Bu Blogda Ara

16 Aralık 2011

YARIM HAYATLAR (3)

Kilometre 2 (Strangers in the Night)
İkidir ilk asal sayı, tüm çift sayıların varlığından sorumlu olan. Hoş, Sagan ve benzeri inatçı matematikçilere göre, asal sayıları ikiden başlatmak bire yapılan büyük bir haksızlıktır. Bu yüzden Sagan, kitabı “Cosmos”da, asal sayıları 1’den başlatır. Aklı sıra devrim yapacak, matematiğe yeni bir soluk getirecek. Gereksiz bir tartışma, bana göre. Sever bilim adamları böyle ucu bir yere gitmeyen tartışmaları. Bazen de böyle gereksiz tartışmalardan doğar en yararlı ürünler. Bilemez insan yolun başındayken, yolun sonunda onu neyin beklediğini, hele bir de yol kıvrımlı, yol çatallı, yol labirent gibiyse.
Aşk da öyle değil midir çoğu zaman? Kıvrımlı bir labirent ya da kedinin oynamaktan zevk aldığı bir ip yumağı? Yumak, kanepenin ayağının dibinde durur devinimsiz, zararsız. Ama kedi bu, durmaz rahat, oynamak ister, dürter hafifçe. Patilerinin dokunduğu yumak kımıldar, isteksizce, homurdanarak yuvarlanır hafiften. Kedinin hoşuna gider bu, tahrik olur hayvan içgüdülerinin de etkisiyle, hayata kattığı devinimi ve anlamı bulmuştur artık. Bir daha dokunur, bir daha, bir daha, zehir bulaşmıştır artık kanına. Patileri, ağzı, kafası hep birlikte boğuşmaya başlar yumakla; yorulana, usanana kadar oynar onunla. Sonra bırakır gider, ardına bakmadan bir kere; tarumar olmuş bir bahçe geride... Ardına bakmamakla yumağa en büyük iyiliği yaptığını belki kendisi de bilmemektedir, ya da biliyordur da belli etmiyordur. Bilinegelenin aksine ardına bakmak bencilliktir, kendini üstün görmektir, geride kalanın kendi ayakları üzerinde duramayacağına inanmış olmaktır. Aşk acısı –ki bencilliklerin en büyüğüdür- işte böyle kandırır insanı, ağına sarar, boğar onu.
Müzikçaları tekrar açıyorum. “Strangers in the Night” kaldığı yerden devam ediyor.
Varsın çalsın, o çalsın ama ben takmayayım kafamı müziğin sözlerine. Önümde, aralarındaki konuşmalardan Fransız olduklarını anladığım bir çift beliriyor. Sırtlarındaki yazıya bakılırsa Çin Seddi’ndeki yarı maratona katılmışlar. Böyle ülke ülke gezip, gittiği her ülkede maraton koşanlar da var. Zevk meselesi tabii, sonuçta koşmak bağımlılık yapan bir şey, tıpkı bilgisayar ve kahve gibi. Çin Seddi’nde koşmak cesaret isteyen bir iş olsa gerek. Bir yukarı, bir aşağı, zemin de asfalt olmayınca! Nasıl dayanır ona insanın dizi ve ayak bilekleri, anlaması zor.
Strangers in the night, two lonely people
We were strangers in the night
Up to the moment
When we said our first hello.
Little did we know
Love was just a glance away,
A warm embracing dance away and
Emine’yle de böyle bir gece vakti tanışmıştık. Okul bitmiş, Taksim’de bir bilgisayar firmasında çalışmaya başlamıştım. O Cuma akşamı da arkadaşlarla takılmış, alt kattaki penceresini açınca, uzaktan Galata kulesini tüm hüzünbazlığıyla gören salaş bir meyhanede rakı içmiş, kafam demlenene kadar abuksubuk konularda –yapay zekadan camın tarihine kadar uzanan geniş bir yelpazede- bir yığın muhabbet etmiştim. Sonrasında nasıl olduysa, meyhane çıkışında herkes kendi yoluna gitmiş, beni sabahın birinde, hiç bilmediğim ıssız sokaklarda yalnız bırakmışlardı. Takmamıştım kafaya; yanıma aldığım litrelik su şişesinden içe içe, ara ara durup bulduğum pis duvar kenarlarına işeye işeye, yolumu bulurum demiştim. Yürüdüm karanlıkta, sağa döndüm, sola döndüm, sonuçta çok güvendiğim mühendis