzun uzun yazabilirim ama kalanlar zaten yeteri kadar açık. Yarın okul başlayacağı için biraz daha kendi alanımla, yani eğitimle ilgili konulara eğilmek istiyorum. En yakın zamanda 9, 10, 11, 12, 13 ve 14. maddeleri yazacağım

 9.  Etnik ya da Dini Gerekçelerle Çatışmaların Olması:
   10.  Demokrasinin Seçimlerden İbaret Olarak Algılanması ve Başbakanın Her Fırsatta Basına Fırça Atması:
   11.  Bir Türlü Gerçek Anlamda Laik Olamaması ve Laikliğin Modern Yaşamın Bir Olmazsa Olmazı Olduğunu    Kavrayamaması:
   12.  Eğitim Sisteminin Şamar Oğlanına Dönmüş Olması ve Giderek Bilgi Toplumu İdealinden Uzaklaşması:  
   13.    İnternetin ve Basının Sansürlenmesi (Buna Porno Sansürü De Dahil):
   14.   Devletin Bilime Değil de Teknolojiye Yatırım Yapması
   15.   Dilin Hoyratça Kullanılması ve İnsanların Dillerini Bilmemesi
   16.  İnsanların Yazdıklarından Dolayı Değil de Yazmadıklarından Dolayı Eleştirilmesi
   17.    Halka Açık Sebillerde Duvara Zincirle Bağlanmış Alüminyum Bir Bardağın Olması
   18.   Lokantalarda İçinde Ürünlerin ve Fiyatların Eksiksiz Yazılı Olduğu Menülerin Olmaması
   19.   Hizmet Alımlarında Yetkili Kişinin Resmi Tutumdan Çabucak Uzaklaşıp Müşteriyle Ahbap Çavuş Olması ve Bunun Hizmetin Kalitesini Olumsuz Yönde Etkilemesi:
   20.   Aşırı Hassas Olması ve Dine/Siyasete/Geleneğe Azıcık Dokunan Mizahı Mahkemelerde Süründürmesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder