Bu Blogda Ara

31 Aralık 2011

Hocamız Değil Onlar!

Ömer Muhtar’i izleyenler anımsar, filmin en önemli sahnelerinden birisini. Çölde pusuya yakalanan İtalyan askerleri, Ömer Muhtar’ın adamlarıyla çatışmaya girince, birer birer öldürülürler. Geriye genç bir subay kalır ve o da teslim olur. Ömer Muhtar’ın yanıbaşındaki mücahitlerden birisi bu genç subayı da öldürmek ister ama Ömer Muhtar ona engel olur. Mücahit “Ama onlar öldürüyor bizi!” deyince Ömer Muhtar “Hocamız değil onlar!” der ve konuyu kapatır.

Şırnak Uludere’de geçen gün meydana gelen olay bir kaza olabilir, daha önce yapılan hataları tekrarlamamak için alınan aşırı sert bir önlem olabilir, PKK’nın ya da Türk ordusuna istihbarat sağlayan güçlerin bir oyunu da olabilir. Fakat tüm bu gerekçeler ya da bahaneler, olaya insancıl yönden bakmamızı engellememeli, yangına körükle gitmemize yol açmamalıdır. Ölenler Türkiye’nin en yoksul, en bakımsız, en ücra topraklarında yaşayan –yaşamaya çalışan- Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıdır, ölenler askere gitme yaşında olan gençlerdir, ölenler başka seçenekleri olmadıkları için geçimlerini kaçakçılıkla sağlayan silahsız masumlardır. Kimse tutup da kaçakçıları vurduk falan demesin! O topraklarda iş var mı ki insanlar çalışsın, o topraklarda sürdürülebilir bir ekonomi var mı ki insanlar kaçakçılıktan vazgeçsin! Kentlerde yaşayıp, evlerinin en yakınındaki direkten çatılarına kaçak kablo çeken insanların başına bomba yağdığını hiç duydunuz mu ki böylesine bir olayı “TSK kaçakçıları bombaladı” diye veren haber kanallarını normal karşılayalım? Hadi bu politize edilmiş haber başlığını geçelim. Peki ya sosyal medyada tartışılanlara ne demeli! Peki CNN Türk’ün sahibinin, bombalama haberini verecek olan sunucusunu herkesin gözü önünde, neredeyse zorlayarak susturmasına…



Kimileri olayın sorumlusu olarak Kürt halkını göstermiş, kimileri olayı “Onlar şehitlere üzülmüyorlardı ama…” noktasına getirip, işi intikamla sonlandırma gayretine girişmiş, kimileri de “Ne işleri dağda gecenin bir yarısı” deyip işin içinden çıkmaya yeltenmiş. Oysa başta da yazdığım gibi Türkiye Cumhuriyeti bir devlettir ve vatandaşlarının hayatlarını, sağlıklarını, haklarını korumakla yükümlüdür. Terörist bir kuruma karşı teröristçe karşılık veremez, vermemeli. Olay bir kazaysa, devlet zaman kaybetmeden özür dilemeli, bombalanan yere gidip, ölenlerin yakınlarının gönüllerini almalıdır, ailelere tazminat vermelidir. Ölenler başkaları olsaydı rical-i devleti hemen olay yerinde görürdük. Ortada bir hata, yanlış bir istihbarat varsa, çıksın birisi özür dilesin, oradaki halkın yüreğine su serpsin, yaralarını sarsın. Aksi takdirde ne tek yürek tek ülkeden sözetmeye hakları vardır bu sükunet aşıklarının ne de dün gece ölenlerin çocuklarının, kardeşlerinin dağa çıkması karşısında edecekleri bir laf. PKK baskınında şehit olan askerlerimizi ve masum sivilleri ne kadar anıyor, onlara ne kadar üzülüyorsak; aynı duyguları bu köylüler için hissedemiyorsak PKK'yı kendimize hoca olarak kabul etmişiz demektir.

“Siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz” diyerek şova çevirdiğimiz uluslararası toplantıları anımsayalım bir de! Gazze’ye yardım götüren gemiye yapılan baskını, deniz sınırından içeriye girmek isteyen aktivistlerin kurşun yağmuruna tutuluşunu ve öldürüşünü. Ardından bizim hükümetimizin özür talebini ve karşı tarafın sınır ihlalini, teröristlere yardım etme bahanesini öne sürüşlerini ve bir türlü özür dilememelerini... Bize bir şeyler anlatmalı bu iki durumun benzerliği. Başsağlığı dileyip, bir özrü, birkaç istifayı çok gören hükümetlerin değerini düşündürmeli belki de. Ölen 35 can, Şırnak’ta değil de İzmir’de ya da Bursa’da olsaydı Türkiye halkının ve hükümetinin tepkisi aynı olur muydu sorusu da gelmeli akıllarımıza, her ne kadar yanıt bulamayacağımızı bilesek de...



Görünen o ki “operasyon hatası”, “istihbarat yanlışlığı”, “heronların hinliği” gibi katliamı alet edevata atfederek işin içinden sıyrılmak isteyen, korkak bir güruh var başımızda. Ha bir de çıkıp konuşmaya devam ederler, Ermeni soykırımı olmadı, yolda öldüler (operasyon hatası). Dersim’de katliam olmadı, onlar orduyla savaşan eşkiyalarla karıştırıldı (yanlış istihbarat). Maraş’ta aleviler öldürülmedi, tahrik sonucu gelişti çatışmalar (bilinmeyen dış güçler)... Liste uzayıp gider ama sorunlar çözülmez. Çünkü halkıyla dost olmaya çalışan bir devlet yoktur ortada. Yazanı, çizeni, en ufak laf edeni hapse yollayan bir sistemden söz ediyoruz. Kendi halkına işkence yapan, sorumluları yakalamaktan kaçınan, sorunları çözmek yerine lafazanlıkla vakit kaybeden insanlardan. Bu vakit kaybetme huyu, bu işleri ağırdan alma nemelazımcılığı, bu bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın adamsendeciliği sürdüğü sürece Türkiye’deki Kürt sorunu çözülmez, çözülemez. Çünkü kendimize rehber edindiğimiz ilkeler yanlış, insan tabanında değil de güç tabanında birleşiyoruz. Akıl rehberlerimizi yanlış adreslerde arıyoruz...

Ve bana öyle görünüyor ki İsrail sadece dostumuz değil, hocamız da aynı zamanda...

21 Aralık 2011

Running Through the Past

“Pain is inevitable, suffering is option” says Haruki Murakami, a well-known novelist and a long-distance runner. Running, like all other sports, requires mental discipline and physical endurance. One cannot even run 10 km without the proper training, as otherwise things might go very wrong and long-lasting injuries might occur.

We went to Cambodia to complete a half-marathon. The goal of the run is both to arrange a big sports movement and to help the long-time suffering people of Cambodia. The location is perfect as the route is passing through the ruins of the Angkor temples, going along a small lake, reaches at some dirt roads and ends at a point where we can see the entrance of the ancient temple city. The contrast between the excitement of the event and the tranquillity of the path was perhaps what made it a unique experience for majority of the runners. Running beside a lake whose surface seems as smooth as newly-ironed bed sheet, running through the centuries-old ruins whose spirits are awake as if they have never been asleep, running with thousands of young souls whose only aim to finish the race before the frying heat of the sun hits our bare heads...



For many of us, this is the first half-marathon and being an underdog it is impossible not to be intimidated by the size of the experience while at the same time not to be overwhelmed with the possible achievement at the end. It is not the distance to be beaten, it is not the time to be challenged! It is our own lazy souls, our own laid-back personalities, our own lives to be disciplined and to be taught. The difficulty is an undeniable reality of the show. However, the naïve belief one might have about the power of collectivism can work here as a catalytic essence. “If everybody runs, I can run too.” is probably the biggest source of energy for many runners here.



The race started at 6:30 am for which we need to wake up at 4 am. With the start sign, people began moving and mumbling like a locomotive starts its long journey at a station together with the whistles and notchings. The metaphor of train station and the departing locomotive can work as far as waving hands beside the railway and the distant eyes staring at the disappearing individuals. Slowly, the cacophony in the air is replaced by the pure sound of the footsteps and the heavy breathings. The lake, as tranquil as an invitation letter for the ants to lean over and drink water, the air as cool and pure as the freshness after the rain, the ruins as vivid as the paintings of Van Gough...

Then things get harder and harder as one can imagine after a few kilometers. Some stopped and rested for a while to stabilize their breathing, some stopped to take the photos of magnificent views in the temple ruins, some stopped to help those who didn’t want to stop, some slowed down to touch the hands of the kids cheering beside the running path, some left the route to the woods for a quick pee… The race continued with the pain going along with us. Some had knee pain from beginning to the end; some ran with twisted ankles, some had trouble with toe nails or squeezing shoes.

However, the spirit was high as I have seen a guy running with a heavy bag on his back and a mother running with the teddy bear –most probably she was helping her daughter’s teddy bear to finish a half-marathon- . The most motivating factor after the never-ending flow of runners in front of me was seeing someone with a message at his back “Run faster, you are still behind me!”. It was slightly obnoxious but otherwise no one would care of it.



Once you reach the 15 km sign, you realize that stopping and resting are no more options. No matter how much pain you have built inside the walls of your body or how little stamina left in your stubborn soul, you have to keep going. As people passing by or cheering beside the path, the finish line becomes an inevitable destiny for the runner, a gift that the runner deserves, a divine trophy that one can only dream about.

I reach the finish line and see some of my colleagues waiting there. The others came one by one and the final scene was an unforgettable moment for everyone. Limping, complaining, and whining about the various injuries while at the same time feeling satisfied deep inside with the achievement came along after 21 km of sweat, inner-talk and pain. Exhausted with the run and with the heat from the rising sun, we decided to get back our hotel rooms for some rest. Before getting on the bus we took several photos and for the last photo we handed the camera to a local young boy. At that moment, I thought “If he runs away with the camera now, none of us could go after him and catch him, considering our exhausted muscles :)” Fortunately, he was a good boy, not as naughty-minded as I was.

Despite the fatigue, we managed to have fun all afternoon, eating and drinking till late hours of Sunday evening. Someone asked while eating the quasi-happy pizzas and drinking the Angkor beers; “Shall we come here next year again?” The answer was a “BIG YESSSSSSS”...



*** Photos on this page are taken by Steve P, Hugh M, Fiona D, Curtis G and Andrew A. Thanks to all for giving me the photos and asking me to write this short article. This will be published in school's newsletter.

16 Aralık 2011

YARIM HAYATLAR (3)

Kilometre 2 (Strangers in the Night)
İkidir ilk asal sayı, tüm çift sayıların varlığından sorumlu olan. Hoş, Sagan ve benzeri inatçı matematikçilere göre, asal sayıları ikiden başlatmak bire yapılan büyük bir haksızlıktır. Bu yüzden Sagan, kitabı “Cosmos”da, asal sayıları 1’den başlatır. Aklı sıra devrim yapacak, matematiğe yeni bir soluk getirecek. Gereksiz bir tartışma, bana göre. Sever bilim adamları böyle ucu bir yere gitmeyen tartışmaları. Bazen de böyle gereksiz tartışmalardan doğar en yararlı ürünler. Bilemez insan yolun başındayken, yolun sonunda onu neyin beklediğini, hele bir de yol kıvrımlı, yol çatallı, yol labirent gibiyse.
Aşk da öyle değil midir çoğu zaman? Kıvrımlı bir labirent ya da kedinin oynamaktan zevk aldığı bir ip yumağı? Yumak, kanepenin ayağının dibinde durur devinimsiz, zararsız. Ama kedi bu, durmaz rahat, oynamak ister, dürter hafifçe. Patilerinin dokunduğu yumak kımıldar, isteksizce, homurdanarak yuvarlanır hafiften. Kedinin hoşuna gider bu, tahrik olur hayvan içgüdülerinin de etkisiyle, hayata kattığı devinimi ve anlamı bulmuştur artık. Bir daha dokunur, bir daha, bir daha, zehir bulaşmıştır artık kanına. Patileri, ağzı, kafası hep birlikte boğuşmaya başlar yumakla; yorulana, usanana kadar oynar onunla. Sonra bırakır gider, ardına bakmadan bir kere; tarumar olmuş bir bahçe geride... Ardına bakmamakla yumağa en büyük iyiliği yaptığını belki kendisi de bilmemektedir, ya da biliyordur da belli etmiyordur. Bilinegelenin aksine ardına bakmak bencilliktir, kendini üstün görmektir, geride kalanın kendi ayakları üzerinde duramayacağına inanmış olmaktır. Aşk acısı –ki bencilliklerin en büyüğüdür- işte böyle kandırır insanı, ağına sarar, boğar onu.
Müzikçaları tekrar açıyorum. “Strangers in the Night” kaldığı yerden devam ediyor.
Varsın çalsın, o çalsın ama ben takmayayım kafamı müziğin sözlerine. Önümde, aralarındaki konuşmalardan Fransız olduklarını anladığım bir çift beliriyor. Sırtlarındaki yazıya bakılırsa Çin Seddi’ndeki yarı maratona katılmışlar. Böyle ülke ülke gezip, gittiği her ülkede maraton koşanlar da var. Zevk meselesi tabii, sonuçta koşmak bağımlılık yapan bir şey, tıpkı bilgisayar ve kahve gibi. Çin Seddi’nde koşmak cesaret isteyen bir iş olsa gerek. Bir yukarı, bir aşağı, zemin de asfalt olmayınca! Nasıl dayanır ona insanın dizi ve ayak bilekleri, anlaması zor.
Strangers in the night, two lonely people
We were strangers in the night
Up to the moment
When we said our first hello.
Little did we know
Love was just a glance away,
A warm embracing dance away and
Emine’yle de böyle bir gece vakti tanışmıştık. Okul bitmiş, Taksim’de bir bilgisayar firmasında çalışmaya başlamıştım. O Cuma akşamı da arkadaşlarla takılmış, alt kattaki penceresini açınca, uzaktan Galata kulesini tüm hüzünbazlığıyla gören salaş bir meyhanede rakı içmiş, kafam demlenene kadar abuksubuk konularda –yapay zekadan camın tarihine kadar uzanan geniş bir yelpazede- bir yığın muhabbet etmiştim. Sonrasında nasıl olduysa, meyhane çıkışında herkes kendi yoluna gitmiş, beni sabahın birinde, hiç bilmediğim ıssız sokaklarda yalnız bırakmışlardı. Takmamıştım kafaya; yanıma aldığım litrelik su şişesinden içe içe, ara ara durup bulduğum pis duvar kenarlarına işeye işeye, yolumu bulurum demiştim. Yürüdüm karanlıkta, sağa döndüm, sola döndüm, sonuçta çok güvendiğim mühendis beynimle biliyordum ki en çetrefilli labirentin içine sıkışmış olsam bile, labirentin en az bir çıkışı var olduğu sürece, sonlu bir sürede dışarı çıkabilirdim. Döndüm dolaştım ve yarım saat kadar sonra artık kepenkleri indirmiş olan aynı meyhanenin önüne geldim. Güldüm kendime, “Demek dünya yuvarlakmış, seni minik Macellan” diyerek. Tekrar başladım aynı yoldan ama, sağa döndüm, sola döndüm, yokuş çıktım, yokuş indim ama yarım saat kadar sonra kendimi yine başladığım sokağın başında buldum. Sıkılmaya başlamıştım, karnım da acıkmıştı. Bu saatte, kanımda bu kadar alkolle uyumam gerekiyordu. Yollarda ayyaşlardan ve zararsız tinercilerden başka kimse de yoktu ki onlara sorayım, Taksim’e nasıl varacağımı. Hem Beyoğlu bu kadar karışık bir yer değildir ki kaybolayım, ya bende bir şey vardı ya da sinsi bir oyunun içine düşmüştüm.
Üçüncü sefer için yola koyuldum ama bu defa kararlıydım, bulacaktım yolumu. Az gittim, uz gittim, bayır tepe düz gittim. Bir ara daha önce görmediğim daracık bir sokağa daldım, sokağın üzerindeki dükkanlardan birinden gelen ışığa kanarak. Kıtıpiyoz bir kapısı bile vardı sokağın, eskilerden kalma bir gururu okşayan. Işığa doğru yürüdüm, sağımda solumda miyavlayan kedilere aldırmadan. Karanlıkta pek bir şey seçilemiyordu ama olsa olsa müşterilerini tanıyan ve seven bir meyhanecinin işlettiği, kuytu bir mekandır dedim içimden. Dükkanın önüne vardığımda yanıldığımı anlamıştım. Önce yanlış gördüm sandım, elimdeki su şişesinden bir yudum aldım, seslice yutkundum. Dükkanın camında yazan yazıyı heceleyerek, umulmadık bir yanlış yapmaktan kaçarcasına seslice okudum.
“Düşperest Haritacısı” yazıyordu gotik harflerle. İçeride kimse görünmüyordu ama ışık açık olduğuna göre birileri mutlaka vardır diye kapıya yöneldim. Kapının ardında beyaz tonton bir kedi vardı, paspas gibi yayılmıştı yere, kuyruğunu altına alıp. Kapıyı hafifçe iteledim, açıldı zorlanmadan kapı, kolundaki zil çıngırdadı gelişimi müjdeler gibi. Kedi huysuzlandı tabii, rahatını kaçırdığım için bana kızmış olacak ki sert sert baktı yüzüme. Sırtını kabarttı, kuyruğunu havaya dikti, ince uzun mırladı ve sonrasında bana arkasını dönüp kitapların arkasındaki küçük kapıya doğru koşmaya başladı. Ben afallamış kediye bakıyordum alık alık. Şimdi cebinden saatini çıkaracak “Geç kaldım, yine geç kaldım” diyecekti sanki. Olur mu olur! Ben daha fazla başıma dert almayayım diye dükkandan çıkmak için arkamı dönmüştüm ki köşedeki masanın altından çıkan bir kız “Bir şey mi aramıştınız? Buyurun yardımcı olayım.” dedi. Bu Emine’ydi. Benim şaşkınlığımın farkına varmış olacak ki suskunluğumdan yararlanıp sözü benden aldı “Kusura bakmayın, masanın altındaki eski dosyaları düzenliyordum. Buyurun oturun, sıcak çayım var, yeni demledim.”
Ayakkabım büyükçe bir taşa basıyor, hafiften burkuluyor bileğim ama acı hissetmiyorum. Soluk alıp verişim dengelendiği için artık zorlanmıyorum adımlarda. Gaz pedalına basılmış yeni bir araba gibi hızlanmak istiyorum. Birkaç koşucuyu geride bıraktıktan sonra tekrar yavaşlıyorum, gerek yok diyorum kendi kendime. Enerjimi sona saklamalıyım. Önümdeki koşuculardan birkaçı bağırıyor yine “İki, ikiyi bitirdik.” Ondokuz kilometrenin kalmış olması çok da bir sevindirmiyor beni. İleride bir U dönüşünün bizi beklediğini fark ediyorum, karşı taraftan gelen koşucuları görünce.
Kilometre Üç

12 Aralık 2011

YARIM HAYATLAR (2)

Bu arada "Sıfırıncı Kilometre"yi gözden geçirdim, biraz değiştirdim. Her yeni bölümde bunu yapacağım, aksi takdirde öykünün tutarlılığı tehlikeye girecek.
Kilometre 1 (Strangers in the Night)
Her şey birle başlar. Doğum birdir, yaşam bir, ölen birdir, öldüren de. Birleri yanyana koyarak elde ederiz diğer sayıları. Birleri üstüste dizerek fark ederiz başarının bir anlamının olduğunu. Beyaz kumsala dizdiğimiz kavkıları bir kol darbesi sakarlığıyla yerle bir ettiğimizde karşılaşırız başarısızlığa. Aşk da birdir pek çoğu için, biri arar insan yaşamı boyunca, yerine başkasının konulamayacağına inandığı birini sorar boyuna, günbatımı alacakaranlıklarında, evlerin önlerindeki çardaklarda çenebazlık yapan yaşlı amcalara ve teyzelere, gecenin karasında parıldayan yeni yıldızlara bakıp, belbağlar o beklenen birin geleceği günün yaklaştığı ümidine...
Ağır ağır harekete geçen bir tren gibi başlıyor kollarımız, ayaklarımız çalışmaya. Dalgaların sahile yaklaştıkça daha bir görünür, daha bir köpüklü olması gibi bizler de önümüzdeki başlangıç çizgisine yaklaştıkça hızlanıyoruz, hevesimizi arttırarak. Hoş, insan ancak o zaman anlayabiliyor yarışa ne kadar geriden başladığını, neler kaçırdığını. Aynı şekilde, geriye dönüp bakmadıkça, ne kadar ilerde başladığını ölçecek bir yöntemimiz de yok! Hayat da böyle değil mi? Başlangıç çizgisinin üzerine basınca ayakkabımın üzerindeki çipi algılayan makine biiiip ediyor, aynı anda birçok koşucu çizgiye ulaştığı için onlarca biiiip birbine ekleniyor, upuzun bir biiiiiiiiiiip dakikalarca durmaksızın yayılıyor çizginin öbeğinden dünyaya doğru, ilan ediyor başlangıcı. Müziği açıyorum sağ elimi kulağımın arkasına götürüp. Elim yanlışlıkla “harmanla” düğmesine gidiyor önce. Kayıtlı yüzlerce şarkıdan rastgele birisi gelecek demektir bu, tıpkı radyoda bir sonra seslendirilecek parçanın rastgele bir değişken olması gibi. Ses akıyor kulaklarıma, bostanların arasından sabırla ve inatla ilerleyen ince bir dere gibi, akıyor ve dolduruyor uzun süredir boş kalmış öbekleri, doldurmamak için bir hayli çabaladığım o ıssız dehlizleri.
Strangers in the night exchanging glances
Wond'ring in the night
What were the chances we'd be sharing love
Before the night was through.
“Bak bunu da silmeliymişim” diyorum içimden. Kapatıyorum müziği. Gittikçe hızlanan adımlarımız, yeri daha bir hiddetle dövmeye başlıyor. Az önce ayyuka çıkan curcuna ve tantana bir anda yerini asfalta vuran ayakkabıların kaotik –dinledikçe, aykırı bir güzellik de süzülebiliyor bu kokofoniden, nasıl dinlediğine bağlı sanırım- sesine bırakıyor, bir de sıklaşan nefes alıp vermeler, yere düşen şapkalar, anahtarlar, müzikçalarlar. Önümdeki boşluklardan faydalanıp birkaç kişiyi geçiyorum. Kendime yolun sağ tarafından bir yer edinip, hep aynı yerde koşmaya karar veriyorum, karanlık bir mağarada tutunduğum bir ipi takip ediyormuşum gibi. Ne de olsa kimseyle yarışmıyorum ben, ne de olsa kendimden, yani dizimden ve ayaklarımın arkasındaki yaralardan başka rakibim yok, ne de olsa Emine bekliyor olmayacak bitiş noktasında. Bir sonbahar sabahı çiseleyen sıkıcı yağmur damlaları gibi, fabrikaların griye çevirdiği bir kasabanın bitmeyen öğleden sonraları gibi, aheste aheste koşacağım hedefime doğru. Ne beni geçenlere gocunacağım ne de geçtiklerimden dolayı en ufak bir sevinç duyacağım, sanki kocaman parkta tek başıma koşyormuşum gibi, tüm evren benim yarışı bitirmemi bekliyormuş, unutmak istediğim tüm geçmişim yarışın bitiş çizgisinde katlanmış siyah bir çarşaf gibi kucağıma verilecekmiş gibi, sanki Emine beni bitiş çizgisinde... Düşünme şimdi onu, düşünmeeeee...
Yanımdan uzunboylu bir adam geçiyor. Sırtına oyuncak ayı bağlamış, çanta gibi asmış omuzlarından aşağıya ayıyı. Ayıya sorsan adamın omuzuna tırmanmakla meşgul. Küçük kızına “Senin oyuncak ayına –adı da vadır bu ayının kesin- yarı maraton koşturayım mı?” demiştir babası kesin. Kız da “evet babacığım” demiştir ayıcığın başına ne geleceğini bilmeden. İşte sonucu, adamın sırtında gezmeye çıkmış bir tersileceği!.
Ayaklarım açılmış olacak ki hızlanıyorum. Arasıra en sağdaki kulvardan çıkıp, seke seke yolunu bulan bir çekirge gibi önlere geçiyorum. Ne kadar hızlı gidersem gideyim önümdeki insan selinin biteceği yok. “Ne de olsa yarı maraton” diyorum kendi kendime. “Hayatta neyim tam oldu ki bu tam olsun?” diye de ekliyorum haksız olduğumu bilerek. Üniversite sınavında 54 matematik sorusundan 53’ünü doğru yapmıştım ben, katıldığım satranç turnuvasında Çinli bir liseliye yenilip ikinci olmuştum, aşık olduğum ilk kızın karşısına geçip kalbimi açamadığım için onu en yakın arkadaşıma kaptırmıştım, üniversite yıllarında zaman zaman yanlarına katıldığım sosyalistlere de arasıra göz kırptığım tutuculara da hiçbir zaman tam olarak inanamadım, tam olarak başımı koyamadım onların baş koydukları yollara. Ne zaman onlar gibi olacak olsam karşı tarafın da haklı olabileceği düşüncesi kemirmeye başladı içimde yeşermeye başlayan idealizmi. Sonra üniversitenin ilk yılında deliler gibi sevdiğim, sevdiğimi ve sevildiğimi sandığım, o yeşil gözlü kız, onunla yaşadıklarım da yarım kalmıştı. Bırakıp gitmişti beni çok sevdiği tiyatro uğruna, bir kere “dur gitme” diyememiştim arkasından. Gittiği için onu haklı bulmuştum, terk edilmeyi hak ettiğime kendime inandırmıştım. İçkiyi de ölçülü içerim ben, asla sarhoş olmam, olamam, olmadım şimdiye kadar. Kafam bulanmaya başlar başlamaz suya yöneldim hep, kanımda dolaşan deliliği seyreltmek için, akıllılıktan delirdiğimi fark etmeksizin.
Hep yolun kenarında durdum, akıntının gözümün önünden geçip gitmesini izlemek, yaygara dindikten sonra ortaya çıkmak, suya sabuna dokunmaksızın ortaya çıkacaklardan nemalanmak istedim. Hem vardım hem yoktum girdiğim her toplulukta. İşte şimdi de yarı maraton koşuyorum. Emine’nin harita çizen sol eli sanki hep omuzumda, gözleri beni dikizliyor biliyorum. Devrim, devrim deyip duruyor ağaçların arasından, haritaya yeni eklediği bir bahçeden. Bizim gruptan bir arkadaş yanımdan geçiyor ağır ağır, “Dayan dayan, az kaldı bitişe.” diyor parmağıyla o anda tam seçemediğim bir beyazlığı göstererek. O yanımdan geçip, önümde hop hop zıplayan kalabalığa karışınca fark edebiliyorum, parmağının imleyerek müjdelediğini. “1 km” yazan beyaz çizgiyi geçiyorum ve derin bir nefesi salıyorum havaya, sanki uzun süre bu çok özel an için içeride tutmuşum gibi. Yanımdakilerden bazıları sevinç çığlıkları atıyor, sanki yarışı bitirmişler. Kimileri alkışlıyor, kimileri ıslık çalıyor. Birin bitişini kutluyoruz anlık bile olsa koşuya ara vermeden. Birin bitişini, ikinin başlangıcını.
Kilometre 2 (Yalan da olsa mutluyum ya bu bana yetiyor.)

11 Aralık 2011

YARIM HAYATLAR

To Brian Reid, who made me addicted to the long-distance running...

Beni uzun mesafe koşu tiryakisi yapan Brian Reid'e...
Sıfırıncı kilometre:
Sabahın dördünde uyandım, kol saatinin alarmının çalmasından otuz saniye önce. Sanki içimde başka bir saat var, daha doğru, daha çalışkan, daha cazgır, kolumdakiyle yarışan. Yatakta otuz saniye bekledim alarmın çalmasını, sırf saatime saygıdan dolayı, ayıp olmasın diye. Nazar değer; kırılır, küser bana, nemelazım! Sonra yarışın ortasında cozutur, bırakır beni yarı yolda, “Sen misin beni beklemeyen sabahleyin, aha ben de senin yarışı bitirmeni beklemiyorum der, kapatır gözlerini.” Saçmalıyorum, farkındayım. Böyle boşinanışlarım yok mu, kendi aklımdan, aldığım mühendislik eğitiminden, en çok da çalıştığım “Russell Mühendislik Yazılımları” firmasının adından utanıyorum ama bir yandan da bırakamıyorum beni anlık da olsa eğlendiren, hatta bazen rahatlatan bu boşinanışları. Yok yarış günü kırmızı giymeyeceksin, yok yogayla kendine gelip, reiki ile kan akışını hızlandıracaksın, yok yarıştan hemen önce idrarını yapmayacaksın... Olmadı ama, bu sonuncusu doktor tavsiyesiydi. Öyle demişti doktor, neredeyse azarlayayazan, kütük gibi kalın Rus aksanıyla.
Işığı yaktım, doğruldum. Uzun ve sıradışı olacağını tahmin ettiğim bir günün başlangıcı bu kadar sıradan mı olmak zorundaydı? Ufacık otel odasında yataktan iki adım uzağa gidince mini-mutfağa varıyor insan. Su ısıtıcısını çalıştırdım ve ardından yatağın köşesine oturup suyun kaynama sesini dinledim. Aklıma, eski zamanlarda, su sesiyle akıl hastalarını tedavi ettiklerine dair bir bilgi kırıntısı düştü. Fokur fokur, fıkır fıkır, deli de eder bu ses adamı, veli de! Neyse ki su kaynar kaynamaz ısıtıcının düğmesi attı, durdu alet, beni deli etmeden. Dünden kalma bir lipton poşetine sıcak suyu boşalttım. Suyun renginin değişmesi uzunca vakit aldı. Bu kadar tasarruflu olmak zorunda mıyım? Otelde bile çay poşetini iki, hatta bazen üç defa kullanıyorum. Oysa tepside bir tane daha çay poşeti var, hiç kullanılmamış, tertemiz. İkisini de kullansam, otel, kullanılanların yerine yenilerini koyacak ne de olsa. Ama ben alışmışım tüketmemeye, ihtiyacından fazlasını talep etmemeye, öyle köşede oturup verilenle yetinmeye. Yokluklar içinde yetişen Anadolu çocuğunun varlığa alışamaması budur işte! Eee, ne demişler, alışmamış götte don durmaz. Biz koyun boklarını zeytin sanıp, ağzımıza yüzümüze bulaştırarak büyüdük yaylalarda, kolay mı bize piyangodan çıkan bal-peyniri ekmeksiz yedirmek?
Çayı çabucak içip banyoya dalıyorum. Su ısınmıyor bir türlü. Beklemekten usanıyorum, giriyorum soğuk suyun altına. Fena da olmuyor, çayın beceremediğini soğuk su beceriyor, bedenimin, kolllarımın bacaklarımın farkına varıyorum birer birer. Değdikçe soğuk su tirtir titreyen tenime, kanım akmaya başlıyor daralan damarlarımda; uyuşan, mayışan kaslarım geriliyor düşmanı vurmaya hazır bir yay gibi. Banyodan çıkınca bir bisküvi atıyorum ağzıma; bir de muz, dünden kalma. Sonra dişlerimi fırçalayıp, giyinmeye başlıyorum. Koşuya daha iki saat var ama saat 5’de buluşacağım şirketten gelen arkadaşlarla. Bizi Vietnam’dan getiren otobüsle gideceğiz koşunun yapılacağı Angkor parkına. Sağolsun, şoförümüzün ağzı var dili yok. Biz koşacağız diye o da kalkacak bu sabah saat dörtte. Ama en azından, biz koşarken o uyuyabilir otobüste, şöyle sallar bacaklarını pencereden diğer meslektaşları gibi, sarkıtır çıplak ayaklarını dikiz aynasından aşağıya, yatırır ön koltuğunu, kapar gözlerini Angkor tapınağının tam karşısındaki parkta. Ohh, değmeyin keyfine!
Numaramı ilikliyorum tegömleğimin arkasına. Numaram 1729, sevdiğim bir sayı, fakir Hindistanlı muhasebecinin, ünlü İngiliz matematikçiye öğrettiği sayılardan birisi. Emine’nin telefon numarasının son dört basmağı da 1728’di. Hayat işte, kimilerine piyango vurdurur sayılarla, kimilerine unutulası acıları anımsatır kafaya inen ani bir darbe gibi. Neyse, kapattım o konuyu artık, kapatayım artık, üzerinden aylar geçti ama dün olmuş gibi acıtıyor usuma düşen kırıntılar, tırnağıma batan kıymık gibi. Bazen öyle bir yanılgıya kapılıyorum. “Neden koşuyorum ben bu yarı-maratonu?” diye soruyorum kendime. Kendim için mi Emine için mi? Emine’yi unutmak için vurmulştum bedenimi bedensel acının yalçın kayalıklarına ilk zamanlarda. Yemeden içmeden kesilmeler, işkence haline gelen uzun suskunluklar, evde tek başına içip sarhoş olmalar... En azından başlangıçta öyleydi. İşin tuhafı terkeden benim, terk edilen o, ağlatan benim, ağlayan o. Göreceli düşününce fark yok ikisi arasında ne de olsa. Oysa bu bile, yani bir işi başka bir acıyı unutmak için yapıyor olma güdüsü, yetiyor aslında amacıma ulaşamadığımı kanıtlamaya. Kayıtsız olmalıydım Emine’ye, onun azarlayan gözlerine. Kendim için koşmalı, kendim için çekmeliydim onca sıkıntıyı. Neyse, çabuk davranmalıyım. Yoksa yetişemeyeceğim diğerlerine.
Ayaklarımın arkasına bant yapıştırıyorum ki daha önce ayakkabının yara ettiği yerler bir daha aşınıp, kanamasın. Testereyle kesilmiş gibi acıtıyor ayağımı, su toplayan deri kabarıkları. Eskimiş ayakkabımı giyiyorum, yeni çorapların üzerine. Yeni aldığım ayakkabıyı ayağımı sıktığı için evde bıraktım. Ne işe yarar ki yeni olmaları, tırnaklarımı yerlerinden sökecek derecede ayak parmaklarımı hırpaladıktan sonra? Çantadan iki ağrı kesici alıp, suyla birlikte indiriyorum mideye. Ne olur ne olmaz, diz kapağındaki ağrı geri gelecekse en azından ilk on kilometrede gelmesin. Sonlara doğru başlarsa ağrı, dayanabilirim; ama daha onuncu kilometreye varmadan diz vazgeçerse gövdeyi taşımaktan, durmak ve yürümek zorunda kalırım. Oysa benim bu yarışta amacım belli. Tek rakibim kendim ve kolumdaki saatim, fethedilmesi geken tek kale kendi bedenim. Bir adım bile yürümeden, bir saniye bile durmadan, iki saat içinde bitireceğim yarı maratonu. Oldu oldu, olmadı ver elini yeni bir başarısızlık. Tanımadığım, tanışmadığım bir şey değil ne de olsa...
Odanın ışığını kapatıp kapıyı kilitliyorum. Sabahın serinliği bıçak ağzı gibi vuruyor tenime. Kulağımdaki müzikçaları açmıyorum, nemelazım pili biter, melodisiz bırakır beni yolda diye. İyi yaptım diyorum içimden, asansörün düğmesine basarken, Kasım ayıyla beraber o melankolik şarkıları da geride bıraktığım çok iyi oldu. Sildim hepsini müzikçaların hafızasından. Artık ne Sezen Aksu’ya yer var kulaklarımda ne de Zeki Müren’e. Dinlemeyeceğim artık o “gözü körolasıca şarkıları”. Hüzünlenmeyeceğim durduk yere “gidiyorum, bütün aşklar yüreğimde” diyen sesi her duyduğumda. Çünkü ben ne “gökyüzünde yalnız gezen bulutlar kadar yalnızım” ne de “seni kimler aldı, kimler öpüyor” diyecek kadar müzmin umarsızım. İşim var, yeni tanıştığım arkadaşlarım var, şirkette işe başlayan Norveç’li kız var. Doldurdum müzikçaları Ahmet Kaya’yla, Cem Karaca’yla, Grup Yorum’la, üç-beş yabancı rakçıyla. Bundan sonra varsa yoksa isyan, varsa yoksa başkaldırı. Ancak o tutabilir fersiz bedenimi ayakta, ancak düşmana bilenerek soluk alabilirim bundan sonra... “Yalan da olsa mutlu olacağım” ve gidemeyeceğimi bile bile “kapıyı söker giderim” diyeceğim, bitmeyen ıssız yollarda. İçki ve sigarayla birlikte mahzunluğu ve mustaripliği de geride bırakıyorum bu sabah. İşte ben bu yüzden koşuyorum, yeni bir başlangıç için, eskinin üzerini kalın bir toprak tabakası ile kapatabilmek için, kendim için, artık var olmayan birisi için değil, hayır kesinlikle Emine için değil, kesinlikle ondan intikam almak için değil...
Resepsiyona inince benden başka kimsenin henüz gelmemiş olduğunu fark ediyorum. Oturuyorum bir koltuğa, masanın üzerine elimle hafiften dokununca, masanın ayaklarının dengesiz olduğunu hissediyor parmak uçlarım. Her yerde vardır böyle masalardan, bir ayağı havada kalan, beşik gibi sallanan. Kimi zaman kendimi onlara benzetirim, dengesini bir türlü bulamayan, ya zemindeki pürtüklerden dolayı ya da masanın bir bacağının diğerlerinden kısa yapılmış olmasından dolayı, hareket etmese bile yakınındaki insanı varlığıyla rahatsız eden, çevresine güvensizlik yayan, üzerine bir şey koymaya yeltenemeyeceğiniz masalar. Tıpkı en çok muhtaç olduğunuz zamanlarda yanımızdan tüyen, sırra kadem basan dostlar gibi... Koltuğun yanındaki sehpanın üzerinden bir gazete alıp, reklamların olduğu bir sayfayı yırtıyorum. Sayfayı katlayıp, masanın havada olan ayağının altına sıkıştırıyorum. “Bu bir süre idare eder.” diyorum kendimin bile duyacağım bir sesle. O sırada fark ediyorum grup liderimiz Chris’in masanın öteki ucundan bana baktığını. “Ne o, oteldeki masaları mı tamir ediyorsun şimdi de? Ofistekilere elini sürmezsin ama.” diyor gülerek. Keyfi yerinde herhalde. Akşam içtiler tabii, karbon yükleme bahanesiyle en az dört bira götürmüşlerdir. Ben ikiden sonra durdum, korktum açıkçası, mide fesatına uğrarım da sabahleyin karın ağrısıyla uyanırım diye.
Birlikte otelin önüne geçip şoförle konuşuyoruz. Bu arada diğerleri geliyor, herkes neşeli, umutlu. Otobüse atlayıp maratonun başlayacağı noktaya gidiyoruz. Otobüste takılıyorlar numaramı arkama iliştirmiş olmama. Herkes önüne koymuş numarayı, benim aksime. “Ben geri geri koşacağım diyorum.” Gülüyoruz, şoför de dahil. Onlara Nasreddin Hoca’nın eşeğine ters binme fıkrasını anlatasım geliyor bir ara ama sonra zahmet çekmeye değmez diyorum, hevesim kaçıyor numaraların önde olması gerçeğinin bana yaşattığı hayalkırıklığıyla. Oysa ne güzel tasarlamıştım ben koşarken neye yoğunlaşacağımı. Önümde koşan koşucuların numaralarına bakıp, onları asal çarpanlarına ayıracak, bu şekilde zamanı ve bedensel acıyı unutacaktım. Şimdi tüm tasarım tozla buz oldu. Şarkılara kaldık gene. Keşke silmeseydim Zeki Müren’i diyorum içimden ama sonra kızıyorum kendime. Sonra kızgınlığıma kızıyorum. Tanju Okan’ı da silmiş miydim acaba? “Öyle sarhoş olsam ki” yi birkaç kere dinlesem, ilk beş kilometreyi göz açıp kapayıncaya kadar biyonik Hüsnü gibi koşardım.
Yarışın başlayacağı yer ana-baba günü gibi. Kimileri ufak tefek bir şeyler atıştırıyor, kimileri upuzun bir tuvalet sırasının sonunda kendilerine sıra gelmeyeceğini bildikleri halde bekleşiyor, kimileri de ısınıyor kalabalıktan kalan boşluklarda. Hopörlörlerden yükselen ses pek anlaşılmasa da eğlenceli bir şeylerden sözettiği açık, gülüyor, güldürüyor sunucu genç başına üşüşenleri. Ben tuvalete gitmeyeceğimi bildiğim için ısınmaya başlıyorum, biraz su içiyorum, gruptakilerin şikayetlerini dinliyorum. Herkesin en az bir arızası var. Kimimiz dizden mustarip, kimimiz bacak kaslarından, belden, ayak bileğinden, tırnaklardan... Bir yerde bir arıza çıkmadan koşabilenler sadece profesyonel olanlardır herhalde. Yoksa bizim gibi akşama kadar bilgisayar başında program yazan, gün boyunca fiziksel hareketleri otur ve kalkla sınırlı, çoktan göbek bağlama yaşını geçmiş orta yaşlıların becereceği iş değil yarışı şikayetsiz bitirmek.
Aslında bir işesem, bir rahatlasam iyi olur diyor içimden bir ses ama tırsıyorum, ya o koşmaya ilk başladığım zamanlardaki acı deneyim tekrar ederse? Ya daha onuncu kilometreye varmadan böbrekteki aşırı sürtünmeden dolayı ortaya çıkan kanama başlarsa? Dolu torbayla koşmak çok mantıklı değil ama torbayı boşaltıp da ardından kan işemekten iyidir. Ağır adımlarla yarışın başlangıç noktasına varıyorum. İçimde bir korku, büyüyor her nefes alış verişimde. Ya bitiremezsem! Bizimkilere bol şans dilyorum teker teker, koşarken birbirimizi zor görürüz ne de olsa. Saatin kronometresini sıfırlıyorum. Kulaklıklarımı takıyorum ama açmıyorum müziği. Sunucu genç basbas bağırıyor birkaç metre ileride: Ar yu rediiiiii? Ar yu rediiiii for Angkor helf-maraton? Ten, nayn, eyt, sevın, siks, fayf, foor, tırii, tuu, van, sıtaaaaartt...

20 Kasım 2011

Koşmak ve Yazmak Üzerine




Haruki Murakami’nin “What I Talk About When I Talk About Running” adlı kitabını az önce bitirdim. Üretken bir romancı olan Murakami, aynı zamanda sıkı bir koşucu. Kitabı yazmayı bitirdiği 2008 yılına kadar, 26 maraton koşmuş, hayatını koşmak ve yazmak diye iki ana uğraşıya adamış, alabildiğine disiplinli ve varmak istediği hedefe rahatça kilitlenebilen birisi. Romanlarında genelde Japon halkının bireyci, yalnızlaştırılmış, kimi zaman trajik kimi zaman gülünç hayatlarını konu alan; absürd üzerinden ciddi edebiyat yapmaya çalışan, “The Wind-Up Bird Chronicle” dışındaki yapıtlarında, dünyadaki ya da ülkesindeki toplumsal sorunlara hemen hemen hiç değinmeyen bir yazar olarak tanımlanabilir kendisi. Genel olarak yalnızlığı, terkedilmişliği, arayışı, monotonlukta görülen kaosu işleyen, insanların iç dünyalarıyla ilgilenen bir romancı. Romanlarında tekrar eden sahneler şöyle sıralanabilir: asansörde ya da kuyu dibinde yalnız geçirilen gece ve ardından gelen büyük fiziksel/zihinsel değişiklik, kaybolan kedi ya da köpek, Yunan adalarında nedensiz yere yok olmak, pop kültüre yapılan göndermeler, jazz seven orta yaşlı ana karakterler, sıradışı huyları ya da alışkanlıkları olan kişilikler, aklın almayacağı tuhaf olaylar (gökten balık yağması, bir gecede ana karakterin tüm saçlarının beyazlaması gibi)... Sanırım şimdiye kadar beş romanını okudum Murakami’nin. En son Bangkok’dan öykü derlemesini almıştım ama öyküleri fazlasıyla post-modern, fazlasıya klişe bulduğum için üç-dört öyküden sonra bırakmıştım kitabı.
Kurgu yapıtlarını okumaya alıştığınız bir yazarın kurgu olmayan bir yapıtını okumak aslında kolay bir şey değil. Bir kere, ister istemez, ciddi bir önyargı oluşuyor kafamızın derinliklerinde. “Bu adam yine zırvalayacak, abuk subuk konulara girip, kendisinin ne kadar zeki, okuyucuların ne kadar aptal olduklarından dem vuracak.” gibisinden en büyük titanikleri bile batıracak azamette bir buzdağı var içimde, itiraf etmeliyim. Dolayısıyla, kitabı elime almadan önce ciddi ciddi mücadele verdim kendimle. Kitabın kısalığı ve bugünlerde bir yarı-maratona hazırlanıyor olmam, yardımcı oldu karar vermeme ve nihayetinde okudum. İki hafta sonra bir yarı-maraton koşmayacak olsaydım okurmuydum, bilemiyorum! Büyük bir olasılıkla okumazdım.
Kaygılarımın aksine mütevazi bir Murakami vardı bu kitapta. Ben benim, etten-kemikten bir insan yavrusu, ne fazla ne eksik! Ne yapmak istediğini bilen ve amacına ulaşmak için gereken her türlü fedakarlığı yapmaya hazır bir koşucu, yazar, vatandaş, koca, gezgin, müzik kolleksiyoncusu. “Acı kaçınılmazdır ama ıstırap çekmek bir seçenektir.” cümlesiyle hem koşmayı hem de yazarlığı özetlemiş, “Ne koşmak için ne de yazmak için ciddi bir nedenim yok” diyerek de yaşam felsefesini ortaya koymuş Murakami bu kitabında. Genel olarak kitapta anlatılanlar, bir maratona nasıl hazırlandığı, koşarken neler hissettiği, acıya karşı (özellikle kas ve diz ağrıları, çeşitli sakatlıklar, ara sıra nükseden arızalar) nasıl mücadele ettiği, koşu bittikten sonra duyduğu tatmin olmuşluk hissi, koşmadığı zamanlarda yazmaya ve diğer işlere nasıl yöneldiği gibisinden yazarın gündelik hayatının ayrıntılarından ibaret. Bunun dışında da pek bir şey yok. Yer yer yazarlık ve koşma üzerine paralellikler kuruyor olsa da bu sayfalar ya çok kısa ya da ciddi bir derinlikten yoksun. Yalnız ben yazarın bunu kasıtlı olarak yaptığını düşünüyorum çünkü yazarlar yazmak üzerine yazmayı sevmezler. Çünkü her yazarın yazma biçimi farklıdır ve bu bir çeşit meslek sırrıdır. Meslek sırlarını beraberlerinde mezara götürmek isterler. Çünkü bu sır onları ve yazdıklarını farklı kılar.
Yazarlığın ve koşmanın disiplin gerektiren uğraşılar oluşu, enerjinin yanında inadın ve dayanıklılığın önemli bir rolünün olduğu, zihinsel yoğunluğun sınırlarında gezmeden her iki uğraşıda da sona ulaşılamayacağı gibi koşutluklardan bahsediyor Murakami. Sonuç olarak umduğumu bulamadığım ama koşmaya hazırlanan entellektüel zihinlere tavsiye edebileceğim bir kitap bu. Koşmuyorsanız okumayın çünkü kitapta anlatılanların büyük bir çoğunluğu ancak uzun mesafe koşucularının anlayacağı türden iç konuşmalar ve tespitler. Yazarlık gibi bir amacınız olmasa bile eğer koşuyorsanız bu kitaptan alabileceğiniz ilhamlar olabileceğini söyleyebilirim. Sonuçta kitap koşmak üzerine bir iç hesaplaşma, koşmayı bir yaşam felsefesi haline getirmiş, takıntılı denilebilecek açık bir zihnin denize attığı bir şişe...
Yaklaşık son altı yıldır ben de koşuyorum. Her gün koşan birisi değilim ama fırsat buldukça koşmaya, kendimi o sessizlik denizine salmaya, ne aradığımı bilemeden yola çıkmaya çalışıyorum. Çünkü ancak koşarken, kafam, dalgalı bir denizde batmaktan kurtulmuş bir tahta parçası gibi kendi başına seyrediyor, sağa sola savruluyor, gözlerimin gördüğü şeylerden farklı anlamlar çıkarıyor. Benim için koşmak yazmanın ilk basamağı diyebilirim. Tabii ki yazdığım her öykünün ilk fikri koşarken gelmiyor aklıma ama pek çoğu koşarken gelişiyor ya da değişiyor. Koşarken nefes alıp vermeyi ritmik hale getirdikten ve hızı sabitledikten sonra (Bu genelde 2 km sürüyor benim için) insan bedeni açısından geriye ciddi bir sorun kalmıyor. Ondan sonrası dizler ve ayak bilekleri müsaade ettiği sürece devam etmek ve aklını yolun karanlığına bırakıp, hayalgücünü gökyüzüne salıvermek. Murakami’nin bu kitabını okumadan önce, onun yazdığı romanlardaki tuhaf konuları nereden bulduğu üzerine düşünmüştüm bir ara ve nasıl olduysa bu sorunun yanıtı bana yine koşarken gelmişti.
Bulduğum yanıt şuydu: Ancak koşarken gelir o karamsar ya da gülünç düşünceler insanın aklına. Ya uyurken ya da bedensel ağır bir yükün altındayken, rastlantısal diyebileceğimiz düşünce okları birbirlerini bulabilirler zihnin o engin uzayında. Uyurken de bedensel olarak kendimizi zorlarken de akıl bir süreliğine bizi terkeder. Geriye saçma sapan düşüncelerin işgaline açık, savunması delik deşik olmuş bir zihin kalır. İşte bu zayıf anda doğar o yaratıcı fikirler, en akla gelmez kavramlar birbirlerini rastlantısal olarak bulurlar, bir çeşit “random walk”, tıpkı atom hızlandırıcılarının tünellerinin içinde birbirleriyle çarpışan milyarlarca parçacık gibi çarpışır sıfatlar isimlerle, zarflar yüklemlerle. Gölde yüzen mavi bir kedi gülünç gelmez o anda, kente bir yılan gibi sokulan kızıl sel suları da...
Fakat iyi fikirler yetmez bir öyküyü, bir romanı başarılı yapmaya. O fikri geliştirmek, süsleyip püslemek, işe yarar hale getirmek gerekir. Bana göre Murakami bu noktada başarısız bir yazar. İyi fikirlerle kurguya başlayan ama bu fikirleri iyi işleyemeyen birisi. Yani bitirmek kadar nasıl bitirdiğine önem vermeyen bir yazar. Belki de bunda maraton koşucusu olmasının büyük bir etkisi vardır. Sonuçta koşarken nasıl koştuğunun, kimin için koştuğunun, kime ne mesaj verdiğinin bir önemi yoktur. Önemli olan 42.2 kilometrelik mesafeyi koşmak ve bitirmektir. Bunu kendisi de defalarca belirtiyor kitabında. Oysa benim için ne için yazdığım, kime ne mesaj vermek istediğim, en az hikayenin sanatsal güzelliği kadar önemli. Ne biçimi içeriğe kurban etmeyi ne de içeriği biçime kurban etmeyi kabul ediyorum. Okuyucu güzel bir yapıtı okumalı ve okurken zevk almalıdır. Aynı zamanda kitabı bitirip, raftaki yerine koyarken kafasında soru işaretleri olmalı; insanlığı, acıyı, aşkı, yaşamı, sanatı sorgulayan sorular zıplamalıdır zihninde. Aksi takdirde yazar ile hokkabaz arasında pek fark kalmaz. Birisi sahnedeki araç-gereciyle eğlendirir, diğeri kelimeleriyle. Eğlendirmek tabii ki güzeldir ama düşündürerek eğlendirmek daha güzeldir.
Kitabı okurken aklıma gelmedi değil, “Acaba ben yazsaydım böyle bir kitap, nasıl bir dil, nasıl bir yöntem seçerdim?”. Sanırım ben koşudan çok yazarlığa önem verir, aralarındaki koşutlukların daha bir altını çizer; yaşamı, yazıyı ve genel anlamda zorlukları sorgulayan bir deneme kitabı çıkarırdım ortaya. Tek sorun henüz ciddi bir koşu tecrübemin olmaması. O da zamanla olacak, yavaş yavaş birikecek bir şey. İğneyle kuyu kazmak nasıl roman yazmak için kıyas olabiliyorsa, maraton koşarken atılan her adım da maratonun tamamına kıyas olabilir. Ne romancı yazdığı romanın sonunu bilir başlarken ne de maratoncu 200 metre ileride kendisini nasıl bir yokuşun beklediğinin farkındadır. Bilmemek mutluluktur her ikisi için de! Bilmedikleri için hızlarını ve hırslarını koruyabilirler, bilmedikleri için devam etmeye hakları vardır, bilmedikleri için koşmak da yazmak da değerli uğraşılardır.
Bizler de bilmediğimiz için yarını bekleriz umutla, bilmediğimiz için bir sonrak sayfayı çeviririz heyecanla. Bilmediğimiz için yazarız kimi zaman. Tatmin olmak yazının son noktasını koymak, maratonun bitiş noktasına varmaktır. İyi bir yarış çıkarabildiysek, iyi bir yazıyı ortaya koyabildiysek ne mutlu bize.

06 Kasım 2011

The Universality of Pain and The Broken Dreams

Self is the only dress we cannot remove from our body. It grows both inside and outside us, encapsulates us and in fact takes both the guilt and the pride from us. It sticks to our being like a slimy leech and stays with us as long as our consciousness continues living.

The biggest illusion, perhaps, comes from the idea of the permanent self which is believed to be built inside the isolated box of our inner shell. Consequently, our self-image stands before our eyes like an invincible, indestructible amorphous mass shaped by the millions years of earth movements. We can neither get rid of it nor can we do without it. The very name of ego, like a second person living under our skin, breathes with us, lives with us and most importantly feeds from us.

Like self, pain is another universal truth about the human beings. We come to this earth as a result of a painful process and soon after we arrive we cry. Except for the physical pain which is caused by cruelties around us, the psychological aspect of pain should be considered as a trick of the ego, a prank played on us many times just to make us believe that we inherit our mental traumas from others. However it might sound true for those who need condolences, there is still sufficient amount of evidence to believe that our self-indulgence in moral values is very much responsible from most of the pain we suffer during our short life.

Ngo Thi Thuy Duyen’s stage performance starts with the dreams at the midst of global eyes like Coca Cola, KFC, Channel, L&V etc. In a world where image of luxury surpasses the reality of needs and makes the most useless things look like the most prominent things, the dreamer has no chance but just dream about the future. It is all that can keep the modern person alive among the giant waves of fear and desperation created by the mega cities, mega buildings and mega dream breakers.

In Turkish, the word for frustration can literally be translated as “broken dream” and a common saying of soused nights is “Life is an accumulation of broken dreams.” Whether these broken dreams come from our own faults or from others’ selfishness is an ambiguity which remains unresolved in Duyen’s performance. Perhaps this unresolved question is the beauty of her art, giving a space of thought to the audience and letting them to think of their own interpretation. In fact, this piece of writing is too, a result of the very same space which differentiates the art from the science.

The dancer in the performance imitates her idols, tries her best to be like one of them and perhaps enjoys the way the hard-work brings her a certain level of physical and mental satisfaction. But then suddenly, the rashes appear on her body. They pop up on the skin like wild mushrooms after the rain, they force her scratch her body crazily like a constantly self-grooming cat. It spreads like the ink in the warm water, spreads and infects wherever it touches… Then she scratches more intensely as if scratching will ease the pain if it is done continuously. But it doesn’t help at all. The more she scratches, the more blasters appear on her skin like the sand dunes in the limitless womb of a desert. Perhaps, what she scratches is the residuals of her own self or the self which is imposed on her by others - then we must admit that she (or all of us) somehow welcomed to this self either intentionally or unintentionally at some point in her (our) life- .

At a later time, she seems struggling to dig under her skin in order to get the other self which is hidden there for long time, waiting to be discovered like a King Kong in a forgotten jungle. Her endless effort does not give any expected result other than the fatigue and perhaps an insulting level of self-hatred. The shell created on her –again by whom is an unanswered question- remains the same no matter how much she tries to crack it, no matter how much she thinks she does not belong to it.

Being a slave of the box we are born in is one thing, being a stubborn resistant to it another. Duyen’s bold performance at Zero Station on 5th November night, shows us that it is not important whether you can crack the shell and jump out of your labyrinth in which you are born but it is important to resist, to rebel and to go against it no matter how long it could take, how much it will cost. No one can guarantee a new world to you, no one can promise a painless world.

Pain is universal and we are here to fight against it…

Ali Riza Arican - Nov, 5th, 2011

More information about her performance can be found here

Vietnamese Translation of this Review (by Nguyen Nhu Huy)

Tính phổ quát của đớn đau và sự vỡ mộng (về màn trình diễn “Dị Ứng” của Ngô Thị Thuỳ Duyên tại Ga 0)


Tự ngã là bộ trang phục duy nhất mà chúng ta không cởi bỏ được. Nó lớn dần lên cả từ bên trong lẫn bên ngoài chúng ta, bao bọc lấy chúng ta và thật ra, chiết cất từ chúng ta cả niềm tự hào lẫn mặc cảm tội lỗi. Nó bám chặt lấy tồn tại của chúng ta như thể lớp hồ dính và sẽ còn thế mãi cho tới khi ý thức của chúng ta tàn lụi. Ảo giác lớn lao nhất có lẽ là ý tưởng về một tự ngã bền vững, độc lập với cơ thể, và được chứa trong lớp vỏ là cơ thể chúng ta. Kết quả là, hình ảnh về tự ngã hiện ra trước mắt chúng ta sẽ như thể một đám thể lỏng vô hình và không thể phá huỷ, mà hình dạng của nó biến thiên theo sự biến thiên qua hàng triệu năm của trái đất. Chúng ta (dù muốn) không thể bỏ qua nó, song cũng không thể sống thiếu nó. Chính danh xưng ego (cái tôi) , như thể một nhân vật khác nằm dưới lớp da chúng ta, đang thở cùng chúng ta, đang sống cùng chúng ta và quan trọng hơn cả, đang ăn mòn chúng ta.


Cũng giống như tự ngã, đớn đau là một sự thật phổ quát khác về con người. Chúng ta đến trái đất này như kết quả của một tiến trình đớn đau, và tiếng khóc chính là lời chào thế giới của chúng ta. Không kể tới các cơn đau vật lý, là kết quả từ sự tàn bạo xung quanh chúng ta, khía cạnh tâm lý của cơn đau nên được nhìn nhận như thể một thủ đoạn của tự ngã, tức một trò lừa đảo mà nó gây ra vô số lần với chúng ta qua việc làm cho chúng ta tưởng rằng sự tổn thương về tâm lý của chúng ta là do kẻ khác gây ra. Dẫu sự nhầm lẫn này có vẻ sẽ làm cho nỗi đau đớn được nhẹ bớt, khi có thể đổ lỗi cho kẻ khác, có thể tin rằng sự đam mê vào các giá trị đạo đức của chúng ta xuất phát hầu hết từ các nỗi đớn đau của chúng ta.


Màn trình diễn của Ngô Thị Thuỳ Duyên bắt đầu với các mơ ước được hình tượng hoá qua đôi mắt toàn cầu trong những nhãn hiệu Coca Cola, Channel, KFC, v.v. Nơi một thế giới mà hình ảnh về sự xa xỉ vượt quá nhu cầu thực sự và nơi một thế giới mà ở đó các sự vật vô dụng được tôn vinh và đánh bóng như thể các sự vật đáng ao ước nhất, kẻ mơ ước không thể làm gì khác ngoài việc mơ ước về tương lai. Tất cả những mơ ước ấy giam cầm con người hiện đại trong các ngọn sóng khổng lồ của nỗi sợ hãi và tuyệt vọng nơi các siêu đô thị, siêu cao ốc và các siêu giấc mơ tan vỡ


Từ “giận dữ”, theo ngôn ngữ Thổ Nhĩ Kì, có thể dịch nghĩa đen sang Tiếng Anh Là “ vỡ mộng”, và cũng có một cách ngôn phổ biến ở Thổ Nhĩ Kì là “ đời sống chỉ là một chuỗi dài các giấc mộng tan vỡ”. Các giấc mộng này tan vỡ do nguyên nhân từ chính chúng ta, hay do nguyên nhân từ sự ích kỉ của kẻ khác là một câu hỏi được đặt ra trong màn trình diễn của Duyên.


Nữ vũ công trong màn trình diễn nhưthể đang mô phỏng các thần tượng của cô, gắng sức hết mức để được như họ và có lẽ vui thú trong nỗ lực khó khăn nhằm tìm lấy một sự thoả mãn nào đó. Bất thình lình, cơn dị ứng xuất hiện và làm da cô mẩn đỏ. Chúng đồng loạt nở bừng ra trên làn da cô như thể nấm sau mưa, chúng cưỡng ép cô phải gãi điên cuồng và làm cô xù ra như thể một con mèo đang quằn quại. Cơn ngứa loang rộng như mực tàu loang trong nước ấm, loang rộng và đầu độc bất cứ nơi nào nó chạm tới. Thế rồi, càng ngày càng cuống cuồng hơn, cô gãi, như thể việc gãi ấy sẽ làm ngưng cơn đau đớn đang lan dần nhanh trên khắp cơ thể. Song tất cả đều vô hiệu. Càng gãi, các điểm ngứa mới càng xuất lộ và ăn sâu trên da thịt cô như thể các trũng cát vô tận trong sa mạc. Có lẽ sự cào cấu của cô đang làm lộ ra chính tự ngã của cô, hoặc làm lộ ra cái tự ngã do kẻ khác áp đặt vào cô – tuy nhiên ở đây có lẽ chúng ta phải công nhận ra rằng theo cách nào đó, và tại một vài khoảnh khắc nào đó, qua sự gãi của mình, cô cũng đang đón mời – hoặc là ý thức hoặc là vô thức, chính cái tự ngã được áp đặt từ bên ngoài đó, vào cô,


Càng về sau, hình như cô càng tìm cách đào bới sâu hơn dưới lớp da thịt mình để tìm tới cái tự-ngã-khác đó, tức điều ẩn trú lâu nay như thể một con đười ươi đã bị quên lãng trong đại ngàn, và đang chờ đợi được khám phá. Nỗ lực không ngơi nghỉ của cô hoàn toàn không đem lại kết quả đáng mong đợi nào ngoài sự mệt mỏi và có lẽ là sự tổn thương do long căm ghét chính mình tạo ra. Cái vỏ bọc của cô – một lần nữa, với ai đó, chỉ là một câu hỏi không lời đáp- vẫn không hề suy suyển, bất kể việc cô đã cố gắng bao nhiêu đi nữa để phá vỡ nó, bất kể việc cô đã tự nhủ bao nhiêu đi nữa rằng nó không phải là cô


Sinh ra đã là một nô lệ trong lồng kín là một chuyện, không ngơi nghỉ chống lại chiếc lồng ấy lại là một chuyện khác. Màn trình diễn mạnh bạo của Duyên tại Ga 0 vào đêm mùng 5 tháng 11đã cho chúng ta thấy rằng việc có thể hay không thể phá vỡ được lớp vỏ và thoát ra khỏi mê cung giam cầm chúng ta không hẳn là việc quan trọng. Việc quan trọng chính là sự kháng cự lại lớp vỏ đó, việc dấy loạn và chống lại nó không ngơi nghỉ, và với bất kì giá nào. Không ai có thể hứa hẹn về một thế giới mới, không ai có thể đảm bảo về một thế giới không có đớn đau.

Đớn đau là chuyện chẳng có gì mới cả, song chẳng phải chúng ta có mặt ở đây là để chiến đấu chống lại nó hay sao?


* Ali Riza Arican sinh tại Istanbul năm 1977. Anh học toán học tại đại học Bosporus. Sau khi tốt nghiệp vào năm 2000, anh đã làm việc tại Thái Lan 6 năm trong vai trò thầy giáo day toán học và vật lý học. Từ năm 2006, anh dạy thống kê học và kinh tế học tại Việt Nam. Ali bắt đầu viết truyện ngắn từ năm 2001 và đã đoat giải thưởng truyện ngắn Gençlik Kitabevi cùng năm đó cho ba truyện ngắn đầu tay. Bắt đầu từ đó, anh đã viết truyện ngắn, truyện dài, tiểu luận, thơ và các bài điểm sách. Tuyển tập truyện ngắn đầu tiên của anh xuất bản năm 2007 có nhan đề Pasifik Öyküleri (câu chuyện Thái Bình Dương). Tuyển tập truyện ngắn thứ hai của anh có nhan đề Motorsiklet Üzerinde Aşk (tình yêu trên xe máy), in năm 2009. “Xe đạp” là nhan đề tập truyện thứ ba của anh, và cũng là tập truyện đầu tiên của anh được xuất bản bằng tiếng Anh. Ali sắp xuất bản một tuyển tập truyện ngắn khác tại Thổ Nhĩ Kì vào năm 2012.

Blog của anh : http://rizaarican.blogspot.com

31 Ekim 2011


THERE IS NO HAPPY LOVE

Man never truly possesses anything
Not his strength, not his weakness, not his heart
When he opens his arms
His shadow forms a cross
When he tries to embrace happiness
He crushes it
His life is a strange and painful separation

There is no happy love

His life resembles those soulless soldiers
Who have been groomed for a different fate
Why should they rise in the morning
When nighttime finds them disarmed, uncertain
Say these words and hold back your tears

There is no happy love

My beautiful love, my dear love, my torn heart
I carry you in me like a wounded bird
Those who unknowingly watch us walk by
Repeat after me my words and sigh
They have already died in your bright eyes

There is no happy love

By the time we learn to live
It´s already too late
Our hearts cry in unison at night
It takes many regrets to pay for a thrill
Many a misfortune for the simplest song
Many a tear for a guitar´s melody

There is no happy love

There is no love which is not pain
There is no love which does not die
There is no love which does not fade
And none that is greater than your love for your country
There is no love which does not live from tears

There is no happy love
But it is our own love

LOUIS ARAGON






Mutlu Aşk Yoktur Ki Dünyada

Aslında hiçbir şey kâr değil insana
Ne gücü ne zayıf yanları ne de yüreği
Gölgesi bir haç gölgesidir kollarını açsa
Ve kırar göğsüne bastırırken sevdiği şeyi
Tuhaf bir ayrılıktır hayatı kapkara
Mutlu aşk yok ki dünyada

Hani giydirilmiş erler bir başka yazgıya
İşte o silahsız erlere benzer hayatı
Sabahları o yazgı için uyanmış olsalar da
Tükenmiştirler ve kararsızdırlar akşamları
Söyle yavrum şu sözleri sakın ağlama
Mutlu aşk yok ki dünyada

Güzel aşkım tatlı aşkım çıbanım derdim
Yaralı bir kuş gibi taşırım seni şuramda
Ve görmeden bakanlar şu halimize bizim
Süzdüğüm sözleri söylerler benden sonra
Ve her şey der demez ölür iri gözlerin uğruna
Mutlu aşk yok ki dünyada

Yaşamayı öğrenmek bizimçin geçti çoktan
Ağlasın gece içinde kalplerimiz yan yana
En küçük şarkıyı mutsuzluktur kurtaran
Her ürperiş borçlu baştan bir hayıflanmaya
Ve her kitar havası beslenir bir hıçkırıkla
Mutlu aşk yok ki dünyada

Acılara batmamış bir aşk söyle bana
Yıkmamış kıymamış olsun bir aşk söyle
Bir aşk söyle sarartıp soldurmamış ama
İnan ki senden artık değil yurt sevgisi de
Bir aşk yok ki paydos demiş göz yaşlarına
Mutlu aşk yok ki dünyada
Ama şu aşk ikimizin öyle de olsa.

LOUIS ARAGON

Çeviren: Cemal Süreya


05 Ekim 2011

Wall Street İşgali ve Üç Maymunu Oynayan Medya

Tunus’da, Mısır’da, Yemen’de ya da Suriye’de protestolar başlayıp, halk sokaklara döküldüğünde bunu bir özgürlük ve demokrasi arayışı olarak lanse eden ve saatlerce aralıksız yayın yapan batı medyasının, kendi arka bahçesindeki olayları görmezlikten gelmesi ne kadar anlamlı değil mi? Üç haftadır ABD’nin finans merkezi olan Wall Street’deki gösterilere CNN, BBC, ABC gibi kanalların neredeyse tamamıyla sırtlarını dönmelerinde şaşılacak bir durum yok aslında. Sabah akşam Amanda Knox’un mahkeme haberleri ve sakatlanan bir futbolcunun görüntüleriyle uğraşmaları da görmezlikten gelme çabalarını ne kadar beceriksizce ortaya koyduklarının bir göstergesidir.

Batı, yüzyıllardır sömürdüğü, kaynaklarını çalıp, kendi çıkarlarına hizmet eden yerel yöneticileri başlarına getirdiği ülkelere hep aynı aşağılayıcı gözlerle bakmıştır. İkiyüzlülüğün sınırı yoktur kazanan taraf için. Mısır’da olaylar yeni yeni filizlenmeye başladığında Mübarek’i destekleyen batı, olaylar çığırından çıkıp Mübarek’in kaybedeceği kesinleşince çabucak taraf değiştirip, halkın yanında boy göstermekten hiç utanmamıştır. Libya’yı işgalle sonuçlanan ve jet hızında gerçekleşen siyasi görüşmeler de Suriye’ye yarım ağızla yapılan uyarılar da aynı düşünce yapısının sonucudur. Batı, her zamanki gibi kendisine kaynakların sorunsuzca akacağı kanallar açma çabasındadır. Bunun adı tabii ki demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi ağızlara sakız olmuş ifadelerle süslenecek, her zamanki gibi insanların emekleri, özgürlük ve barış adına sömürülecektir.

Mısır’da ya da Suriye’de olan olayları lanetlemek kolaydır ve oradaki halkın yanında olmak batılı politikacıya bir zarar vermemektedir. Tam tersine halkın sempatisini kazanmak ve ileride ekonomik yararlar kazanma adına önemli bir stratejidir. Bunun en iyi örneğini Sarkozy’nin bombaladığı topraklara ziyarete gitmesinde ve Hillary Clinton’ın Tahrir Meydanında halka karışmasında gördük.

Çıban ayakta ya da elde çıkınca insanı utandıracak bir rahatsızlık vermez. Peki ya dudakta ya da alnın ortasında çıkarsa? İşte o zaman saklamak ister insan, sokağa çıkmak istemez, görülmekten, konuşulmaktan hicap eder. ABD’deki insanların diğer ülkelerdeki insanlardan farklı olduklarını düşünemeyiz. Dünyanın en pahalı sağlık hizmetinin olduğu bir ülkeden bahsediyoruz. Trilyonlarca dolar vergi parası harcanıp, iflasın eşiğinden kurtulan bankalar ve sigorta şirketleri, kendi ayakları üzerinde yalpalamaya başlar başlamaz, başlarındaki yöneticilere milyonlarca dolarlık bonuslar vermeye başlarlarsa, halkın vereceği tepki bundan başka olamaz, olmamalı.

Hatta tepki konusunda Amerika halkının yavaş ve pasif kaldığını bile söyleyebiliriz. Sonuçta Amerika pek çok sivil devrime tanık olmuş, birçok savaş karşıtı gösteriye kucak açmış bir millettir. Bankalar ve finans şirketleri halkın parasıyla kurtarılıp, insanların emeklilik fonları boşaltılarak, paralar bataklıktaki birkaç sivrisineği öldürmek için harcandığında insanların uzun süre sessiz kalmış olmalarıdır asıl şaşılması gereken.

Sorun, bu paralarla kumar oynayan şirket yöneticilerinin, başkalarının parasıyla risk almayı kahramanlık sayan insanların ortadan kalkmamış olmasıdır. Sistem, Wall Street’deki o kumarbaz brokerlar ve yöneticiler var olduğu sürece bozuk atmaya devam edecektir. Çünkü sistemin temel amacı insanlara mutluluk vermek değil, insanlara mutluluk için yarışma şansı veriyor olmasıdır. Bu demektir ki insanları bazısı çok mutlu olmayı hak edecek, bazısı da çok mutsuz olarak kalacaktır. Bu normal karşılanacak, hayat devam edecek, ara sıra seslerini duyurmak isteyen bu mutsuzlar takımı polis tarafından bastırılıp, medya tarafından ihmal edilecektir.

Wall Street’deki protestolar halkın demokrasiye inancının henüz tükenmediğinin göstergesidir. Politikacılar tarafından değil de dev şirketler tarafından yönetilen ABD vatandaşının her şeye rağmen, özgürlüklerinden ve alınteriyle kazandıkları değerlerden vazgeçmek istemediklerinin bir kanıtıdır. Bu gösteri büyüyüp, gerçek anlamda Arap baharını gölgede bırakacak bir devrime yol açabilir. Ya da sanki hiç olmamış gibi tamamıyla susturulup, o dev şirketler kendi kurdukları düzende yuvarlanmaya devam ederler.

Dünyadaki pek çok ürünün değerini belirleyen, en uzak ülkelerde satılan pamuğun, pirincin, buğdayın, tütünün fiyatlarının speküle edildiği bu piyasalarda oynanan oyunlardan Vietnam’daki çiftçinin,Tayland’daki işçinin bir haberi yoktur. Çünkü onun sabit gelir elde edip, ne kadar çalışırsa çalışsın ailesinin karnını zar zor doyurabilmesinin sonucunda, kazancından arta kalan para, dünyanın bir başka köşesinde, kumarı doğru oynadığı için miyonlarca dolarlık bonusları cebine dolduran yöneticilere gitmektedir. Aynı yöneticiler yanlış kararlar verip, içinde bulundukları gemileri batırdıklarındaysa, halkın parasını kullanan hükümet gemiyi kurtarmak zorunda bırakılmaktadır. Çünkü sistem öylesine birbirine bağımlı, öylesine zincirleme reaksiyonlara açıktır ki bir gemi batarsa, ardından yüzlerce gemi gidecek, tüm bir ülke ekonomisi karanlık diplere sürüklenecektir.

Globalizm diyerek bize yutturmaya çalıştıkları vahşi kapitalizmin son çırpınışı olmayacaktır Wall Street’in işgali. Emeğin sömürüsüne, özgürlüklerin engellenmesine, yoksul ülkelerdeki kaynakların hortumlanıp zengin ülkelerdeki insanlara peşkeş çekilmesine izin verildiği sürece protestolar sürecek, insanlar ellerinden alınan ekmeklerinin hesabını soracaktır. Bugün sıra ABD’dedir, yarın Fransa’da, öbürsü gün Yunanistan’da. Tüm protestalarda olduğu gibi amaç değiştirmek ve değişmektir. İnsanların sesi yükseldikçe, abuk subuk olaylara saatlerce zaman ayırıp, asıl konulardan uzaklaşan medya eninde sonunda akıllanacaktır. Kimbilir belki de, protestacıların sesleri kendi binalarının koridorlarında, kendi stüdyolarının sahne arkalarında duyulmaya başladığında el atacaklardır duruma. Geç olacaktır ama mutlaka olacaktır...

Meraklısına: Wall Street’i işgal eden grubun hazırladığı ilk sayfa: http://occupywallst.org/

6 Ekim’de Özgürlük Plaza’sını işgal etmeyi planlayan kardeş grubun sayfası: http://october2011.org/

29 Eylül 2011

WOOBLE NOKTA COM (2)

Kapıyı açmadan önce delikten baktım ki ne olur ne olmaz, kimvurduya gitmeyeyim. Uzun boylu, sıska, genç bir delikanlı, Hasan’ın yaşlarında olsa gerek. Üzerine biraz bol gelen bir takım elbise giyinmiş. Beyaz gömlek üstünde açık mavi bir kıravat. Elinde şimdilerde moda olan bilgisayar çantalarından var. Ne istiyor acaba, seyyar satıcıya benzemiyor, öyle olsaydı elinde kocaman klasörle gezerdi ya da en azından numunelik tencere tava taşırdı yanında. Belki de Hasan’ın bir tanıdığıdır, Fransa’ya bir şeyler gönderecektir.

- Tak tak tak
Sabırsızlanmaya başladı. Açayım bari ama sürgüyü takılı tutacağım, ne olur ne olmaz. Kapı ağzından konuşuruz.
- Buyur evladım, birini mi aramıştın?
Kapıdaki sürgünün farkına varıp, benim yüzümü kapı aralığının izin verdiği ölçüde görebileceğini anlayınca biraz hayal kırıklığına uğradı sanırım. Ne sandın ya! Biz de bu kentin çocuğuyuz yavrum! Köylüyüz ama aptal değiliz. Her gün ne hikayeler işitiyoruz konudan komşudan.
- Merhaba! Ben Okan. Okan Çeşme. Halime hanımı arıyordum.
Yüzünde bir heyecan ama neredeyse resmi denilebilecek bir heyecan var. Çaktırmamak için bir hayli yırtınıyor anlaşılan. Gözlerime bakıyor ama ağır bir mahçubiyet dökülüyor yüzünden sanki.
- Halime benim. Ne istemiştiniz?
- Aa, merhaba! Ben Okan Çeşme.
- Tamam evladım. Adının ne olduğunu biliyorum. Yani az önce öğrendim. Ne istiyorsun onu söyle.
- Ben wooble dot kom adlı yazılım şirketinden geliyorum. Sizinle Ercan bey’in vefat etmeden önce bize bıraktığı bir sözleşme hakkında konuşacaktım.
Ercan bey deyince durakladım. Ne sözleşmesi? Benim niye haberim yok? Acaba bunun dün gönderilen elmekle bir ilişkisi var mı? Keşke okusaydım Ercan’ın adresinden gönderilen elmeği, şimdi daha hazırlıklı olurdum bu gencin karşısında.
- Ne sözleşmesiymiş o? Benim haberim yok.
- Olmaması normal. Vasiyet gibi bir şey ama tam olarak da vasiyet denilemez. Bir çeşit deneme diyebiliriz.
Tavırlarında kuşku çekecek bir yan yoktu. Gülümsemesi yanaklarına yakışıyordu ve hatta beklenmedik bir renk katıyordu bebeksi yüzüne. Hele bir de gençliğine yakışmyan utangaç tavırları, elini kolunu yerinde tutamaması... Kırılayazan bir kürdan gibi. Ama yine de sormadan edemedim. Hem öyle erkenden silahları indirmek doğru olmazdı. İşi yokuşa sürmeye devam ettim.
- Kim kimi deniyor oğlum, kafamı karıştırma iyice. Var mı kimlik kartın falan ya da o adını söylediğin şirketten geldiğini kanıtlayan bir belge.
- Var Halime teyze. İşte kartım. İçeri girsek ya da siz dışarı çıksanız da öyle konuşsak daha iyi ...
Cümlesini bitirme gereği duymadan, çevik bir hareketle elini arka cebine attı ve cüzdanının orta yerinden üzerinde resmi olan plastik bir kart çıkardı. Elini dikkatlice, sanki gözüme zarar vermemeye özen gösterir gibi yaklaştırdı kapının aralığına.
- Mühendis misin sen? Öyle yazıyor kartında.
Kapı ağzındaki muhabbetin ileriye gittiğinin farkına ben de varmıştım ama lafı “İçeri gel de derdini anlat” diyerek bölmek nedense tuhaf geldi. Hem ne güzel muhabbet ediyorduk.
- Evet Halime teyze, yazılım mühendisiyim.
- Hangi okuldan mezunsun? İstanbul Teknik Üniversitesi mi? Benim oğlum da mühendis. Belki tanı...
- Yok, ben ODTÜ’den mezunum, teyze. Altı ay oldu okulu bitireli.
- Ha o zaman tanımazsın Hasan’ı. Gerçi tanısan ne olacak ya, neyse! Eee, ne istiyorsun? Böyle kapıda olmayacak. Gir içeri bari. İyi bir çocuğa benziyorsun.
Sürgüyü açtım. O ilk korkularım gitti nedense. Ercan’ın adını söyleyince erimişti aslında içimdeki buzlar. Kolay değil tabii. Ercan’ın yokluğu bir yana, başıma bir şey gelse günlerce kimsenin haberi olmaz. Hasan haftada bir arar. Rukiye zaten bıkmıştır dırdırımdan, bir süre çaldırmaz telefonumu. Kokarım bu evde, komşuların ancak o zaman haberi olur.
- İyi bir çocuğum Halime teyze, merak etme. Buraya iş için geldim. Sizinle yarım saat konuşup işimin başına döneceğim.
- İyi evladım, gel bakalım. Hırsız falansan şimdiden söyleyeyim evde çalınacak bir şey yok. Kocaman eski bir televizyonla Ercan’ın babasından kalma paslı bir tüfek var para edecek. Onları da çalsan taşıyamazsın sen bu cılız halinle.
Güldü söylediklerime isteksizce. Belli ki sıkılmıştı benim kocakarı hafakanlarımdan. Yanımdan geçip salondaki koltuk takımının üzerine kapatılmış beyaz çarşafın şaşkınlığını yaşarken ben yetiştim.
- Sıyır çarşafı otur evladım. Evi temizledim, koltuklar tozlanmasın diye örttüm çarşafı üzerlerine.
Çarşafın ucundan tutup hafifçe kaldırdı, koltuğun köşesine batan bir kayığın su üstünde kalan köşesine sığınır gibi oturdu. Ardından çantasından bir zarf çıkardı.
- Halime teyze, şimdi anlatacaklarım size biraz tuhaf gelebilir ama anlatmak zorundayım. Bu işi neden benim gibi deneyimsiz birisine verdiklerini anlamış değilim. Bir şekilde verildi işte ve kendimi kanıtlamam gerek. Yani bilirsiniz, çaylak olunca bir işte, ustanın elinde oyuncak oluyorsunuz. Sonuçta ben de bitirdim üniversiteyi ama diğerleri benden önce bitirdiği için benden üstün sayılıyorlar şirkette. Bu yüzden ayak işleri bana veriliyor. Çay bile yaptım patrona inan!
O böyle gevelemeye başlayınca benim de tedirginliklerim artmaya başladı. Ne söyleyecekse bir an önce söylesin de gitsin istedim bir anda. Konu Ercan olunca daha bir sabırsızlanıyordum. O sabredemeyip, bir anda göçmüştü yanımdan. Şimdi bir de ondan bahseden çelimsiz bir delikanlı, sabırdan çatlayacak neredeyse...
- Tamam evladım! Bırak şimdi şirketin dedikodusunu yapmayı da bana buraya neden geldiğini anlat.
- Anlatacağım Halime teyze. Ama biraz heyecanlandım. Nereden başlayacağımı bilemiyorum.
Yüzü kızarmış, elleri titremeye başlamıştı. Kalkıp masanın üzerindeki cam sürahiden bardağa su doldurdum, delikanlıya uzattım.
- Ben biliyorum evladım. Bu sabah Ercan’dan gelen elmekten başlasan iyi olur. Sen mi gönderdin o elmeği? Ne işler dönüyor? Ölen adamın şifresini kırıp, onun hesabından geride kalanlara elmek göndermekten ne yarar sağlayacaksınız?
Sağ eli bardaktaki suyu dökmeden içmeye yetmeyince sol eliyle sağ bileğini tuttu suyu kafasına dikerken. Niye bu kadar heyecanlandı acaba? Ortada bir bit yeniği var ama ya onun istemsiz titremeleri ya da mahsustan yaptığı geciktirmeler yüzünden bekliyorum.
- Anlatayım Halime teyze, su için sağol. Çok iyi geldi. Ercan beyden gelen elmeği okudunuz mu?
- Okusa mıydım?
- Bilmem! Okusaydınız kötü hissetmişsinizdir. Malum öteki taraftan gönderilen bir elmek gibi.
- Okumadım evladım, okuyamadım! Birisinin gelip konuyu izah etmesini bekledim ama görülen o ki senin gibi bir beceriksizi göndermişler. Bilseydim okurdum!
Sinirlenmiştim. Aklıma Hasan’ın uluorta her yerde her şeyi söyleyen hali geldi. Ne bu böyle delikanlının attığı taklalar? Sıkıntıdan bin parçaya bölündü yavrucak.
- Öyle demeyin Halime teyze. Ben dört yıllık üniversi...
- Evladım, uzatma artık! Yeter! Çabucak anlat anlatacağını ve çek git. Bak böyle ikimize de zarar veriyorsun. Ay sinirlendim valla!. Ne o ağzında zehir saklar gibi. Başla anlatmaya ya da bas git evimden.
Derin bir nefes aldı. Gözlerini gözlerimden kaçırmaya özen gösterdiğini belli etmemek için karşı duvardaki yağlı boyaya hayranlıkla baktı. Aldığı nefesi verdi.
- O elmeği ben göndermedim. Aslına bakılırsa kimse göndermedi. Ercan bey üç ay önce şirketimizin “Yapay Bilinç Yazılımı” adını verdiği bir programdan haberdar oldu ve pilot uygulamaya katılmaya karar verdi. Elimdeki zarfta onun bu pilot uygulamaya razı olduğunu gösteren sözleşme ve onun size yazdığı bir mektup var.
Biraz sakinleşmiş, soluk alıp vermesi ve elinin titremesi dinmişti. Belki de duvardaki yağlı boya göl resmi hoşuna gitmişti. Elindeki bardağı ses çıkarmamaya dikkat ederek önündeki cam sehpanın üzerine, dantelin köşesine denk getirerek koydu. O anda sehpanın üzerindeki danteli neden makineye atmadığım sorusu geldi aklıma ama patlayan bir balon gibi kayboldu bu soru zihnimin karanlığında. Karşımdaki delikanlı yükünü boşaltmış hamal gibi rahatlamıştı. O rahatlamıştı ama ben! Ben tam tersine geriliyordum. Neden söz ettiğini bile tam anlayamamıştım.
- Neymiş peki bu Yapam Bilinç Yazılımı dediğin şey? Ne işe yarar?
- Size elmeği gönderen bu yazılımdır. Ercan bey’in tüm bilgisayar geçmişini okuyan ve bunu gündelik olaylarla, hava durumuyla, siyasi haberlerle harmanlayıp, tıpkı gerçek bir Ercan bey gibi elmekler yazıp size gönderen bir program YBY. Ercan bey hayatı boyunca dört elmek adresi edindi ve bu adreslerin hepsi wooble şirketinden. Dolayısıyla işimiz çok kolay oldu. Başka şirketlerle bilgi alışverişi yapmaya gerek kalmadan işe koyulabildik. Onun on beş yıldır yazdığı tüm elmekler, bu elmekleri yazdığı sırada ziyaret ettiği ağ sayfaları, tıkladığı her bir ağbağı elimizde mevcut.
- Dur oğlum, şimdi de çok hızlı gidiyorsun. Tutturamadık bir ayarını! Ne sandın beni sen! Biz öyle sizin gibi anamızın karnından kucağımızda bilgisayarla doğmadık. Yani bu sabah aldığım elmeği sen göndermedin, öyle mi?
- Hayır, program tamamıyla yapay dolayısıyla hiçbir insan Ercan bey’in elmeklerini okumuyor. Yalnızca YBY günün yirmidört saati hem tüm interneti hem de Ercan bey’in bilgisayarda yaptığı, okuduğu ve yazdığı her olayı, her sayfayı tarıyor. Ardından bu iki birbirinden bağımsız listeyi birleştirip, tıpkı bir insan gibi anlamlı elmekler yazıyor ve size gönderiyor.
- Peki neden yapıyor bunu?
- Ercan bey istediği için. Dediğim gibi, yeni bir yazılım bu. Daha önce hiç denenmemiş. Wooble’ın insanların elmeklerini otomatik olarak okuyup, kişilerin yazdıkları ve okuduklarına göre onlara reklam gönderdiğini duymuşsunuzdur.
- Hayır duymadım.Nereden duyayım!
- Önemli değil. Sonuçta demek istediğim şey Ercan bey bilgisayarda yaşayan yapay bir zihin olarak devam edecek yaşamaya. Elimdeki sözleşme kısaca bunu söylüyor ve sizin haklarınızdan bahsediyor servis alıcısı olarak. Mektupta ne yazdığını bilmiyorum.
Delikanlı konuşmaya devam ettikçe kafamın içerisinde uğuldayan bir sivrisineğin beni rahatsız etmeye başladığını hissettim. Daha fazla dayanacak, daha fazla dinleyecek gücüm kalmamıştı. Ne olup bittiğini tam olarak anlamamıştım ama anladığım kadarı yetmişti ne yapacağıma karar vermeme. Beni bile şaşırtan bir kararlılıkla haykırdım.
- Yeter!
- Efendim!
- Yeter dedim. Daha fazla dinlemek istemiyorum bu saçmalığı. Yalnız bırak beni.
Delikanlı şaşırmıştı, hatta biraz ürkmüştü benim bu ani tepkimden. Bir de yeniyetme, bir de çırak, bir de kaşıma geçmiş bana...
- Ama, ama daha sözleşmeyi okuyup izah edeceğim size. Hem imzalamanız gerekir bundan sonraki elmekleri almanız için. İmzanızı almadan dönersem şirkete, patron beni...
- Yeter dedim evladım, anlamıyor musun? Bırak zarfı sehpanın üzerine, git. Ben okurum sözleşmeyi de mektubu da. Sorum olursa ararım şirketinizi. Hadi şimdi çık, işine gücüne bak. Söylediklerin ağır geldi, sindirmem vakit alacak. Dinlenmek istiyorum. Başım ağrıdı, tansiyonum yükseldi. Bak nasıl titriyor ellerim zangır zangır!
Delikanlı zarfı sehpanın üzerine, bardağın yanına koyup endişeli bir ivedelikle ayağa kalktı. Özür dilerim diyen bir bakış vardı yüzünde ama benim ona odaklanacak halim kalmamıştı. Kendimi böylesine bir oyunun içinde hazırlıksız bir anda bulduğum için bitkin düşmüştüm. Gerçi böyle bir oyuna hazırlıklı olabilir miydi ki insan? Arkasını dönüp giderken onu yol etmedim. Kapanan kapının sesi yerini evin sessizliğine bırakınca uzun süre sehpanın üzerindek zarfa baktım. Zarfın içinde beni bekleyen şeyin ne olduğunu düşündüm. Bir felaket miydi yoksa zevkli bir fantezi mi? Gidiyormuş gibi yapıp gidemeyen Ercan’ın son bir şakası mıydı bu? Yapardı gençliğinde böyle çocuksu şaklabanlıklar. Kapıyı çarpar ama içeride dururdu. Beş dakika bir sessizlikten sonra usulca salona girip beni korkutur, yüreğimi ağzıma getirirdi. Gençtik, aşk ve heyecan doluyduk, ne yapsak eğlenirdik. Şimdi de aynı şeyi yapıyor. Gitti, kayboldu, bir daha gelmeyecek derken bir zarfın içinde geri geldi. Elmek kutumdaki Ercan nasıl birisi acaba? Öldüğünü biliyor mu? Peki ya yaşlandığını, yaşlandığımı, gerida kalanların hayatın acımasız kurallarına halen uymak zorunda olduklarını?
Zarfın içinden çıkacak olan şey beni korkutuyordu. Orada üç hafta önce kaybettiğim Ercanım mı vardı yoksa onun oynadığı oyunun bir piyonu mu? Uzun süre oturdum zarfın karşısında, Hasan’ın üç boyutlu resim dediği alacalı kağıtların karşısında saatler harcaması gibi ben de zarfın karşısında hipnotize olmuş bir zavallıya dönüşmüştüm. Hatta bir ara kanepenin üzerinde sızmışım yorgunluktan. Gözlerimi açtığımda zarf aynı yerde duruyordu. Ağzı ateş dolu bir ejder gibi bana bakıyordu.Yerimden kalktım ve çamaşır makinesine atmayı unuttuğum danteli alıp banyoda hırsla çitiledim ve ardından balkona gidip diğer dantellerin yanına astım. Salona geldiğimde zarf ile aramızda bahane kalmamıştı.

*** Devam edecek...