beynimle biliyordum ki en çetrefilli labirentin içine sıkışmış olsam bile, labirentin en az bir çıkışı var olduğu sürece, sonlu bir sürede dışarı çıkabilirdim. Döndüm dolaştım ve yarım saat kadar sonra artık kepenkleri indirmiş olan aynı meyhanenin önüne geldim. Güldüm kendime, “Demek dünya yuvarlakmış, seni minik Macellan” diyerek. Tekrar başladım aynı yoldan ama, sağa döndüm, sola döndüm, yokuş çıktım, yokuş indim ama yarım saat kadar sonra kendimi yine başladığım sokağın başında buldum. Sıkılmaya başlamıştım, karnım da acıkmıştı. Bu saatte, kanımda bu kadar alkolle uyumam gerekiyordu. Yollarda ayyaşlardan ve zararsız tinercilerden başka kimse de yoktu ki onlara sorayım, Taksim’e nasıl varacağımı. Hem Beyoğlu bu kadar karışık bir yer değildir ki kaybolayım, ya bende bir şey vardı ya da sinsi bir oyunun içine düşmüştüm.
Üçüncü sefer için yola koyuldum ama bu defa kararlıydım, bulacaktım yolumu. Az gittim, uz gittim, bayır tepe düz gittim. Bir ara daha önce görmediğim daracık bir sokağa daldım, sokağın üzerindeki dükkanlardan birinden gelen ışığa kanarak. Kıtıpiyoz bir kapısı bile vardı sokağın, eskilerden kalma bir gururu okşayan. Işığa doğru yürüdüm, sağımda solumda miyavlayan kedilere aldırmadan. Karanlıkta pek bir şey seçilemiyordu ama olsa olsa müşterilerini tanıyan ve seven bir meyhanecinin işlettiği, kuytu bir mekandır dedim içimden. Dükkanın önüne vardığımda yanıldığımı anlamıştım. Önce yanlış gördüm sandım, elimdeki su şişesinden bir yudum aldım, seslice yutkundum. Dükkanın camında yazan yazıyı heceleyerek, umulmadık bir yanlış yapmaktan kaçarcasına seslice okudum.
“Düşperest Haritacısı” yazıyordu gotik harflerle. İçeride kimse görünmüyordu ama ışık açık olduğuna göre birileri mutlaka vardır diye kapıya yöneldim. Kapının ardında beyaz tonton bir kedi vardı, paspas gibi yayılmıştı yere, kuyruğunu altına alıp. Kapıyı hafifçe iteledim, açıldı zorlanmadan kapı, kolundaki zil çıngırdadı gelişimi müjdeler gibi. Kedi huysuzlandı tabii, rahatını kaçırdığım için bana kızmış olacak ki sert sert baktı yüzüme. Sırtını kabarttı, kuyruğunu havaya dikti, ince uzun mırladı ve sonrasında bana arkasını dönüp kitapların arkasındaki küçük kapıya doğru koşmaya başladı. Ben afallamış kediye bakıyordum alık alık. Şimdi cebinden saatini çıkaracak “Geç kaldım, yine geç kaldım” diyecekti sanki. Olur mu olur! Ben daha fazla başıma dert almayayım diye dükkandan çıkmak için arkamı dönmüştüm ki köşedeki masanın altından çıkan bir kız “Bir şey mi aramıştınız? Buyurun yardımcı olayım.” dedi. Bu Emine’ydi. Benim şaşkınlığımın farkına varmış olacak ki suskunluğumdan yararlanıp sözü benden aldı “Kusura bakmayın, masanın altındaki eski dosyaları düzenliyordum. Buyurun oturun, sıcak çayım var, yeni demledim.”
Ayakkabım büyükçe bir taşa basıyor, hafiften burkuluyor bileğim ama acı hissetmiyorum. Soluk alıp verişim dengelendiği için artık zorlanmıyorum adımlarda. Gaz pedalına basılmış yeni bir araba gibi hızlanmak istiyorum. Birkaç koşucuyu geride bıraktıktan sonra tekrar yavaşlıyorum, gerek yok diyorum kendi kendime. Enerjimi sona saklamalıyım. Önümdeki koşuculardan birkaçı bağırıyor yine “İki, ikiyi bitirdik.” Ondokuz kilometrenin kalmış olması çok da bir sevindirmiyor beni. İleride bir U dönüşünün bizi beklediğini fark ediyorum, karşı taraftan gelen koşucuları görünce.
Kilometre Üç

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder