Bu Blogda Ara

20 Eylül 2015

Bilememenin Dayanılmaz Hafifliği

                               
Evrim kuramı, hayatın başlangıcı, dinlerin geçerliliği ve yaratılış hipotezi gibi konularda paylaşımlar yapan birkaç forumu çok sık olmasa da takip etmeye çalışıyorum. Bu forumlarda yapılan tartışmaların büyük bir çoğunluğu; insanların sağdan soldan duyduğu ama ciddi anlamda bir fikir sahip olmadıkları konularda atıp tutmaları sonucunda gereksiz kısır döngülere dönüşüyorlar. Bu yazıda, kısır döngüye dönüşen konulardan birisini ele alıp, bu döngünün nasıl kırılabileceğini işleyeceğim. Aralara başlıklar ekleyeceğim ki okumak daha kolay olsun. Umarım çok uzun bir yazı olmaz.

Bilmemek Bizi Rahatsız Ediyor

İnsanlığın kadim soruları vardır. Nereden geldik? Nereye gidiyoruz? Varlığın anlamı nedir? Neden yok değiliz de varız? Bilinç nedir? Zaman nedir? Gerçeklik nedir? Sorular artırılabilir, azaltılabilir de. Azaltılabilir çünkü pek çok insan hayatı boyunca bu soruların bir tanesini bile sormaz, ya da kendisine peşin olarak verilen yanıtlarla tatmin olduğu için kurcalamak istemez. Öyle ki yeryüzünde var olan ve bir zamanlar var olmuş tüm uygarlıkların hemen her birisinin kendisine ait bir kozmogoni (evrendoğum) mitolojisi vardır. Bugün bizim gülüp geçtiğimiz, hatta alay ettiğimiz pek çok hikâye bir zamanlar insanların sıkı sıkıya inandığı birer inançtan ibaretti. Zamanın çarkları arasında sıkışıp ezilen ve yok olan bu inançlar günümüzde gülünç ya da saçma olarak algılanıyor olsalar da bu durum, tarihin bir devrinde bu inançların mensuplarını bizden daha aptal oldukları anlamına gelmez. İnsansoyu (insanoğlu dememek için bu sözcüğü kullanıyorum), yaşadığı her devirde bilinmeyen tarafından rahatsız edilmiş ve bilinmeyenin kendisine zarar vereceğinden korktuğu için kendisini emniyet altına alma çabasına girişmiştir. Bu hem evrimsel süreçte, insansoyuna diğer hayvansoylarına karşı bir üstünlük getirmiştir hem de insanların tarihsel süreçte meydana getirdikleri topluluklarda sosyal/ekonomik sınıfların oluşmasına neden olmuştur. Bilen ya da bildiğini iddia eden kişi (rahip, büyücü, şaman, hekim vb) her zaman için toplum tarafından üstün bir sınıf olarak kabul görmüştür, saygı ile anılmıştır. Bunun yanında bilmeyen kişi değersizdir, herhangi birisidir.

İnsanlık tarihinin oluşturduğu bilgi birikimine bakarsak bilginin genelde pratik amaçlı kullanımlar için üretildiğini görürüz. Bu yüzden pek çok icat; askeri ya da ticari amaçlara hizmet etsin diye yapılmıştır. Yalnız, insanlığın bilgi birikimi pratik bilgilerin dışına da çıkmıştır. Matematik ve felsefe bu konuda ilk örnekleri vermiştir. Örneğin, karekök iki sayısının irrasyonel olması teknik anlamda antik Yunanlıların hiçbir işine yaramamıştır. Ya da pi sayısını milyarda birlik hatayla hesaplamak şimdi bile çok gerekli değildir. Buna rağmen insanda bitmek tükenmek bilmeyen bir bilme arzusu, soru sorma isteği ve sürekli daha fazla yanıt talep etme dürtüsü vardır. İnsan doğası gereği meraklıdır ve bu merak sayesinde içimizden bazıları belli konularda takıntılı hale gelirler ve yıllar, on yıllar süren çalışmaların sonunda bir takım önemli buluşlara, ufuk açan bilimsel devrimlere ön ayak olurlar. İnsanın neden meraklı bir varlık olduğu sorusunu yanıtlamak kolay değildir ve bu soru evrimsel biyoloji, evrimsel psikoloji, antropoloji gibi disiplinlerle uğraşan bilim insanlarına sorulabilir.

Bilmemenin bizi bir nebze rahatsız etmesi güzeldir. Bunun yanında bilinmeyen karşısında takınılacak tavrın ne olduğu sorusu da yanıtlanması gereken bir sorudur. Çünkü bu rahatsız edici durumu lehimize çevirmek bizim elimizdedir. 

Bilinmeyen Karşısında Takınılacak Tavır   

Bundan beş bin yıl önce insanlar yıldırım ile gök gürlemesi arasındaki nedensel bağı bilmiyorlardı. Hatta ne yıldırımın nasıl oluştuğunu biliyorlardı ne de gök gürlemesinin aslında yıldırımla aynı anda gerçekleştiğini. Bilmiyorlardı ama bilmek istiyorlardı. Bu yüzden de hipotezler üretiyorlardı. Zamanın imkânları henüz elektrik yüklü bulutların varlığından haberdar değildi. Bu yüzden ortaya atılan hipotezler bilinmeyen bir dünyadan ödünç alınan tanrılar ya da tanrısal varlıklar içermek zorundaydı. Örneğin, gök tanrısı Tieng’in kızgınlığının işaretiydi bu. Yıldırım onun kılıcı, gök gürlemesi onun homurdanışıydı. Asla yanlışlanamayacak bu hipotez bir kere doğru olarak kabul gördü mü yüzyıllarca insanların bilme iştahını karşılayacaktır. Sorgulayan bir insan çıkıp, “Ya belki de Tieng kızgın olduğundan değildir. Başka bir nedeni vardır.” diyene kadar bu hipotez tek alternatif olarak yaşayacaktır.

Beş bin yıl önce yaşayıp, böyle yaratıcı bir hipotezle bilinmeyene yanıt bulan insan bulduğu çözüm için tebrik edilmelidir. Aynı insan bilinen karşısında daha emin, daha tutarlıydı elbet. Örneğin, ormanda bulduğu bir otu yedikten sonra midesine ağrı girmiş ve birkaç gün sancılar içinde kıvranmışsa, içinde yaşadığı topluluğa bu otu yememelerini tavsiye etmiştir. Aptal değildir yani; en az bizim kadar çevreye uyumlu, zekâsıyla gündelik hayatını şekillendirme yeteneğine sahiptir. Otun neden midesini ağrıttığını bilmeyebilir ama yine de bu durum aynı otu ikinci görüşünde tekrar yiyeceği anlamına gelmez.  

Bundan beş bin yıl önceki insan böyleydi de günümüzde durum çok mu farklı? İnsanın bilinmeyen karşısındaki tavrı aslına bakılırsa pek değişmişe benzemiyor. Bilimsel gelişmelerin de yardımıyla artık biliyoruz ki gök gürültüsünün nedeni yıldırım, yıldırımın nedeni de elektrik yüklü bulutların birbirlerine yakınlaşmalarıdır. İnsanlar akıllarına yatmayan bir olay gördükleri zaman artık işi tanrılarla, ruhlarla, hayaletlerle değil de nesnel ve sınanabilir dünyanın elverdiği ölçütlerle izah etmeye çalışıyorlar. Gökyüzünde tuhaf renkler gören insanın aklına ilk başta “Doğaüstü bir olay” düşüncesi gelse de, oturup sakin bir kafayla düşündüğünde “Mutlaka bilimsel bir açıklaması vardır.” diyor.  Bu çıkarım, bilimsel düşüncenin kafamızın içinde yerleşmiş olmasından değil elbette. Bilimin bir kurum olarak toplumda yer etmiş olması insanların bu şekilde düşünmelerinin ilk nedeni. Ayrıca gökyüzündeki tuhaf ışıklar insanın hayatını çok da etkileyen, dünyadaki varlığını sorgulatan bir oluşum değil.  Zaten iş bilimin de henüz elinin ulaşamadığı noktalara gelince fark ediyoruz beş bin yıl önce yaşayan atalarımızdan ne kadar farksız olduğumuzu. Bunun en güzel örneklerini Büyük Patlama (BP) kuramı gibi evrendoğum üzerine konuların tartışıldığı forumlarda görüyoruz.

Büyük Patlamadan Önce Ne Vardı?

Bilimin konusu bilinebilenlerdir. Bilinmeyen bir konuda bilim insanı “Henüz bilmiyoruz.” der, asla bilinemeyecekler için ise “bilim dışı”. Bilememek bilim insanını rahatsız eder ama bu bilememek onu daha çok çalışmaya, daha çok vaktini bilimsel araştırmalara vermeye yönlendirir. Bilim insanın “Bilemediğimize göre yapacak bir şeyimiz yok.” deme lüksü yoktur. Elinden geldiğince aynı resme tekrar tekrar bakar, verileri kontrol eder, ilk bakışta ilgisi olmayan araştırmaların sonuçlarını inceler. Bir yerden bir şeylerin çıkıp, onun yoluna ışık tutacağı ânı beklemez. Ya da kolaya kaçıp “Madem bilemiyoruz, o halde bunun arkasında her şeye gücü yeten bir Tanrı vardır.” da diyemez. Bunu diyemez çünkü böyle bir yola girdi mi yakayı asla kurtaramayacaktır. Her yanıtını bilemediği soru karşısında “Tanrı böyle arzuladığı için.” deme fırsatını yakalamıştır çünkü. Bu durumda ne bilimin bir anlamı kalır ne de bilme isteğinin. Ayrıca, tüm varlığın kökeninde her şeye gücü yeten bir Tanrı olduğunu kabul edecek olan bilim insanı, eğer bu noktada durmayı tercih ederse bilim insanı olma sıfatına ters davranmış olmaz mı? Bilim insanı olmanın getirdiği koşullarca “Peki bu her şeye gücü yeten Tanrı nereden geldi?” sorusunu sorması gerekmez mi? Ayrıca bilim insanı soruların asla bitmeyeceğinin farkına varmış olan kişidir. Bir soruya yanıt ararken pek çok yeni soru ortaya çıkar. Bilim, soruları bitirmek için değil, var olanları yanıtlamak için vardır. Bunu yaparken de soruların sayısının artmasına engel olamaz. Bu yüzden de yanıtı olmayan soruların varlığı bilim insanını rahatsız etmez, tam tersine meraklandırır, kamçılar, onu tembellikten korur. Sorular artsın ki bilim gelişsin ister. Tüm soruların yanıtının bilindiği bir yerde bilimin yapılmasının bir anlamı kalmamıştır. Bilememenin ağırlığını, bilememenin neden olduğu dinamizme yorumlayıp, hafifler bilim insanı. O dayanılmaz hafiflik içerisinde keşifler yapar, varlığı anlamlandırır, olayların nedenlerini ve sonuçlarını gözlemler. Bilememenin dayanılmaz hafifliği önemlidir bu yüzden, diyalektik bir sihir vardır içinde, bilemediği için daha çok bilmek ister. İnanan insan her şeyin net ve kolay bir yanıtının olmasını ister. Soru kalmasın ister. Ancak o zaman rahat edecektir içi. Soru işaretleri rahatsız eder onu, önüne çıkan ilk ve en kolay yanıta sarılışı bundandır. Sorulardan kurtulup hayata dalmak ister, hayatı sorusuz ve kuşkusuz yaşamak ister. Çünkü kuşku inancın en büyük düşmanıdır. 

Bu arada ufak bir parantez açıp şunu da belirteyim. Yukarıdaki ifadelerde; ne tüm bilim insanları bilgi peşinde koşan fedakar insanlardır demek istiyorum ne de inanan insanların hepsi kolaya kaçıcıdır. Örneğin, birkaç hafta önce Zaman gazetesinde bir haber vardı. Habere göre yıllarını inşikak-ı kamer mucizesinin gerçekleştiğini kanıtlamaya harcamış bir jeoloji profesörü, NASA'nın son verileri ışığında bu mucizenin kanıtlandığını iddia ediyor. Oysa azıcık bir araştırma yapar, en azından haberde adı geçen derginin sayfasına giderseniz (NASA'nın resmi sayfası da olur), durumun inşikak-ı kamerle uzaktan yakından ilgisi olmadığını görürsünüz. Olay kısaca şudur: Daha önce Ay üzerindeki yarıkların nedeni olarak meteor çarpmaları gösteriliyordu. Malum; Ay'ın atmosferi yok. Dolayısıyla Ay'a çarpan taşlar Ay'ın yüzeyinde ciddi izler bırakabiliyor. Son yapılan gözlemlerden sonra bu yarıkların bazılarının meteor çarpması sonucu değil de, Ay'ın kendi içindeki yanardağların patlamasından kaynaklandığı düşünülüyor. Çünkü meteor çarpması olsaymış izler yuvarlak olurmuş. Gözlemlere göre yarıklar çok geniş bir alanı kaplayan büyük bir dikdörtgen şeklindeymiş. Yani milyonlarca yıl önce Ay'ın üzerinde lavdan nehirler akıyormuş. Olay bundan ibaret. Böyle bir haberden yola çıkarak 1500 yıl önce (Ay'ın yaşına göre çok yakın bir tarih) gerçekleştiğini iddia ettikleri bir mucize için kanıt bulduk demek, bilim değildir, şarlatanlıktır. Bilimsel bulguları inandıkları bilim dışı söylentilere göre eğip bükmek ve bu bilim dışını bilimmiş gibi göstermeye çalışmaktır. Bana kalırsa, bu tip haberler bilim çalışmak ve gerçek anlamda bilgi peşinde koşmak isteyen gençlere, herhangi bir din aliminin söylemlerine nazaran daha çok zarar vermektedir. 

Nasıl Bir Yanıt Sizi Tatmin Edecek?  

Sorulardan en önemlisi budur. Hakikaten nasıl bir yanıt bekliyorsunuz bilim insanından? Diyelim ki bilim insanları önümüzdeki yüz yıl içinde BP’yi kanıtladılar ve BP’nin oluşumunu tetikleyen dinamiklerin denklemlerini bir bir sıraladılar. Öyle ki artık BP’nin neden meydana geldiğini öğrendik. Bilim insanları bu dinamiğe “CP” adını vermiş olsunlar. Yani, BP’nin kaynağı CP’ydi. Bu durumda inanan insan “İyi ama CP’nin kaynağı ne? Onu izah et bakalım. İşte CP’nin öncesinde Tanrı var.” diyecektir. Hadi bir yüz yıl daha geçsin. Bilim insanları CP’nin arkasında meydana gelmiş olan fiziksel dönüşümleri de izah etsinler, matematiksel tutarlı denklemlere indirgesinler ve bu yeni çözüme “DP” adını versinler. Ne diyecek inançlı insan? “İyi ama sen bana CP’nin arkasında DP var diyorsun. Peki DP’nin arkasında ne var? İşte orada her şeye gücü yeten, her yerde hazır ve nazır olan ulu Tanrı var.” diyecek. Kısacası bitmeyen bir öteleme yarışı yaşanacak. İnanan insan “Bunu da izah et, görelim.” diyecek. Bilim insanı onu izah ederken yeni bir takım bulgulara ulaşacak, evren hakkında yeni şeyler öğrenecek. İyice köşeye sıkışan inançlı kişi “Ha ha, iyi ama sen bana onu izah ettin. Onun nedeni ne bakayım. Onu da izah et de görelim.” diyecek. Saçma bir kısır döngünün içerisinde kendilerince yuvarlanıp gidecekler. Kısacası hiçbir yanıt inanan insanı tatmin etmeyecek ve onu inandığı Tanrı’dan vazgeçirmeyecektir. Çünkü aşağıda da belirteceğim gibi inanan insanın inanmasının nedeni bilimsel bir bulgu değildir, kendini güvende hissetme arzusudur. Kendi başına bir anlamı olmadığı hayatına dışarıdan anlam enjekte etme arayışıdır.

Tanrı İnancı Neden Bu Kadar Çekici?

Hepimizin bildiği bir tarihtir dünya merkezli evren anlayışından merkezsiz bir evren anlayışına uzanan insan bilgisinin serüveni. Antik Yunan’da dünya merkezdedir çünkü kendisini bir halt zannetmek isteyen insan içinde yaşadığı gezegeni ortaya almak ister. Diğerleri onun için vardır, ona hizmet etmek için yaratılmıştır. Galileou, dönenin güneş değil de dünya olduğunu söylediğinde; insanın bu kendini beğenmiş görüşünü sarstığı için engizisyona gönderilir.  Kopernik, güneş merkezli bir sistemi ortaya koyduğunda artık insanın tahtı durdurulamayacak şekilde sarsılmaya başlamıştır. Bırakın dünyanın evrenin merkezinde olmasını; ne güneş merkezdedir, ne de içinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisi. Aslına bakılırsa kocaman bir evrenin bir köşesinde, belli belirsiz bir noktadan ibaret olduğumuzu öğrenmişizdir. Galaksimizin konumu, bir futbol sahasının herhangi bir köşesine düşürülen toplu iğnenin durumu gibi bir şeydir. O kadar küçük, o kadar değersiz, o kadar “hiç kimsenin umurunda olmayan” bir nesneyiz.

İşte bu yüzden inançlı insan çekici bulur Tanrı inancını.  Çünkü inanınca biyolojik bir varlığın ötesinde değerinin arttığını hisseder, evrende bir önemin olduğunu düşünür, varlığının bir anlamı olduğunu zanneder, ölümsüz olduğuna inanıp ölüme karşı kendince bir kalkan geliştirir. Yetim ve öksüzüzdür oysa. Başımızı okşayacak bir Tanrı yoktur hastalanıp, zayıfladığımızda. Ölünce kurtlar yer bedenimizi, ateşlere atarlar, akbabalara yem ederler. Hayat bu kadar gerçektir işte. Doğadan gelip doğaya gideriz. Çünkü ondan farklı bir yanımız yoktur. İnanan insanın BP’nin arkasında bir Tanrı aramasının asıl nedeni bilimsel bir hipotezi sınamak ya da kanıtlamak değildir. Onun yerine yanıtı olmayan sorulardan dolayı sıkışan ruhunu rahatlatmak, kendine evrende bir yer açmak ve böylece anlamsızlık/amaçsızlık sorununa ucuz bir çare üretmektir. Tanrı’nın olmadığı bir evreni soğuk, karanlık ve itici bulur. Kendi bedeninin evrenin bir parçası olduğunu, evreni oluşturan elementlerin kendi bedenini de oluşturduğunu kabul etmek istemez. Anlamsızlık ve amaçsızlık en büyük korkusudur.

Sana Kötü Bir Haberim Var

Sana kötü bir haberim var. Diyelim ki bilim insanları BP’nin arkasında bilinçli bir varlığın var olduğuna dair kanıtlar buldular ve bu durumu kabullendiler. Sence bilim insanı duracak mı? O çok güçlü bilinçli varlık nereden geldi demeyecek mi? Demeyecekse bilim insanı olma özelliğini yitirmiş olmaz mı? Büyük Patlama kuramını duyunca “Ondan önce ne vardı ha?” diye bilgiçlik taslayan inançlı insan, neden iş bilinçli bir varlığa varınca hemen yelkenleri suya indiriyor? Eğer BP’nin arkasında ne var sorusunda samimiyse, Tanrı’nın arkasında ne var sorusunu da sorabiliyor olmalıdır. Ha burada, “Ama Tanrı kendiliğinden var olandır, gücü sonsuzdur, onu var eden bir başka güce ihtiyacı yoktur.” denilecekse, samimiyetini kanıtlama konusunda tarih boyunca daha güzel örnekler vermiş olan bilim insanının bu çıkışa da vereceği bir yanıt vardır.

Sana Kötü Bir Haberim Daha Var

Öncelikle varlığı kendinden ifadesi kabul edilebilir değildir. Neden bilinçli ve güçlü bir varlığın kendiliğinden var olabileceğine inanıyorsun da sonlu ve bilinçsiz olan bu evrenin kendiliğinden var olabileceğine inanmıyorsun? Mantıklı olarak düşününce bilinçsiz ve sonlu bir evrenin kendiliğinden var olma olasılığı daha yüksek görünüyor. Bilinci yok ne de olsa, sonu da var! Diğerine göre sonsuz derecede kolay olmalı böyle bir evrenin var olması. Oysa Tanrı, kendiliğinden var olacaksa onun bilincinin nereden geldiği sorusunu sormamız gerekir. Bilincin var olması bilnçsizliğin var olmasına göre çok daha zor olmalıdır. Hem nasıl sonsuz oluyor bu bilinç? Sonlu olan bir şeyin bile kendi kendine var olabildiğine inanmayan insan, sonsuz olanın kendi kendine olduğuna nasıl inanabilmektedir? Madem bir şeyin kendi kendine var olabildiğine inanacağım, o halde gözümün önünde her gün gerçekleşen evrenin var olduğuna inanırım. En azından evrenin var olduğunu görüyorum, inkâr edemiyorum. Oysa Tanrı’nın var olduğuna dair tek bir fiziksel kanıt bile yok ortada. Var olduğunu iddia edenler kafa karıştırmaktan, spekülasyonlar üretmekten ileriye gidemiyorlar maalesef.

Ayrıca, sonsuzluk hiç de öyle sanıldığı gibi, bir yerde bitebilen ve bir “şey” olabilen sabit bir kavram değildir. Sonsuz tane sonsuz vardır ve her bir sonsuzdan daha sonsuz olabilen sonsuz tane sonsuz vardır. Kafa karıştırıcı gelebilir ama maalesef gerçek budur. Yani, Tanrı sonsuzdur deyince işin içinde sıyrılamıyorsun maalesef. Çünkü her sonsuzdan daha büyük bir sonsuz daha vardır. Kısacası en sonsuz diye bir şey yoktur. En sonsuz kavramı kendi içinde çelişkilidir. Bu durumda Tanrı’nın kendisini var eden daha büyük bir sonsuz tarafından var edildiği gerçeği ortaya çıkar. Yani Tanrı sonsuzdur ama ona bu sonsuzluğu bahşeden daha büyük bir sonsuz vardır. Kısacası Tanrı mutlak surette kendisinden daha büyük bir sonsuzluğun altkümesi olmak zorundadır çünkü altküme olmayan bir sonsuz tanım gereği imkânsızdır. 

Tanrı Sormuyor mu Kendisini Var Eden Gücü?

Biz kullarına düşünerek ve sorgulayarak kendisini bulmamızı emreden Tanrı kendi gücünü sorgulamıyor mu? Dünyadaki güzelliklere, yıldızların ahengine, hayvanların nizam içindeki davranışlarına, kalbimizin atışındaki ihtişama  bakıp Tanrı’ya ulaşan insan, neden Tanrı’dan aynı olgunluğu beklemez? Öyle ya, Tanrı sonsuz gücün kendisine nereden geldiğini sorgulamalıdır tıpkı bizim yaptığımız gibi. Biz insanlar içinde yaşadığımız evrenin kendi kendine var olacağına inanamıyorsak ya da böyle bir şeye inanmamız yasaklanıyorsa, bu durumda Tanrı’nın da kendisinin kendi kendine var olduğuna inanması yasak olmalıdır. Bu yasağı ona kim bildirecektir? Tabii ki kendisine bu gücü veren Mega-Tanrı yapacaktır bu işi. Peki bu Mega-Tanrı nereden gelmiştir? Süper-Mega-Tanrı’dan mı? Sorular sürüp gider, anlamsız ve tekrar eden bir dizi üzerinde gereksiz yere vaktimizi harcamaktan başka bir iş yapmış olmayız. 

Tanrısız Bir Hayat Mümkün mü? Amaç ve Anlam

Büyük Patlama’yla ya da Evrim Kuramı’yla ilgili her videonun, her resmin altına yorum yazmayı ve temcit pilavını ısıtıp ısıtıp her misafirin önüne süren ev sahibi gibi “Peki ilk hücre nereden geldi?”, “Peki, Büyük Patlama’dan önce ne vardı?” sorularını yapıştıran arkadaşım. Bu sözlerim sana, iyi dinle.

Tanrısız bir dünyanın amacı yoktur ama anlamı vardır. Ona anlamı sen vereceksin. İlla bir amaç arıyorsan boşuna uğraşma. Kocaman bir evrenin uzak bir köşesinde dönüp duran bir gezegenin içindeyiz. Yaşamaktan, üremekten ve ölmekten başka bir amacımız varmış gibi görünmüyor. Tüm bunları da amaç olarak saymak pek anlamlı olmaz eğer dünyanın bir gün soğuk bir kaya parçasına dönüşeceğini biliyorsak. Yok yani, kabul edelim bunu. Yaşamın bir amacı yok. Yalnız, amacı olmayan bir şeyin anlamı da yok diyemeyiz.

Lunaparka gidersin, dönme dolaba binersin. Eğlenirsin, çığlıklar atarsın, şakalaşırsın, mutlu olursun… Sonra vakit dolar ve evine gidersin. Eğlendiğinden, mutluluğundan başka elinde bir şey kalmamıştır geride. Lunaparkta eğlenmenin bir amacı yoktur ama bir anlamı vardır. Mutlu olmuşsundur, dertlerini unutmuşsundur, çocuğunu sevindirmişsindir, yükseklik korkunu yenmişsindir. Hayat da böyledir. Boştur aslında, bomboştur. Ona anlamını sen vereceksin. Sanatla, bilimle uğraşacak ve yaşadığın ânı doya doya yaşayacaksın. Spor yapacak ve deli gibi terleyip rahatlayacaksın. Bir düşmüşe elini uzatıp onu yerden kaldıracaksın. Bir yetimin başını okşayıp, eğitim masraflarını karşılayacaksın. Güneşin batışını izleyip hayran kalacaksın. Yağmurda şarkı söyleyeceksin. Sevgiline sıkı sıkı sarılıp, aşkınız hiç bitmeyecekmiş gibi öpüşeceksin. Bunlar hayata anlam katar, seni ve etrafındakileri mutlu eder. Çocuk gibi, lunaparktan çıkınca “Ama ben parkta sonsuza kadar kalmak istiyorum.” demenin bir anlamı yoktur. Bu çocukluktur, olgunlaşamamaktır, kendini olduğundan yüksek yerde görmektir. Olgun insan, yaşadığını yaşar ve bitiş zili çaldığında da sessizce çıkmasını bilir. Daha fazlasını istiyorum deyip, ortalığı velveleye vermenin ne insanın kendisine ne de etrafındakilere bir faydası vardır.

Burada keseyim. Bir anda gelen bir istekle yazdım bu yazıyı. Ne daha önceden planını yaptım ne de üzerinde ciddi anlamda kafa yordum. Yazının başında bahsettiğim forumlarda gördüğüm yorumlardan sonra gelen aşırı bir yazma isteğiyle doğdu yazı. Zaten böyle derin konularda birer paragraf yazıp geçiştirmek pek de doğru bir iş değil. Yine de sayfaya koyuyorum. Belki birilerinin kafasını karıştırırım, düşünmelerine vesile olurum. Umarım hem kendimin hem de siz okuyucunun vaktini israf etmemişimdir. Çünkü hayat güzel, sokaklar güzel, insanlar güzel, hafta içi çalışan bizler için Pazar günleri ayrı güzel. Boşa harcamaya gelmez, eğlenmenize bakın.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder