Bu Blogda Ara

20 Kasım 2011

Koşmak ve Yazmak Üzerine




Haruki Murakami’nin “What I Talk About When I Talk About Running” adlı kitabını az önce bitirdim. Üretken bir romancı olan Murakami, aynı zamanda sıkı bir koşucu. Kitabı yazmayı bitirdiği 2008 yılına kadar, 26 maraton koşmuş, hayatını koşmak ve yazmak diye iki ana uğraşıya adamış, alabildiğine disiplinli ve varmak istediği hedefe rahatça kilitlenebilen birisi. Romanlarında genelde Japon halkının bireyci, yalnızlaştırılmış, kimi zaman trajik kimi zaman gülünç hayatlarını konu alan; absürd üzerinden ciddi edebiyat yapmaya çalışan, “The Wind-Up Bird Chronicle” dışındaki yapıtlarında, dünyadaki ya da ülkesindeki toplumsal sorunlara hemen hemen hiç değinmeyen bir yazar olarak tanımlanabilir kendisi. Genel olarak yalnızlığı, terkedilmişliği, arayışı, monotonlukta görülen kaosu işleyen, insanların iç dünyalarıyla ilgilenen bir romancı. Romanlarında tekrar eden sahneler şöyle sıralanabilir: asansörde ya da kuyu dibinde yalnız geçirilen gece ve ardından gelen büyük fiziksel/zihinsel değişiklik, kaybolan kedi ya da köpek, Yunan adalarında nedensiz yere yok olmak, pop kültüre yapılan göndermeler, jazz seven orta yaşlı ana karakterler, sıradışı huyları ya da alışkanlıkları olan kişilikler, aklın almayacağı tuhaf olaylar (gökten balık yağması, bir gecede ana karakterin tüm saçlarının beyazlaması gibi)... Sanırım şimdiye kadar beş romanını okudum Murakami’nin. En son Bangkok’dan öykü derlemesini almıştım ama öyküleri fazlasıyla post-modern, fazlasıya klişe bulduğum için üç-dört öyküden sonra bırakmıştım kitabı.
Kurgu yapıtlarını okumaya alıştığınız bir yazarın kurgu olmayan bir yapıtını okumak aslında kolay bir şey değil. Bir kere, ister istemez, ciddi bir önyargı oluşuyor kafamızın derinliklerinde. “Bu adam yine zırvalayacak, abuk subuk konulara girip, kendisinin ne kadar zeki, okuyucuların ne kadar aptal olduklarından dem vuracak.” gibisinden en büyük titanikleri bile batıracak azamette bir buzdağı var içimde, itiraf etmeliyim. Dolayısıyla, kitabı elime almadan önce ciddi ciddi mücadele verdim kendimle. Kitabın kısalığı ve bugünlerde bir yarı-maratona hazırlanıyor olmam, yardımcı oldu karar vermeme ve nihayetinde okudum. İki hafta sonra bir yarı-maraton koşmayacak olsaydım okurmuydum, bilemiyorum! Büyük bir olasılıkla okumazdım.
Kaygılarımın aksine mütevazi bir Murakami vardı bu kitapta. Ben benim, etten-kemikten bir insan yavrusu, ne fazla ne eksik! Ne yapmak istediğini bilen ve amacına ulaşmak için gereken her türlü fedakarlığı yapmaya hazır bir koşucu, yazar, vatandaş, koca, gezgin, müzik kolleksiyoncusu. “Acı kaçınılmazdır ama ıstırap çekmek bir seçenektir.” cümlesiyle hem koşmayı hem de yazarlığı özetlemiş, “Ne koşmak için ne de yazmak için ciddi bir nedenim yok” diyerek de yaşam felsefesini ortaya koymuş Murakami bu kitabında. Genel olarak kitapta anlatılanlar, bir maratona nasıl hazırlandığı, koşarken neler hissettiği, acıya karşı (özellikle kas ve diz ağrıları, çeşitli sakatlıklar, ara sıra nükseden arızalar) nasıl mücadele ettiği, koşu bittikten sonra duyduğu tatmin olmuşluk hissi, koşmadığı zamanlarda yazmaya ve diğer işlere nasıl yöneldiği gibisinden yazarın gündelik hayatının ayrıntılarından ibaret. Bunun dışında da pek bir şey yok. Yer yer yazarlık ve koşma üzerine paralellikler kuruyor olsa da bu sayfalar ya çok kısa ya da ciddi bir derinlikten yoksun. Yalnız ben yazarın bunu kasıtlı olarak yaptığını düşünüyorum çünkü yazarlar yazmak üzerine yazmayı sevmezler. Çünkü her yazarın yazma biçimi farklıdır ve bu bir çeşit meslek sırrıdır. Meslek sırlarını beraberlerinde mezara götürmek isterler. Çünkü bu sır onları ve yazdıklarını farklı kılar.
Yazarlığın ve koşmanın disiplin gerektiren uğraşılar oluşu, enerjinin yanında inadın ve dayanıklılığın önemli bir rolünün olduğu, zihinsel yoğunluğun sınırlarında gezmeden her iki uğraşıda da sona ulaşılamayacağı gibi koşutluklardan bahsediyor Murakami. Sonuç olarak umduğumu bulamadığım ama koşmaya hazırlanan entellektüel zihinlere tavsiye edebileceğim bir kitap bu. Koşmuyorsanız okumayın çünkü kitapta anlatılanların büyük bir çoğunluğu ancak uzun mesafe koşucularının anlayacağı türden iç konuşmalar ve tespitler. Yazarlık gibi bir amacınız olmasa bile eğer koşuyorsanız bu kitaptan alabileceğiniz ilhamlar olabileceğini söyleyebilirim. Sonuçta kitap koşmak üzerine bir iç hesaplaşma, koşmayı bir yaşam felsefesi haline getirmiş, takıntılı denilebilecek açık bir zihnin denize attığı bir şişe...
Yaklaşık son altı yıldır ben de koşuyorum. Her gün koşan birisi değilim ama fırsat buldukça koşmaya, kendimi o sessizlik denizine salmaya, ne aradığımı bilemeden yola çıkmaya çalışıyorum. Çünkü ancak koşarken, kafam, dalgalı bir denizde batmaktan kurtulmuş bir tahta parçası gibi kendi başına seyrediyor, sağa sola savruluyor, gözlerimin gördüğü şeylerden farklı anlamlar çıkarıyor. Benim için koşmak yazmanın ilk basamağı diyebilirim. Tabii ki yazdığım her öykünün ilk fikri koşarken gelmiyor aklıma ama pek çoğu koşarken gelişiyor ya da değişiyor. Koşarken nefes alıp vermeyi ritmik hale getirdikten ve hızı sabitledikten sonra (Bu genelde 2 km sürüyor benim için) insan bedeni açısından geriye ciddi bir sorun kalmıyor. Ondan sonrası dizler ve ayak bilekleri müsaade ettiği sürece devam etmek ve aklını yolun karanlığına bırakıp, hayalgücünü gökyüzüne salıvermek. Murakami’nin bu kitabını okumadan önce, onun yazdığı romanlardaki tuhaf konuları nereden bulduğu üzerine düşünmüştüm bir ara ve nasıl olduysa bu sorunun yanıtı bana yine koşarken gelmişti.
Bulduğum yanıt şuydu: Ancak koşarken gelir o karamsar ya da gülünç düşünceler insanın aklına. Ya uyurken ya da bedensel ağır bir yükün altındayken, rastlantısal diyebileceğimiz düşünce okları birbirlerini bulabilirler zihnin o engin uzayında. Uyurken de bedensel olarak kendimizi zorlarken de akıl bir süreliğine bizi terkeder. Geriye saçma sapan düşüncelerin işgaline açık, savunması delik deşik olmuş bir zihin kalır. İşte bu zayıf anda doğar o yaratıcı fikirler, en akla gelmez kavramlar birbirlerini rastlantısal olarak bulurlar, bir çeşit “random walk”, tıpkı atom hızlandırıcılarının tünellerinin içinde birbirleriyle çarpışan milyarlarca parçacık gibi çarpışır sıfatlar isimlerle, zarflar yüklemlerle. Gölde yüzen mavi bir kedi gülünç gelmez o anda, kente bir yılan gibi sokulan kızıl sel suları da...
Fakat iyi fikirler yetmez bir öyküyü, bir romanı başarılı yapmaya. O fikri geliştirmek, süsleyip püslemek, işe yarar hale getirmek gerekir. Bana göre Murakami bu noktada başarısız bir yazar. İyi fikirlerle kurguya başlayan ama bu fikirleri iyi işleyemeyen birisi. Yani bitirmek kadar nasıl bitirdiğine önem vermeyen bir yazar. Belki de bunda maraton koşucusu olmasının büyük bir etkisi vardır. Sonuçta koşarken nasıl koştuğunun, kimin için koştuğunun, kime ne mesaj verdiğinin bir önemi yoktur. Önemli olan 42.2 kilometrelik mesafeyi koşmak ve bitirmektir. Bunu kendisi de defalarca belirtiyor kitabında. Oysa benim için ne için yazdığım, kime ne mesaj vermek istediğim, en az hikayenin sanatsal güzelliği kadar önemli. Ne biçimi içeriğe kurban etmeyi ne de içeriği biçime kurban etmeyi kabul ediyorum. Okuyucu güzel bir yapıtı okumalı ve okurken zevk almalıdır. Aynı zamanda kitabı bitirip, raftaki yerine koyarken kafasında soru işaretleri olmalı; insanlığı, acıyı, aşkı, yaşamı, sanatı sorgulayan sorular zıplamalıdır zihninde. Aksi takdirde yazar ile hokkabaz arasında pek fark kalmaz. Birisi sahnedeki araç-gereciyle eğlendirir, diğeri kelimeleriyle. Eğlendirmek tabii ki güzeldir ama düşündürerek eğlendirmek daha güzeldir.
Kitabı okurken aklıma gelmedi değil, “Acaba ben yazsaydım böyle bir kitap, nasıl bir dil, nasıl bir yöntem seçerdim?”. Sanırım ben koşudan çok yazarlığa önem verir, aralarındaki koşutlukların daha bir altını çizer; yaşamı, yazıyı ve genel anlamda zorlukları sorgulayan bir deneme kitabı çıkarırdım ortaya. Tek sorun henüz ciddi bir koşu tecrübemin olmaması. O da zamanla olacak, yavaş yavaş birikecek bir şey. İğneyle kuyu kazmak nasıl roman yazmak için kıyas olabiliyorsa, maraton koşarken atılan her adım da maratonun tamamına kıyas olabilir. Ne romancı yazdığı romanın sonunu bilir başlarken ne de maratoncu 200 metre ileride kendisini nasıl bir yokuşun beklediğinin farkındadır. Bilmemek mutluluktur her ikisi için de! Bilmedikleri için hızlarını ve hırslarını koruyabilirler, bilmedikleri için devam etmeye hakları vardır, bilmedikleri için koşmak da yazmak da değerli uğraşılardır.
Bizler de bilmediğimiz için yarını bekleriz umutla, bilmediğimiz için bir sonrak sayfayı çeviririz heyecanla. Bilmediğimiz için yazarız kimi zaman. Tatmin olmak yazının son noktasını koymak, maratonun bitiş noktasına varmaktır. İyi bir yarış çıkarabildiysek, iyi bir yazıyı ortaya koyabildiysek ne mutlu bize.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder