Bu Blogda Ara

11 Aralık 2011

YARIM HAYATLAR

To Brian Reid, who made me addicted to the long-distance running...

Beni uzun mesafe koşu tiryakisi yapan Brian Reid'e...
Sıfırıncı kilometre:
Sabahın dördünde uyandım, kol saatinin alarmının çalmasından otuz saniye önce. Sanki içimde başka bir saat var, daha doğru, daha çalışkan, daha cazgır, kolumdakiyle yarışan. Yatakta otuz saniye bekledim alarmın çalmasını, sırf saatime saygıdan dolayı, ayıp olmasın diye. Nazar değer; kırılır, küser bana, nemelazım! Sonra yarışın ortasında cozutur, bırakır beni yarı yolda, “Sen misin beni beklemeyen sabahleyin, aha ben de senin yarışı bitirmeni beklemiyorum der, kapatır gözlerini.” Saçmalıyorum, farkındayım. Böyle boşinanışlarım yok mu, kendi aklımdan, aldığım mühendislik eğitiminden, en çok da çalıştığım “Russell Mühendislik Yazılımları” firmasının adından utanıyorum ama bir yandan da bırakamıyorum beni anlık da olsa eğlendiren, hatta bazen rahatlatan bu boşinanışları. Yok yarış günü kırmızı giymeyeceksin, yok yogayla kendine gelip, reiki ile kan akışını hızlandıracaksın, yok yarıştan hemen önce idrarını yapmayacaksın... Olmadı ama, bu sonuncusu doktor tavsiyesiydi. Öyle demişti doktor, neredeyse azarlayayazan, kütük gibi kalın Rus aksanıyla.
Işığı yaktım, doğruldum. Uzun ve sıradışı olacağını tahmin ettiğim bir günün başlangıcı bu kadar sıradan mı olmak zorundaydı? Ufacık otel odasında yataktan iki adım uzağa gidince mini-mutfağa varıyor insan. Su ısıtıcısını çalıştırdım ve ardından yatağın köşesine oturup suyun kaynama sesini dinledim. Aklıma, eski zamanlarda, su sesiyle akıl hastalarını tedavi ettiklerine dair bir bilgi kırıntısı düştü. Fokur fokur, fıkır fıkır, deli de eder bu ses adamı, veli de! Neyse ki su kaynar kaynamaz ısıtıcının düğmesi attı, durdu alet, beni deli etmeden. Dünden kalma bir lipton poşetine sıcak suyu boşalttım. Suyun renginin değişmesi uzunca vakit aldı. Bu kadar tasarruflu olmak zorunda mıyım? Otelde bile çay poşetini iki, hatta bazen üç defa kullanıyorum. Oysa tepside bir tane daha çay poşeti var, hiç kullanılmamış, tertemiz. İkisini de kullansam, otel, kullanılanların yerine yenilerini koyacak ne de olsa. Ama ben alışmışım tüketmemeye, ihtiyacından fazlasını talep etmemeye, öyle köşede oturup verilenle yetinmeye. Yokluklar içinde yetişen Anadolu çocuğunun varlığa alışamaması budur işte! Eee, ne demişler, alışmamış götte don durmaz. Biz koyun boklarını zeytin sanıp, ağzımıza yüzümüze bulaştırarak büyüdük yaylalarda, kolay mı bize piyangodan çıkan bal-peyniri ekmeksiz yedirmek?
Çayı çabucak içip banyoya dalıyorum. Su ısınmıyor bir türlü. Beklemekten usanıyorum, giriyorum soğuk suyun altına. Fena da olmuyor, çayın beceremediğini soğuk su beceriyor, bedenimin, kolllarımın bacaklarımın farkına varıyorum birer birer. Değdikçe soğuk su tirtir titreyen tenime, kanım akmaya başlıyor daralan damarlarımda; uyuşan, mayışan kaslarım geriliyor düşmanı vurmaya hazır bir yay gibi. Banyodan çıkınca bir bisküvi atıyorum ağzıma; bir de muz, dünden kalma. Sonra dişlerimi fırçalayıp, giyinmeye başlıyorum. Koşuya daha iki saat var ama saat 5’de buluşacağım şirketten gelen arkadaşlarla. Bizi Vietnam’dan getiren otobüsle gideceğiz koşunun yapılacağı Angkor parkına. Sağolsun, şoförümüzün ağzı var dili yok. Biz koşacağız diye o da kalkacak bu sabah saat dörtte. Ama en azından, biz koşarken o uyuyabilir otobüste, şöyle sallar bacaklarını pencereden diğer meslektaşları gibi, sarkıtır çıplak ayaklarını dikiz aynasından aşağıya, yatırır ön koltuğunu, kapar gözlerini Angkor tapınağının tam karşısındaki parkta. Ohh, değmeyin keyfine!
Numaramı ilikliyorum tegömleğimin arkasına. Numaram 1729, sevdiğim bir sayı, fakir Hindistanlı muhasebecinin, ünlü İngiliz matematikçiye öğrettiği sayılardan birisi. Emine’nin telefon numarasının son dört basmağı da 1728’di. Hayat işte, kimilerine piyango vurdurur sayılarla, kimilerine unutulası acıları anımsatır kafaya inen ani bir darbe gibi. Neyse, kapattım o konuyu artık, kapatayım artık, üzerinden aylar geçti ama dün olmuş gibi acıtıyor usuma düşen kırıntılar, tırnağıma batan kıymık gibi. Bazen öyle bir yanılgıya kapılıyorum. “Neden koşuyorum ben bu yarı-maratonu?” diye soruyorum kendime. Kendim için mi Emine için mi? Emine’yi unutmak için vurmulştum bedenimi bedensel acının yalçın kayalıklarına ilk zamanlarda. Yemeden içmeden kesilmeler, işkence haline gelen uzun suskunluklar, evde tek başına içip sarhoş olmalar... En azından başlangıçta öyleydi. İşin tuhafı terkeden benim, terk edilen o, ağlatan benim, ağlayan o. Göreceli düşününce fark yok ikisi arasında ne de olsa. Oysa bu bile, yani bir işi başka bir acıyı unutmak için yapıyor olma güdüsü, yetiyor aslında amacıma ulaşamadığımı kanıtlamaya. Kayıtsız olmalıydım Emine’ye, onun azarlayan gözlerine. Kendim için koşmalı, kendim için çekmeliydim onca sıkıntıyı. Neyse, çabuk davranmalıyım. Yoksa yetişemeyeceğim diğerlerine.
Ayaklarımın arkasına bant yapıştırıyorum ki daha önce ayakkabının yara ettiği yerler bir daha aşınıp, kanamasın. Testereyle kesilmiş gibi acıtıyor ayağımı, su toplayan deri kabarıkları. Eskimiş ayakkabımı giyiyorum, yeni çorapların üzerine. Yeni aldığım ayakkabıyı ayağımı sıktığı için evde bıraktım. Ne işe yarar ki yeni olmaları, tırnaklarımı yerlerinden sökecek derecede ayak parmaklarımı hırpaladıktan sonra? Çantadan iki ağrı kesici alıp, suyla birlikte indiriyorum mideye. Ne olur ne olmaz, diz kapağındaki ağrı geri gelecekse en azından ilk on kilometrede gelmesin. Sonlara doğru başlarsa ağrı, dayanabilirim; ama daha onuncu kilometreye varmadan diz vazgeçerse gövdeyi taşımaktan, durmak ve yürümek zorunda kalırım. Oysa benim bu yarışta amacım belli. Tek rakibim kendim ve kolumdaki saatim, fethedilmesi geken tek kale kendi bedenim. Bir adım bile yürümeden, bir saniye bile durmadan, iki saat içinde bitireceğim yarı maratonu. Oldu oldu, olmadı ver elini yeni bir başarısızlık. Tanımadığım, tanışmadığım bir şey değil ne de olsa...
Odanın ışığını kapatıp kapıyı kilitliyorum. Sabahın serinliği bıçak ağzı gibi vuruyor tenime. Kulağımdaki müzikçaları açmıyorum, nemelazım pili biter, melodisiz bırakır beni yolda diye. İyi yaptım diyorum içimden, asansörün düğmesine basarken, Kasım ayıyla beraber o melankolik şarkıları da geride bıraktığım çok iyi oldu. Sildim hepsini müzikçaların hafızasından. Artık ne Sezen Aksu’ya yer var kulaklarımda ne de Zeki Müren’e. Dinlemeyeceğim artık o “gözü körolasıca şarkıları”. Hüzünlenmeyeceğim durduk yere “gidiyorum, bütün aşklar yüreğimde” diyen sesi her duyduğumda. Çünkü ben ne “gökyüzünde yalnız gezen bulutlar kadar yalnızım” ne de “seni kimler aldı, kimler öpüyor” diyecek kadar müzmin umarsızım. İşim var, yeni tanıştığım arkadaşlarım var, şirkette işe başlayan Norveç’li kız var. Doldurdum müzikçaları Ahmet Kaya’yla, Cem Karaca’yla, Grup Yorum’la, üç-beş yabancı rakçıyla. Bundan sonra varsa yoksa isyan, varsa yoksa başkaldırı. Ancak o tutabilir fersiz bedenimi ayakta, ancak düşmana bilenerek soluk alabilirim bundan sonra... “Yalan da olsa mutlu olacağım” ve gidemeyeceğimi bile bile “kapıyı söker giderim” diyeceğim, bitmeyen ıssız yollarda. İçki ve sigarayla birlikte mahzunluğu ve mustaripliği de geride bırakıyorum bu sabah. İşte ben bu yüzden koşuyorum, yeni bir başlangıç için, eskinin üzerini kalın bir toprak tabakası ile kapatabilmek için, kendim için, artık var olmayan birisi için değil, hayır kesinlikle Emine için değil, kesinlikle ondan intikam almak için değil...
Resepsiyona inince benden başka kimsenin henüz gelmemiş olduğunu fark ediyorum. Oturuyorum bir koltuğa, masanın üzerine elimle hafiften dokununca, masanın ayaklarının dengesiz olduğunu hissediyor parmak uçlarım. Her yerde vardır böyle masalardan, bir ayağı havada kalan, beşik gibi sallanan. Kimi zaman kendimi onlara benzetirim, dengesini bir türlü bulamayan, ya zemindeki pürtüklerden dolayı ya da masanın bir bacağının diğerlerinden kısa yapılmış olmasından dolayı, hareket etmese bile yakınındaki insanı varlığıyla rahatsız eden, çevresine güvensizlik yayan, üzerine bir şey koymaya yeltenemeyeceğiniz masalar. Tıpkı en çok muhtaç olduğunuz zamanlarda yanımızdan tüyen, sırra kadem basan dostlar gibi... Koltuğun yanındaki sehpanın üzerinden bir gazete alıp, reklamların olduğu bir sayfayı yırtıyorum. Sayfayı katlayıp, masanın havada olan ayağının altına sıkıştırıyorum. “Bu bir süre idare eder.” diyorum kendimin bile duyacağım bir sesle. O sırada fark ediyorum grup liderimiz Chris’in masanın öteki ucundan bana baktığını. “Ne o, oteldeki masaları mı tamir ediyorsun şimdi de? Ofistekilere elini sürmezsin ama.” diyor gülerek. Keyfi yerinde herhalde. Akşam içtiler tabii, karbon yükleme bahanesiyle en az dört bira götürmüşlerdir. Ben ikiden sonra durdum, korktum açıkçası, mide fesatına uğrarım da sabahleyin karın ağrısıyla uyanırım diye.
Birlikte otelin önüne geçip şoförle konuşuyoruz. Bu arada diğerleri geliyor, herkes neşeli, umutlu. Otobüse atlayıp maratonun başlayacağı noktaya gidiyoruz. Otobüste takılıyorlar numaramı arkama iliştirmiş olmama. Herkes önüne koymuş numarayı, benim aksime. “Ben geri geri koşacağım diyorum.” Gülüyoruz, şoför de dahil. Onlara Nasreddin Hoca’nın eşeğine ters binme fıkrasını anlatasım geliyor bir ara ama sonra zahmet çekmeye değmez diyorum, hevesim kaçıyor numaraların önde olması gerçeğinin bana yaşattığı hayalkırıklığıyla. Oysa ne güzel tasarlamıştım ben koşarken neye yoğunlaşacağımı. Önümde koşan koşucuların numaralarına bakıp, onları asal çarpanlarına ayıracak, bu şekilde zamanı ve bedensel acıyı unutacaktım. Şimdi tüm tasarım tozla buz oldu. Şarkılara kaldık gene. Keşke silmeseydim Zeki Müren’i diyorum içimden ama sonra kızıyorum kendime. Sonra kızgınlığıma kızıyorum. Tanju Okan’ı da silmiş miydim acaba? “Öyle sarhoş olsam ki” yi birkaç kere dinlesem, ilk beş kilometreyi göz açıp kapayıncaya kadar biyonik Hüsnü gibi koşardım.
Yarışın başlayacağı yer ana-baba günü gibi. Kimileri ufak tefek bir şeyler atıştırıyor, kimileri upuzun bir tuvalet sırasının sonunda kendilerine sıra gelmeyeceğini bildikleri halde bekleşiyor, kimileri de ısınıyor kalabalıktan kalan boşluklarda. Hopörlörlerden yükselen ses pek anlaşılmasa da eğlenceli bir şeylerden sözettiği açık, gülüyor, güldürüyor sunucu genç başına üşüşenleri. Ben tuvalete gitmeyeceğimi bildiğim için ısınmaya başlıyorum, biraz su içiyorum, gruptakilerin şikayetlerini dinliyorum. Herkesin en az bir arızası var. Kimimiz dizden mustarip, kimimiz bacak kaslarından, belden, ayak bileğinden, tırnaklardan... Bir yerde bir arıza çıkmadan koşabilenler sadece profesyonel olanlardır herhalde. Yoksa bizim gibi akşama kadar bilgisayar başında program yazan, gün boyunca fiziksel hareketleri otur ve kalkla sınırlı, çoktan göbek bağlama yaşını geçmiş orta yaşlıların becereceği iş değil yarışı şikayetsiz bitirmek.
Aslında bir işesem, bir rahatlasam iyi olur diyor içimden bir ses ama tırsıyorum, ya o koşmaya ilk başladığım zamanlardaki acı deneyim tekrar ederse? Ya daha onuncu kilometreye varmadan böbrekteki aşırı sürtünmeden dolayı ortaya çıkan kanama başlarsa? Dolu torbayla koşmak çok mantıklı değil ama torbayı boşaltıp da ardından kan işemekten iyidir. Ağır adımlarla yarışın başlangıç noktasına varıyorum. İçimde bir korku, büyüyor her nefes alış verişimde. Ya bitiremezsem! Bizimkilere bol şans dilyorum teker teker, koşarken birbirimizi zor görürüz ne de olsa. Saatin kronometresini sıfırlıyorum. Kulaklıklarımı takıyorum ama açmıyorum müziği. Sunucu genç basbas bağırıyor birkaç metre ileride: Ar yu rediiiiii? Ar yu rediiiii for Angkor helf-maraton? Ten, nayn, eyt, sevın, siks, fayf, foor, tırii, tuu, van, sıtaaaaartt...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder