Bu Blogda Ara

24 Mayıs 2015

Bir Kan Tüccarının Hikâyesi - Yu Hua


Kitabın Çince baskısının kapağı
Romanın Çince adı, 许三观卖血记. Türkçeye doğrudan çevirisi “Kanını Satan Xu Sanguan” olarak yapılabilir. İngilizceye “Chronicle of a Blood Merchant (Bir Kan Tüccarının Hikâyesi) olarak çevrilmiş.  Ben romanı İngilizce çevirisinden okuduğum için bu adı kullanacağım. Her ne kadar roman, kan alıp satan bir tüccarın değil de mecbur kaldıkça kanını satan bir babanın hikâyesi olsa da.

Yu Hua’nın bir diğer romanı olan “Yaşamak”ta olduğu gibi, bu romanda da bir ailenin çile ve ıstıraplarla dolu hikâyesini izliyoruz. İzliyoruz diyorum çünkü yazar hemen hemen hiçbir yerde ahlaki ya da siyasi bir taraf tutmuyor, ders vermemeye özen gösteriyor. Yabancı bir ülkedeki olayları aktaran tarafsız bir gazetecinin sesi gibi metin boyunca duyduğumuz ses. Arka planda devrimler, isyanlar, açlıklar, itiraflar ve ölümler yaşanırken; okuyucu, yazarın yönlendirmesiyle, sadece Xu Sanguan’ın ailesinin dramı ile ilgileniyor. Çin’in çalkantılı tarihinin izlerini, gözümüzün önünde filizlenip yeşeren bu ailenin üzerinden takip ediyoruz. Yazar kendisine bilinçli ya da bilinçsiz olarak oto-sansür uyguluyor ve siyasi tarihi teğet geçiyor. Bunun yerine, ailenin tarihi üzerinden, ara ara arka plana ışık düşürüyor ve parça parça da olsa 1940-1970 yılları arasında gerçekleşen olaylara hafiften dokunduruyor. Örneğin İleriye Doğru Büyük Sıçrama Kampanyası (Great Leap Forward) sırasında yaşanan açlığı ve kıtlığı ailenin karşılaştığı bir zorluk olarak veriyor. Aynı şekilde Sağcı Karşıtı Kampanyayı (Anti-Rightist Campaign) da dört duvarın arasına sokup, oğulların annelerine karşı yarı utangaç yarı gaddar tavırlar takındıkları bir mikro-kozmos sahnesine dönüştürüyor. Kültür Devrimi (Cultural Revolution) ise anne babanın uzaklara giden oğullarını özlemeleri ve onları geri getirmek için ellerinden geleni yapmaları –Oğullardan birisinin şefine yoku yok bir sofrada ikramda bulunmak ve bunun için kan satmak gibi- olarak özetleniyor romanda.
İngilizce çevirinin kapağı. Kindle versiyonunun kapağı da bu şekilde tasarlanmış.
Romanın genel konusu adından da anlaşılacağı üzere kanını satan bir adam. Yalnız kanını kendi keyfi için satmıyor Xu Sanguan. Ne zaman ailesi –karısı ve adları Bir, İki, Üç olan oğulları- zor durumda kalıyor, ne zaman tüm umutlar yıkılıp çaresiz kalıyor, ne zaman tüm dünya karanlığa bürünüp onu yalnız bırakıyor; o zaman çok da uzun süre düşünmeksizin kendisini hastanede buluyor. Kanını satmadan önce bol bol su içiyor ki kanı incelsin, daha çok kâse doldurabilsin. Kanını verdikten sonra da adet haline getirdiği üzere, yakınlardaki bir lokantaya gidip kızarmış domuz ciğeri ve pirinç şarabı içiyor. Ritüel haline getirdiği bu alışkanlığı yıllar sonra kan satmaya yeni başlayan iki gence şu sözlerle izah ediyor.

“Domuz ciğeri kan yapar, şarap da ona hayat verir.”

Yaşı genç, sağlığı yerindeyken zorlanmıyor olsa da kanını satma kararını vermesi çevresinde hoş karşılanmıyor. Özellikle karısı Xu Yulan karşı çıkıyor.

“Kanını satacağına bedenini sat daha iyi. En azından bedenin sana ait. Oysa kanını satmak atalarını satmaktan farksızdır. Xu Sanguan, sen atalarını sattın.”

diyor kocasının kanını sattığını öğrenince. İlk başlarda bu şekilde karşı çıksa da ileriki zamanlarda çok itiraz etmiyor kocasına. Zamanla o da öğreniyor başka çarelerinin olmadığını. Bir kere kanını satmaya başlamışsan eğer, tıpkı kumar alışkanlığına yakalanmış bir müptela gibi, bir daha bırakamayacaklarını geç de olsa fark ediyor.
Yu Hua, ABD'de bir üniversitede düzenlenen edebiyat günlerinde konuşma yaparken. 
Romanda doğrusal bir hikâye anlatımı var. Sahneler uzun, sahneler arasında bazen yıllar geçiyor. Romanın olumsuz olarak görülebilecek bir yanı tekrarların çok olması. Dönüp dönüp aynı konuları tartışıyor yazar, bir türlü hallolmayan eski hesaplar ikide bir su yüzüne çıkıyor. Bunu büyük bir olasılıkla bilinçli bir şekilde yapıyor, çünkü Çin’in çalkantılı dönemlerinin aile üzerindeki yansımalarını ve bu yansımaların farklı frekanslarını okuyucuya bu şekilde vermeye çalışıyor. Bu tekrarların gerekçesi ne olursa olsun, roman boyunca toplamda sadece iki ana temanın olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Birinci tema; bir erkeğin babası olmadığı bir çocuğa babalık yapması. Babasız kalan bir çocuğa üvey babalık yapması gibi basit bir olay değil bu. Xu Sanguan, evlendikten sonra doğan ilk oğlunun aslında ondan olmadığını öğrenince doğal olarak hem karısıyla hem de oğluyla arası açılıyor. Oğlunu defalarca reddetmeye çalışıyorsa da her seferinde merhamete geliyor. Hatta, ilk başlarda kanını satarak elde ettiği parasını ilk oğluna harcamamaya ant içiyor olsa da romanın sonlarına doğru görüyoruz ki, ilk oğlunun hayatını kurtarmak için üst üste defalarca kan satıp, hayatını tehlikeye atmaktan bile çekinmiyor. Burada merhametin ve sevginin; geleneksel kan bağı ısrarına galip geldiğini görüyoruz. Xu Sanguan, kendisi geleneksel zihniyette bir insan olsa da bunu aşıyor ve kendisinden olmayan oğluna kendi oğluymuş gibi muamelede bulunmayı öğreniyor. Bize de bu konuda büyük bir ders veriyor. Tabii ki geleneksellikten kopup, yeniliği kabul etmesi kolay olmuyor.

Baba ve Birinci Oğul arasında yaşanan çatışma, roman boyunca sürekli su yüzüne çıkıyor. Xu Sanguan, İleriye Doğru Büyük Sıçrama Kampanyası sırasında kanını satıp, öz oğullarını etli nudıl yemeye götürüyor ama üvey oğlunu yanına almıyor. Sağcı Karşıtı Kampanya sırasında, karısı boynuna tahtadan bir levha takılıp yerel tiyatronun sahnesinde aşağılandığında sesini çıkaramıyor. Hatta; karısının eve geldiği bir akşam, çocuklarıyla birlikte karısından hesap soruyor. Bunu Mao’nun emri olduğu için –Devrime inanmış olan Birinci Oğul'un ağzından- yapıyor olsalar da Xu Sanguan çocuklarının anneleri karşısında ağır suçlamalar yapmasına izin vermiyor. Birinci oğulun “Madem tecavüze uğradın, neden ısırmadın? Demek ki isteyerek yaptın.” isnadı ise erkek egemen toplumun, ister devrim öncesi ister devrim sonrası olsun, kolay kolay erkek yanlısı retoriğinden kurtulmadığının bir göstergesi olarak okunabilir. Aynı şekilde Xu Yulan’ın başlarına gelen felaketler için karmayı suçlaması ve kendisini bir önceki hayatında kötü bir kadın olduğuna inandırması, yine yirminci yüzyılın ilk yarısında doğup büyümüş Çinli kadının bireysel sorunlar karşısında takındığı tavrı özetlemesi yönüyle önemli.

Romanın ikinci teması ise Xu Sanguan’ın kanını satması ve bu uğurda hayatını tehlikeye atmasıdır. İnsanın kanını satması burada simgesel bir anlam eşliğinde okunabileceği gibi simgesellikten bağımsız olarak da düşünülebilir. İnsanın emeğini –yani terini, zamanını, enerjisini- verip tükettikten sonra, elinde verecek bir şey kalmayınca ruhunu satmasıdır aslında kanını satması. Bir çeşit sınır çizgisine varmak ve o çizgi üzerinde ileri geri gezinmektir. Bir adım sonrasında ölüm vardır ve roman, okuyucu birkaç defa o sınır çizgisine yaklaştırır. Xu Sanguan, ileriki yaşlarında kan satınca ciddi anlamda zorlanır; başı dönmeye, çabucak yorulmaya, gözleri kararmaya başlar. Hatta, ilk oğlu hastalanıp ailecek ciddi bir parasal sıkıntının içine girdiklerinde Xu Sanguan ikişer üçer gün arayla kanını satmaya yeltenir. Buz gibi nehir suyunu içip, bayılana kadar kan verir. Oysa, kendi bedenine sahip olamadığı toplumda hasta oğlu için ölmesine de izin yoktur. Doktorlar aldıkları kanı Xu Sanguan’a geri verirler, bir de üzerine başka kan eklerler. Para alacağım diye girdiği hastaneden para kaybederek çıkar romanın kahramanı. Bunun en büyük nedeni ise kan verip ölen bir insanın doktorların, hemşirelerin hatta tüm hastanenin başını belaya sokacak olmasıdır.  Kısacası kan satabilirsin ama bu işin de kuralları vardır, tıpkı diğer ticari metalarda olduğu gibi kan alıp satmak da ticari yasalarla korunmaktadır.

Yu Hua’nın romanı tarihsel ve toplumsal arka planlarından soyutlandığında oldukça hümanist bir resim çizer. Yazarın üslubu sadedir. Uzun betimlemelerle okuyucuyu sıkmaz. Hemen hemen her sayfa konuşmalar, kavgalar ve kavgaların sonuçlanmasıyla doludur. Komedi sıklıkla baş vurulan bir yumuşatma yöntemidir. Konu her ne kadar ağır ve iç burkucu olsa da Yu Hua, okuyucuyu nasıl rahatlatacağını bilir ve karakterler arasında geçen konuşmalara bol bol gülünç laflar ekler. Xu Sanguan'ın kan verdikten sonra bacaklardaki uyuşmayı cinsel ilişki sonrası yaşadığı yorgunlukla eş tutması, üşüdüğü için domuz yavrularına sarılıp uyuması, karısını kırık bir testiye benzetirken kendisini ölü bir domuza benzetmesi, Bir Numara'yı çatıya çıkartıp ölmekte olan babasının ruhunu geri çağırmaya zorlaması gibi sahneler; hemen her okuyucunun yüzüne tebessüm getirecek derecede samimi ve insancıldır.

Roman boyunca neredeyse hiç iç çatışma yaşanmaz, yaşansa da biz okuyucular bu çatışmayı ancak dışarıya vurduğunda, karakterler arasındaki tartışmalarda öğrenebiliriz. Karakterler derinlemesine analiz edilmez, tek boyutlu ve tek renklidirler. Hatta hemen her karakter tek bir cümleyle özetlenebilir. Ailesi –kendisinden olmayan oğlu da dâhil- için her şeyini yapacak bir baba, kocasını bir kere aldatmış –aslında tecavüze uğramış- ve pratik zekâsıyla işleri yoluna koyan bir anne, adları Bir, İki ve Üç olan üç tane oğul.  Hikâyeye ara sıra dâhil olup, işleri bitince kaybolan komşular, arkadaşlar ve hastane görevlileri.

Bir Kan Tüccarının Hikâyesi, son yıllarda Çin’de en çok okunan romanlardan birisidir ve bu popülerliğini aile kurumunu kutsayışına, yoksulluğa rağmen birbirine sarılıp mutlu olabilen aileyi resmedişine, merhameti kan bağının önüne koyuşuna ve en çok da Çin’in yakın tarihine ufaktan dokunduruşuna borçludur. Tarihi konularda detaylara derinlemesine dalsaydı bu roman da tıpkı Yan Lianke’nin romanları gibi yasaklanır ve sadece yurt dışında bilinirdi. Türkçe’ye çevrildi mi ya da çevrilir mi bilmem ama ben bir okuyucu olarak bu romanın Türkiye’de de çok okunacağından, hatta edebiyat çevrelerinde ses getireceğinden emin olduğumu söyleyebilirim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder