Milyonların sevgilisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin yetiştirmiş
olduğu en büyük lider olan başbakan Eldoğan bu sabah boğazı yürüyerek geçerek
tarihte bir ilke daha imza atmış oldu.
Uzun zamandır açılması beklenen, yıllardır yolları hasretle gözlenen,
padişahlara ve onların cariyelerine nasip olmamış, cumhuriyetin kurucularının
aklının ucundan bile geçmemiş olan, asrın projesi Marmaray nihayet İstanbulluların
kullanımına sunuldu. Başbakan Eldoğan, açılış öncesi yaptığı konuşmada Marmaray’ın
asrın projesi olduğu gerçeğine bir kere daha parmak bastı. Konuşması yer yer alkışlar
ve yoğun tezahüratla kesilen başbakan şunları söyledi.
“Onlar laf yapıyor, biz iş yapıyoruz. Onlar bağcıyı dövüyor,
biz memleketin her yerini bağa bahçeye çeviriyoruz. Onlar yıllardır bu milletin
parasını yiyerek keyif çattılar. Biz geldik ve milletin iradesine konan
mühürleri tek tek söktük. İşte, Marmaray. Sadece bizim değil, Abdülhamit Han’ın
da rüyasıydı bu proje. Ona nasip olmadı.
Arada gelen sarhoşlara ayyaşlara da nasip olmadı, olamazdı da zaten.
Rabbim bekletti bugünü, işi ehline bıraktı, kendisini seven ve sayanlara
bahşetti böylesi özel bir projeyi yapmayı ve açmayı.”
Konuşmasının sonlarına doğru heyecanlandığı gözlemlenen
başbakan, açılışa birkaç dakika kala halktan ve arkasında bekleyen protokol
üyelerinden alışılmadık bir ricada bulundu. Başbakan, pek de emin olmayan bir
dille şunları söyledi. “Sevgili vatandaşlarım, sayın protokol üyeleri; bugün burada önemli bir açılışı yapmak için
toplandık. Biliyorum, Londra’yı Pekin’e bağlayacak olan bu yer altı köprüsünden
hepiniz bir an önce geçmek ve adınızı tarihe yazdırmak istiyorsunuz. Yalnız,
benim sizden küçük bir ricam olacak. Ben çocukluğumdan beri tren sürmeyi hayal
ettim. Çocukken en büyük eğlencem kendimi uzun bir trenin lokomotifini sürüyor olarak
düşlemekti. İşte bugün bu hayalimi gerçekleştirmek istiyorum. Yüksek
müsaadenizle trene tek başıma bineceğim ve bir sefer ben gidip geldikten sonra,
yine hep birlikte binip gideceğiz. Bunu yapmak istememin nedeni tren sürme
konusunda çok deneyimli olmamam. Kartal-Kadıköy metrosunu açarken oradaki
vatmana sormuştum. -Başbakanım, koca
ülkeyi sürüyorsunuz siz, bir tren ne ki! Zaten rayın üzerinde gidiyor. -demişti.
Ben yine de siz değerli halkımı ve arkadaşlarımı böylesi bir denemeye dâhil
etmek istemiyorum. Yolcu taşıma riskini üzerime alamam. Hem zaten bu projeyi
zamanında bitirerek yeteri kadar risk aldık.”
dedi.
Bu ricayı “Başbakan kırılmaz, vatan bölünmez” nidalarıyla
karşılayan halka protokolden de yoğun destek geldi. Başta söz sultanı Arinç,
sonra da Japon başbakanı Abel alkışlarla tüm protokole öncelik ettiler. Böylece
başbakan sabah yapılan ilk seferi tek başına yaptı.
Alkışlar ve besmelelerle kesilen kurdelenin ardından
başbakan tek başına vatman koltuğuna oturdu. Millet karar değiştirir de, arada
kaynayıp binmeye kalkar diye kapıları hemen kapattı. Birkaç saniye sonra
gözden kaybolan başbakan Sirkeci durağında durmadan devam etti. Olaylar da
bundan sonra gerçekleşti.
Tren yer altına girip, denizin dibindeki yolculuğuna
başladıktan bir süre sonra sistemin elektrikleri kesildi.
Merkezdeki memurlar, “Biraz
bekleyin, gelir” dedilerse de geçen dakikalar herkesi tedirgin etti.
Kendisinden uzun süre haber alınamayan başbakan, yarım saat sonra Üsküdar’daki
çıkış noktasında üstü başı kirli halde belirdi. Kendisini bekleyen halkı daha
fazla bekletmemek için 500 metrelik mesafeyi rayların üzerinde yürüyerek kat eden
milyonların sevgilisi başbakan gün ışığına kavuştuğunda, halkın sevgi dolu
bağrına da kavuşmuş oldu. Kendisini özlemle bekleyen halkın büyük sevgi
gösterileriyle karşılaşan başbakan, yorgunluğuna ve yüzünden anlaşılan
kızgınlığına rağmen halkı selamlamayı ihmal etmedi. Bu sırada kalabalığın
arasında hızla yayılan “Bizim başbakanımız boğazı yürüyerek de geçer”
pankartları göze çarptı. Bir başka pankartta da “Hz Musa (AS) yardı geçti,
Eldoğan deldi geçti.” yazıyordu.
İki saat sonra arızanın giderilmesiyle normal seferlerine
tekrar başlayan Marmaray treni, öğleden sonra gerçekleşen bir kapı problemi
nedeniyle tekrar kapatıldı. Ulaştırma Bakanı Birali, yaptığı açıklamada, sabah
yaşanan arızanın kaynağının Gezi Parkı eylemine katılan bir fabrika işçisinin
yeğeni olan teknisyenin mühendis olan komşusunun dalgınlığı olduğunu söyledi. Marmaray
projesinde görevli olan bu mühendisin komşusunun amcası hakkında soruşturma
açıldığını belirtti. Birali, öğleden sonraki kapı probleminin İsrail’le ilgili
olabileceği dedikodularına ise şimdilik ihtimal vermediklerini ifade etti.
Birali’den sonra basın toplantısına devam eden İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkanı Öpbaş, “Marmaray gelecek haftadan itibaren normal
seferlerine başlayacak ama gelecek yıl mart ayına kadar Avrupa yakasında
Sirkeci’ye kadar, Asya yakasında da Üsküdar’a kadar yolcu taşıyacaktır. Bu
konuda vatandaşlarımızı uyarmak tüm basın ordusunun bir görevidir.” uyarısında bulundu.
Yaman Gazetesi Muhabiri Nuh Şah Bilir
* Bu bir yalan haberdir. Eğlence amaçlı yazılmıştır. Günün anlam ve önemini anlatması açısından önemli olabilir. Gün bitmeden sayfaya koyayım diye aceleyle yazdım.
Bir haftadır yazamadım ama bol bol okudum. Bir yandan 20.
yüzyıl Çin tarihi okuyorum, bir yandan da Lu Xun (Lu Şun) hakkında ne bulursam
topluyorum, notlar alıyorum. Yorulduğum zamanlarda da kadim dostum Sait Faik’e
dönüp, onun “her yerinden hayat fışkıran”
öyküleriyle dinleniyorum. Böylece geçiyor günler.
Sabah altı, akşam altı okuldayım. Öğlen aralarını daha iyi
değerlendirmiş olabilmek için koşularımı ve Çince derslerimi okul saatine
aldım. Böylece ne koşudan dolayı ne de Çince derslerinden dolayı (şimdilik
birer saatten haftada iki gün) zaman kaybım oluyor. Tüm düşünsel (okuma,
yazma, plan yapma, not alma) ve yaşamsal (eğlenme, gezinme, arkadaşlarla
takılma, eşle vakit geçirme vb) faaliyetlerimi akşam altı ile uyumaya gideceğim
on iki arasında yapmam gerekiyor. Bu da haliyle zor oluyor tabii.
Bugün Cumartesi. Sabahtan beri aralıksız okudum. Şimdi de
bilgisayarın başına oturdum. Çin’in 20. Yüzyılda yetiştirdiği en büyük
yazarlardan birisi olan Lu Xun (LX) hakkında yazacağım. LX, biz Türkiyeliler
için unutulması neredeyse imkânsız bir tarih olan 1881 yılında doğuyor. 1936
yılında da veremden ölüyor. Asıl adı Zhou Shuren ama annesinin soyadı olan Lu’yu kalem adı olarak kullanıyor. Doğum
yeri Shaoxing, komünist parti lideri Zhou
Enlai ve kadın devrim şehidi Qiu Jiu
ile aynı memleketten. Varlıklı bir aileden geliyor ama maalesef çocukluğu
sırasında ailesinin sosyo-ekonomik statüsünün düşüşüne bizzat şahit oluyor.
Babası devlet memurluğu sınavlarını (bildiğimiz KPSS)
defalarca denemesine rağmen geçemeyince Qing hanedanlığında hatırı sayılır bir
memuriyeti olan dedesi duruma el atıyor ve babasının sınavı geçmesi için
(sadece oğlu için değil, kentte yaşayan diğer zengin kafasızlar için de) yerel
yetkililere rüşvet veriyor. Rüşvet o devirde de bu devirdekinden daha az yaygın
değil. O derece ki dede parayı kendisi doğrudan vermiyor, uşağıyla gönderiyor.
Uşak da safın önde gideni olsa gerek ki (belki de o devirde işler böyle
yürüyordu, bilemem!) verdiği rüşvet karşılığında makbuz istiyor. Yetkili şahıs
da makbuz hazırlamak için defteri tekrar açtığında o sırada odada bulunan bir
başka yetkili parayı görüyor ve rüşvet olayı açığa çıkıyor. Bundan sonrası hep
felaket, hep baş aşağı!
Lu Xun - 1930 (Kaynak: Wikipedia)
Dede Pekin’de yargılanıyor ve idama mahkûm ediliyor. Yalnız
idam tarihi sürekli erteleniyor. Her bir erteleme için LX’nun ailesi Pekin’deki
yetkililere rüşvet ödemek zorunda. İronik bir durum bu! Adamı rüşvet vermekten
idama mahkûm edin sonra da idam olmasın diye adamın ailesinden rüşvet talep
edin. “Benim memurum işini bilir.” lafını ilk söyleyen Demirel olmasa gerek.
Tabii, dedeyi hayatta tutmak için harcanan paranın haddi
hesabı yok. Baba tüm bu olaylardan sonra iyice hayattan soğuyor, kendini içkiye
veriyor, yataklara düşüyor. LX o zamanlar daha çocuk. Yaşı 5-6 falan. Babası ölmesin
diye sürekli evdeki eşyaları mahalledeki tefeciye ipotek olarak veriyorlar. LX
o günleri çok iyi hatırlıyor çünkü pek çok kere kendisi gidiyor tefeciye.
Evdeki eşyaları satarak elde ettikleri paralarla geleneksel Çin ilaçları
alıyorlar ama doğal olarak babanın sağlığı hiç de iyiye gitmiyor. Bir süre
sonra da ölüyor. LX yıllar sonra yazacağı bir öyküde, tefecinin dükkânına giden
bir çocuğu anlatmış ve yaşadığı utancı dile getirmiştir.
Bundan sonra LX bir süre klasik Çin eğitimine devam etse de
gençlik yıllarını Nanjing’deki teknik lisede geçiriyor. Burada Huxley’in “Evrim
ve Ahlak” kitabını okuyor. Kitaptan o kadar çok etkileniyor ki dağda bayırda
her yerde bu kitabı okuyor. Ayrıca Mill’in “Özgürlük Üzerine”si ve devrin
ilerici Çinli yazarları, genç LX üzerinde büyük bir etki bırakıyor.
Liseden sonra Qing hanedanının bursu ile Japonya’ya tıp
eğitimi almaya gidiyor. İlk yıl Japonca hazırlık okurken sınıf arkadaşlarının
sorumsuz ve lakayt davranışlarından çok rahatsız oluyor. Gittikten bir süre
sonra da Mançurya izi taşıyan at kuyruğu saçını kesiyor. Malum, Qing
hanedanı Çinli memurlara zorunlu kılıyordu bu at kuyruklarını ve sırf
Japonya’daki Çinli öğrencileri izlesin diye memurlar gönderiyordu Japonya’ya . LX
bu memur gittikten sonra –memur başka bir skandala karıştığı için- kesiyor
saçındaki kuyruğu. Ben bu gecikmeyi de LX’nun tarafsızlık bağımlılığıyla
ilişkilendiriyorum biraz. Konuyla ilgili paragraf şöyle:
Not long after his arrival in Tokyo, but after Xu Shoushang 許壽裳, his good friend
and a fellow Shaoxinger, LX cut off his queue. His relative reluctance to do so
may have been because of Yao Wenfu 姚文甫, a Qing official whose job it was to oversee the
Chinese students. However, Zou Rong and several friends caught Yao with one of
the female students in a compromising position and cut off his queue. Yao was
forced to return to China, and this may have saved LX from any reaction to his
own queue cutting. (Kaynak: http://mclc.osu.edu/rc/bios/lxbio.htm)
Japonya’da bir yıl okuduktan sonra başından geçen bir olay
LX’u hekimlik kariyerinden vazgeçirip, yazarlık serüvenini başlatıyor: LX,
Japonya-Rusya savaşı sırasında Rusya adına ajanlık yaptığı iddiasıyla kafası
kesilerek idam edilen bir Çinli’nin görüntülerinin arkadaşlarında hiçbir
insancıl tepki ortaya çıkarmadığını görünce bu konuda uzun uzun düşünüyor.
Çinli öğrenciler sanki sirkte gösteri yapan bir hayvanı izliyor gibi
duygusuzca bakıyorlar, kendi topraklarından bir insan gözleri önünde
öldürülürken. Şunları yazıyor yıllar sonra yayınlanan bir kitabının önsözünde:
At the time, I hadn't seen any of my fellow
Chinese in a long time, but one day some of them showed up in a slide. One,
with his hands tied behind him, was in the middle of the picture; the others
were gathered around him. Physically, they were as strong and healthy as anyone
could ask, but their expressions revealed all too clearly that spiritually they
were calloused and numb. According to the caption, the Chinese whose hands were
bound had been spying on the Japanese military for the Russians. He was about
to be decapitated as a 'public example.' The other Chinese gathered around him
had come to enjoy the spectacle." (Lyell , pp 23) (Kaynak: wikipedia.org).
Bundan sonra anlıyor ki
Çin’in ihtiyacı olan şey bilim değil, sanattır. Ancak sanatın insan ruhunu
yüceltici gücüyle Çin halkı hak ettiği çağdaş insan seviyesine erişebilir. Bu
nedenle yazmaya daha çok vakit ayırmaya karar veriyor. Tıp eğitimini yarıda
bırakıp –Sevdiği ve saydığı hocasını kırmamak için ona biyoloji çalışacağım
diyor.- Çin’e geri dönüyor. Bu arada Jules Verne’in romanlarını ve Rusya-Doğu
Avrupa kökenli öyküleri çeviriyor. Bu çeviriler hiç satmayınca ve çıkardığı
dergi istediği başarıyı elde edemeyince umudunu yitiriyor. Çin’in geleceği ve
batılılaşması konularında denemeler kaleme alıyor. 1908’de Mançu hanedanını devirmeyi amaçlamış Guang
Fu Hui örgütüne üye oluyor. (Gerçi bu iddiayı kabul etmeyen tarihçiler var.) 1909’dan itibaren okullarda öğretmenlik, yöneticilik,
devlet memurluğu (eski metinleri kopyalama) işleri yapıyor. Bir yandan da
öyküler ve denemeler yazıyor.
1911 devrimiyle umutlanıyor
fakat bu umudu yavaş yavaş yerini yeise ve çaresizliğe bırakıyor. Bakıyor ki
tek umut bağladığı cumhuriyet, istediği insan modelini yaratmakta pek etkili
değil. Çin, politik devrime rağmen, insanları yine aç ve çaresiz, hayat nüfusun
çoğu için yine çok zor. 1919’da göstericilerin vahşice öldürülmelerine şahit
olunca (O kadar çok öğrenci tutuklanıyor ki hapishaneler dolduğu için üniversiteleri nezarethaneye/işkencehaneye çeviriyorlar.) artık tamamıyla vaz geçiyor cumhuriyetçi geçinenlerin vaatlerinden. Bu umutsuzluğunu tarihçi J D Spence şu anektotla dile getiriyor:
Lu Xun clearly believed that the New Youth editors and writers must be feeling that same loneliness he had experienced after his failures in Japan. Yet at the same time he was ambivalent about whether it was any service to jolt the Chinese masses out of the complacency that such escapist literature seemed able to induce, since the reality they would have to face was so appalling. As he put it in a conversation with one other editor of New Youth, “Imagine an iron house without windows, absolutely indestructible, with many people fast asleep inside who will soon die of suffocation. Since they will die in their sleep, they will not feel any of the pain of death. Now if you cry aloud to wake a few of the lighter sleepers, making those unfortunate few suffer the agony of irrevocable death. Now if you cry aloud to wake a few of the lighter sleepers, making those unfortunate few suffer the agony of irrevocable death, do you think you are doing them a good turn?” The editor replied that one must, nevertheless, make the attempt, for one could not be sure that there was no chance of escape whatsoever for those trapped in the iron house. (The Gate of Heavenly Peace: The Chinese and Their Revolution by Jonathan D. Spence)
Bundan sonra sol akımlara
daha çok yaklaşıyor ama asla komünist partiye üye olmuyor. Yazmaya, eleştirmeye
devam ediyor. Öykülerinde halkın kullandığı dili baz almasıyla halk tarafından
da el üstünde tutulan bir yazar haline geliyor. Ayrıca, seçtiği konular, tıpkı
kendisini etkileyen Rus yazarlar (Gogol) gibi, onu toplumsal gerçekçiliğe yakın
bir konuma yaklaştırıyor. Yarattığı karakterlerde halkın ikiyüzlülüğünü, sistem
tarafından ezilen insanın çaresizlikten nasıl birbirini yiyen bireylere dönüştüğünü,
feodal (ağalık) sisteminin şeytana dönüştürdüğü köylüleri anlatıyor.
Toplumsal gerçekçiliği o
kadar cesur bir şekilde ön plana taşıyor ki ölümünden yıllar sonra Mao, onun
için “Kültür devriminin başkomutanı” ifadesini kullanıyor. Hatta mezar taşının
üzerindeki kaligrafiyi Mao bizzat kendisi yazıyor. Buna rağmen Mao’nun LX’un
dolaylı anlatımını eleştirdiği zamanlar da oluyor. Örneğin LX’un denemelerinden söz ettiği bir
yerde “Bizler onun gibi lafı dolandırma ihtiyacı hissetmeyeceğiz. Ciğerlerimizin
tüm gücüyle haykıracağız gerçeği. Devrim sonrası Çin’de saklama ihtiyacı
olmayacak.” diyor.
LX’un öyküleri
(okuduklarımdan yola çıkarak), yoğun sembolizm içeren öyküler. Okuldaki
öğrencilerime sordum. “Anlamıyoruz, çok ağır yazmış.” dediler. Gerçi, bu
zamanın çocuklarının 100 yıl önceki Çin’in sorunlarını deşen öyküleri anlamalarını
beklemek biraz ham hayalce olur. Hem de bu çocuklar fabrikatörlerin,
doktorların, mühendislerin çocukları. Buna rağmen okullarda LX okumaları
zorunlu. Yalnız LX çevirmenlerinden birisinin söylemine göre son yıllarda
(1997) LX’un bazı denemeleri okul müfredatından çıkarılmış. Çevirmen, Komünist
Partinin bu sansürü, gençlerin LX’dan sivri dilli olmayı öğrenmemeleri için
yaptığını iddia ediyor. Böylesi uçuk bir ilişkilendirme bana pek inandırıcı
gelmedi. İsteselerdi yıllar önce de yaparlardı LX’u müfredattan çıkarmayı,
neden şimdi yapıyorlar? Komünist Parti ilk defa mı yanlış iş yapıyor bu ülkede?
Hem bunca şey yazılıp çiziliyorken ülkede!
LX’un dili sembolik
demiştim. Ben bunu biraz da onun arada kalmışlığına bağlıyorum. Komünist
partiye bağlanamadı, cumhuriyetçilerde umduğunu bulamadı, milliyetçilere hiç
yanaşmadı… Arafta kaldı bir bakıma. Yazar olarak niyetini tam olarak ortaya
koymak ortada kalan birisi için zordur. Bu noktada sembolizm renkli bir kapı
yaratır yazar için. O renklerle yapıt hedeften sapmaksızın karmaşıklaşır, birden
fazla anlama bürünür. Herkesi mutlu edecek bir ortak metne dönüşür. Ayrıca, metnin
kendine ait bir niyeti olduğu konusunda okuyucu ikna edilirse, yazarın
büyüklüğünün tescili kaçınılmaz olur.
LX hiç kuşkusuz bir edebiyat
ve kurgu ustasıdır, ve eleştirel konumunu korumak için hiçbir tarafa
yanaşmamıştır (ya da hapse girmemek için, ya da yazdıklarında çok iddialı
olmadığı için, ya da bize anlatılan LX ile yaşamış olan LX aynı kişi olmadığı
için). Haksızlığa şahit olduğu zaman meydana çıkmış ve destek vermiştir. Erken
ölümüyle de kültür devriminin olası ağır hakaretlerinden kurtulmuştur. Bu da
bugün var olan LX kültünü izah eden etkenlerden birisidir. Maalesef en az onun
kadar büyük bir yazar olan Lao She uzun yaşamış, kültür devrimini görmüş ve
devrimi “adam dövmek” olarak anlayan azgın gençler tarafından tahkir edilmiş,
sopalarla darp edilmiş, sokaklarda devrim karşıtı diye yürütülmüştür. Resmi
kayıtlara göre de tüm bu aşağılamalara dayanamayıp 1966 yılında Taiping Gölünde
intihar etmiştir.
Emre Demir, Lu Xun hakkında
“www.chinainyourhead.com” sayfasında yazdığı denemede, onu Ahmet
Hamdi Tanpınar’a benzetmiş. Ben okuduğum biyografilerden ve öykülerden yola
çıkarak bu görüşe katılmadığımı söyleyeceğim. Tanpınar büyük bir yazardır ama
toplumsal gerçekçi bir tarafı yoktur. En büyük romanı diye andığımız Huzur’daki
karakterlerin hemen hepsi üst ya da orta sınıftan insanlardır. Tartışılan
konular doğu-batı ikilemi, aşk, şiir ve musikidir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde
de konu doğu-batı arasında kararsız kalmış ülkemizin şaşkın halleridir. Oysa
evine ekmek götüremeyen işçinin derdi ne doğu-batıdır, ne de saatin tam olarak
kaç olduğu.
LX’nun yarattığı karakterler
(Bu karakterlerde rahip Arthur Smith’in “Chinese Characteristics” kitabının
etkisi de büyüktür.) ayağı çıplak dilencidir, oğlunu devrim kavgasında yitirmiş
bir kadındır, her türlü işe koşan uşaktır, hasta yavrusuna kana batırdığı ekmeği
yediren cahil annedir… LX bunların öykülerini yazarken “Çinli” karakterini incelemiş,
bir insanı Çinli yapan özellikleri olabilecek en sivri dille eleştirmiştir. Bir
çeşit toplumu kendisiyle yüzleştirme işine girişmiştir. Türkçe edebiyatta LX’a
yakın bir yazar arayacaksak ben Orhan Kemal’i öneririm. Bir Murtaza’dır çünkü LX’un
Ah Q’su, “Bereketli Topraklar Üzerinde”deki Pehlivan Ali’dir “Bir Delinin
Hatıra Defteri”nin ana karakteri. Orhan Kemal ile Lu Xun’un aralarından en büyük
fark Orhan Kemal’in sembolizme gerek kalmayacak derecede safını belli etmiş
olmasıdır. Hapiste yatmış, fabrikada işçilik yapmış, oğluna Nazım adını vermiş
bir yazardır Orhan Kemal. Ne diye uğraşsın sembollerle? Çat çat anlatıyor işte halkın dramını, trajedisini...
Gün neredeyse bitti. İyi de oldu. Çin'de yaşadığım bir günü de böylesi önemli bir yazar için harcamış olmak güzel bir duygu. İleride
de fırsat buldukça yazarım LX hakkında. Öykülerini bu aralar okuyorum.
İçlerinden beğendiklerimi Türkçe’ye çevirip sayfama koyacağım.
Aşağıdaki ağbağlarına
tıklayarak bu büyük Çinli yazar/düşünür hakkında daha fazla bilgiye
ulaşabilirsiniz.
Çin hakkında yazacaktım ama elmek grubundaki tartışma iyice
alevlendi. İnsanlar birbirlerine “liboş”, “laf ebesi”, “o buna böyle posta koydu”
gibi ifadeler içeren iletiler göndermeye başladılar. Gönderilen iletilerin her
birisini en az iki defa okudum, yazan kişinin kimin hangi cümlesine ne yanıt
verdiğini anlamaya çalıştım. Çıkardığım sonuç –eğer bir sonuç çıkarılabilirse
tüm bunlardan- genel anlamda şu oldu: Tartışmanın asıl nedeni her ne kadar iletişimsizlik
olsa da tartışmayı büyüten ve bugüne getiren şey “Türk kültürü” ifadesinin toplumumuzun
büyük bir çoğunluğu tarafından kabul edilmiş ortak bir çerçevesinin çizilmemiş
olmasıdır. Bu yüzden şimdi yazacağım mektupta kültür kavramını sarmalayan yanlış
algılardan ve dillere pelesenk olmuş klişelerden söz edeceğim. Hem bu yazı,
ileride Çin kültürü hakkında yazacağım yazılar için de referans olacaktır.
1.Kültür eski olmalıdır: Bu genel bir
kanıdır ve eski olan şeylere kayıtsız şartsız kültürel değer gözüyle bakılır.
Oysa kültür nesnesinde aranması gereken şey eskilik değil, zamana karşı direnebilmiş
ve halen yaşayabilmiş olmaktır. Zaten zamana direnemeyen kaybolur, yok olur. Nostaljiyle
kültürü birbirine karıştırmamak gerekir. Kültür suni desteklerle yaşatılamaz. Meşhur
“The Naked Ape” kitabının yazarı insanı anlamak için balta girmemiş ormanlarda
yaşayan ilkel kabileleri araştıranları bu yüzden eleştirmektedir. Asıl
araştırılması gereken kentlerde yaşayan, her sabah ava çıkar gibi işe giden,
kent hayatından bunalınca pikniğe gidip tıpkı beş bin yıl önceki ataları gibi
ateş yakıp, mangal yapan insanlardır. Çünkü zamana ayak uydurup, zihinsel ve
teknolojik gelişmeyi kentlerde yaşayanlar sağlamıştır. Yani evrilebilme ve etrafa
uyum sağlama kabiliyeti, aslında tüm diğer kültürlerin üzerinde, şemsiye gibi
hepsini gölgeleyen bir üst-kültürdür.
Kısa
süreliğine tarih sahnesine çıkan ve arkada hiçbir iz bırakmadan yok olan şeyler
birer kültür nesnesi olamazlar. Örneğin, İstanbul için son yıllarda kullanılan
lale simgesi aslında anlamını yitirmiş bir kültürün, suni bir solunum cihazıyla
diriltilme çabasından ibarettir. Laleler, bir zamanların İstanbul’una anlam
katan; dönemin üst sınıflarının zevk ve sefasını simgeleyen, edebiyata ve
özellikle şiire ilham kaynağı olmuş, kültür nesnesi olarak algılanması kaçınılmaz
olan bir imgeydi. Oysa bugünkü laleler, kenti birkaç günlüğüne süslemek ve bu
süslemelerden siyasi/ekonomik çıkar sağlamak amacını gütmektedir. Ne İstanbul
halkı lalenin simgesel anlamıyla ilgilenmektedir ne de lale modern zamanlarda
böylesi bir anlamı yüklenecek vasfı muhafaza edebilmiştir. Dolayısıyla lale
herhangi bir çiçekten –gülden ya da sümbülden- daha önemli değildir İstanbul
için.
Ayrıca, günümüzde, toplumsal olarak kabul
gören ama kısa sürede tüketilip gözden düşen sanat ve kültür formları için “pop”
sözcüğü kullanılmakta. Aslına bakılırsa; pop, sanat ya da kültür olma konusunda
çaba sarf etmeksizin, salt tüketilsin diye ortaya konan ürünlere verilen addır.
Bu yüzden de pop kültür ifadesi nereden bakılırsa bakılsın bir oksimoroni
içermektedir. Pop olan kültür değildir, kültür olan da pop. Bu ikisini yan yana
kullandığımız anda ciddi bir uçurumun kenarına gelmişiz demektir.
2.Kültür; bir millete, bir ırka, bir kavme
aittir: Hayır efendim. Kültür bir ırka ya da kavme ait değil, bir toprağa aittir.
Muhakkak ki göç eden kavimler terk ettikleri toprakların kültürlerini yanlarında
taşımışlar ve yerleştikleri topraklara yeni şeyler öğretmişlerdir. Yalnız
getirilen şeylerin, yeni yerleşilen topraklarda öğrenilen şeylerle
kıyaslandığında çok cılız kalacağını düşünüyorum ben. Neden mi? Çünkü insan her
şeyden önce coğrafyanın ve iklimin kölesidir. Toplumsal kurallardan, yazılı
hukuka, edebiyattan dinsel törenlere kadar hayatın hemen her katmanında
coğrafyanın etkisi vardır. Bunu inkâr etmek insanı doğadan ayırmak anlamına
gelir. Durum böyle olunca, yani insanı yaşadığı veya yaşayacağı çevrenin
şartlarına uyum sağlamakla yükümlü hale getirdiğimizde; kültür nesnelerindeki
mutasyonun da açıklaması kısa yoldan yapılmış olur. Örneğin; Türkler, Orta Asya’dan
yola çıkıp yüzyıllar süren bir yolculuktan sonra Anadolu’ya girmişlerdir. Bu
yüzyıllar süren yolculuk esnasında Orta Asya’dan getirdikleri kültür ciddi
anlamda değişikliğe maruz kalmıştır. Şamanistliği bırakıp İslamı seçmişler –bir
Şamanizm ve İslam karışımı olarak algılanabilecek olan Bektaşilik aslında
kültürlerarası etkileşimin güzel bir örneğidir-, göçebe hayatı bırakıp yerleşik
hayatı tercih eder olmuşlar, çölün ortasına çadırlar kurup yaşamaktan vaz geçip
kentler inşa etmişler, devlet kurumlarında önemli noktalara gelecek kadar
Abbasi hanedanında söz hakkı olmuşlar. Bütün bunları yanlarında getirdikleri
Orta Asya kültürüyle yapamayacakları aşikârdır. Yol aldıkça öğrenmişler,
öğrendikçe değişmiş ve değiştirmişlerdir.
1071’de Selçuklular Anadolu’ya
girdiklerinde Anadolu’da yaşayan bir yığın millet vardı. Nereye gitti o
milletler? Buharlaşıp, uçmadıklarına göre Türklerle karışmış olmalılar. Doğu
Roma İmparatorluğu’na ait topraklar azalınca Romalıların nüfusu da azalmıyordu
ki! Hem aynı Anadolu topraklarında Romalılardan önce Hititler, Frigyalılar,
Asurlular, Lidyalılar yok muydu? Nereye gitti onların kültürleri? Hiçbir yere
gitmediler, oldukları yerde kaldılar. Toprak kendini yeni sahiplerine
sunarken, kültür de ağır aksak değişimler geçirerek yeni sahiplerine ulaştı.
Bugün bizim Türk kültürü dediğimiz şey binlerce yıldır yüzlerce medeniyete ev
sahipliği yapmış kadim Anadolu topraklarının kültürüdür. Bu kültürün içinde
rakı da vardır, ayran da! Bu kültürün içerisinde kız kaçırmak da vardır tesbih
çekmek de. Bu kültürün işinde yaşmak da vardır, eşek becermek de! Bu kültürün
içinde gerdek odasına giren damadın sırtını tokatlamak da vardır, mutlu
günlerde dansöz oynatmak da… İster beğenelim, ister beğenmeyelim. Bunlar
toprağın sahiplerince yapılan şeylerdir. Kültür bunların hepsi olsa da herkes
tarafından hepsinin kültür olarak algılanmaması gayet normaldir. Çünkü tek
sorun Türk Kültür’ünü tanımlamak ve onu “etrafını cami ağyarını mani” bir
çerçeveye sığdırmak değildir. Bir başka sorun da tanımlanan kültür nesnelerinin
hangilerini yaşatmaya devam edeceğimize karar vermek ya da bu kararı kimin
vereceğini tayin etmektir.
3.Kültür siyasetten bağımsızdır: İşte bu
noktada işin içine siyaset girer. Tarihin hiçbir devrinde kültür siyasetten
bağımsız olmamıştır. Cumhuriyetin kazandırdığı toplumsal devrimler bize “kökleri
doğuda ama dalları ve yaprakları batıda olan” bir medeniyet olduğumuz fikrini
aşıladı. Yani aslen doğuluyduk ama ileride bir gün batılı olacaktık. Harf
devrimi, kıyafet devrimi, kanunlardaki değişiklikler (İtalya’dan Ceza Hukuku,
İsviçre’den Medeni Hukuk vb) hep bu yönelimin göstergesidir. Durum böyle olunca
batı kültürüne daha yakın sayılan kültür nesnelerinin –içki, güzellik
yarışmaları, balolar vb-, elimizdeki hazır havuzdan çekilip topluma sunulması
da kaçınılmazdır. Cumhuriyet, kendi hazırladığı batı programına uygun olan
kültür nesnelerini toplumun önüne koyup, onların alışkanlık halini gelmesini
arzuluyordu.
Eğer 20. Yüzyıl Türkçe edebiyata biraz
dikkatle bakarsak aslında hemen hemen tüm romanlarda tartışılan iki konudan söz
edebiliriz: Aşk ve Doğu-Batı sorunsalı. Hadi aşk için edebiyatın, şiirin ve
hatta hayatın yegâne bahanesidir deyip, onu şimdilik geçiştirelim. Doğu-Batı
sorunsalı bir kimlik bunalımından çok bir aidiyet sorusunu getiriyordu
aydınımıza. Sonuçta kimliğimiz belliydi. Müslüman-Türk toplumuyduk, kuşkumuz
yoktu (aslında olmalıydı ama neyse, bu ayrı bir konu) . Asıl sorulması gereken
soru nereye ait olduğumuzdu. Doğulu muyduk yoksa batılı mı? Yeni kurulan
cumhuriyet Türkiye’yi bir batılı uygarlık olarak lanse etmeye çalışıyordu. Bunu
yaparken ilk iş olarak, bu amaca ulaşmayı engelleyecek unsurları ortadan
kaldırması gerekiyordu. Bunun için de doğululuğu anımsatan, doğuyu çağrıştıran
kültür nesneleri mümkün olduğunca arkada bırakıldı. Siyasi rüzgar batılıların
lehine eserken durum böyleydi.
Şimdi de bu durumun tersi gerçekleşiyor.
Siyasi güç muhafazakâr bir partinin eline geçti ve kültür nesnelerinin seçimi
farklı bir tercih cetveline girmiş oldu. Cumhuriyet’in batıya dönük
icraatlarına karşılık olarak AKP hükümeti, hem kendisine oy veren kesime sus
payı vermek için hem de çarkları tersine çevirme gücünü denemek için yeni
kültür normları belirlemeye başladı. Geçen hafta dekolte giydiği için işinden
atılan televizyon sunucusunun durumu aslında buna güzel bir örnektir. 90 yıl
boyunca normal karşılanan ya da ses çıkarılmayıp hoş görülen şeyler,
muktedirlerin toplum mühendisliğine soyunuşlarının ilk kobayları olmaya
başladı. İçki alımına ve reklamlarına getirilen kısıtlamalar da aynı kefeye,
kültürün siyasileştirilmesi kefesine konulabilir. Bu yüzden de bir zamanlar
rakıya milli içki diyen devlet bugün ayran için aynı şeyi söylemektedir. Maksat
kültüre müdahale etmek, onun akıp gittiği yatağı değiştirmektir. Bu da
siyasilerin sıklıkla yaptığı bir iştir. Özellikle vatandaşlık haklarının
anayasayla tam olarak korunmadığı ya da anayasanın çok kolay değiştirilebilir
bir “arayasa” halinde algılandığı ülkemizde, kültüre müdahale kolaylıkla
uygulanabilmektedir.
4.Kültür ekonomiden bağımsızdır: Bir
başka yanılgı da insanların kültürel seçimlerini parasal değerlerden bağımsız
olarak yaptıkları düşüncesidir. Oysa hayatın hemen her kısmında olduğu gibi
kültür nesnelerinin evriminde de ekonomik etkenler çok büyük bir rol
almaktadır. Örneğin, Türkiye’de çayın kahvenin yerini alması ekonomik
nedenlerle izah edilebilir. Kahve üretmeyen Türkiye, Karadeniz bölgesinde çay
ekip biçmeye başladıktan sonra bakmıştır ki çayı halka çok daha ucuza verebilir.
Dolayısıyla uzun vadede kahve ithalatı azalmış, onun yerini ucuza üretilen çay
almıştır. Sonrasında da bir çay kültürü doğmuştur: ince belli bardaklar, altlı
üstlü demlikler, küp şekerler, çay ocakları… Son yıllarda Türk kahvesine doğru bir dönüş
gözlemlense de bu dönüşün çayın tahtını sarsacağını hiç sanmıyorum.
Ekonomik etkenleri göz önüne
alınca aslında pek çok şeyin kültürümüze çok geç girdiği halde, insanımızın
çabucak onları baş tacı ettiğini görürüz. Ucuz olup, rahat elde edilebilen,
diğerinin yerini almıştır. Eğer kültür nesnelerinin ilk ortaya çıktıkları yeri
göz önüne alıp, Türkiye topraklarında doğmamış olanları –ya da Türkler gelmeden
önce Anadolu’da var olanları- Türk kültürünün dışına atarsak elimizde pek bir
şey kalmayacağını görürüz. Örneğin, patatesin ve domatesin ana vatanı Amerika
kıtasıdır. Gitti bizim bir ton patatesli yemek. Patlıcanın ana vatanı Hindistan’dır.
Gitti musakkalar, imambayıldılar, karnıyarıklar… Mangal ve yoğurt dışında kalan
baklava, lokum, kahve, rakı, dondurma, göbek dansı, hat sanatı, kitap süsleme
sanatı ve benim şimdi aklıma gelmeyen yığınla kültür nesnesi ya Türkler Anadolu’ya
gelmeden önce de bu topraklarda vardı ya da Türkler geldikten sonra ekonomik
nedenlerle ithal edildiler. Buna rağmen, bu ürünleri içselleştirmiş, yeri
gelince değiştirmiş, yerel şartlara göre şekillendirmiş olan halk Anadolu
halkıdır. –Bu yüzden ben Türk kültürü demek yerine aslında Anadolu kültürü demeyi
tercih ederim ama bu yazıya elmek gurubundaki tartışmadan yola çıkarak
başladığım için Türk kültürü demek zorunda kaldım-. Dolayısıyla, toprağın
bağrını açıp benimsediği, halkın gönüllerini açıp kucakladığı bir şeye;
gerekçesi ister siyasi, ister dinsel olsun, hayır demek yanlıştır, insanlık
adına işlenen bir suçtur.
5. Kültür nesnel bir bilgidir ve oradadır: Kültür insanın dışında var olmayan bir şeydir ve insan onu var ettiği sürece vardır. Dolayısıyla nesnel bir tarafı yoktur. Bir nazar boncuğu aslında mavi bir cam üzerine konmuş beyaz bir noktadan ibarettir. Onu bir kültür nesnesi haline getiren şey, tarihsel olan insanla olan bağıdır. Bu bağ olduğu sürece nazar boncuğu bir kültür nesnesi olabilir. Bu yüzdendir bir kültüre dışarıdan bakanların o kültürü başlangıçta tuhaf karşılamaları, anlamlandıramamaları ve kimi zaman hor görmeleri. Tarihsellikten arındırılmış bir nesne kültürün dışına itilmiş bir nesnedir. Aynı şekilde bir kültür nesnesinin değeri onun materyal varlığında değil, onun tarihselliğine önem veren insanların zihinlerindedir. Bu yüzden ben bir yabancı olarak bir pagadoya kültür nesnesi muamelesi uygulayacaksam, bunu aslında pagodaya değil, yerel Çinli halkın zihinlerindeki pagoda imgesine doğru yaparım. Nesnenin değeri zihinler arasında yolculuk yapar ve ancak yerel halk ona değer veriyorsa, dışarıdan bakan ona anlam verebilir. Aksi takdirde pagoda, kökeni Budist stupalara dayanan, aslen Hindistanlı olan bir ibadet yeridir. Bundan ne fazladır, ne de az. Çinli bunu alıp, içselleştirdiğinde ona tarihsel bir anlam katar. Bu anlam sayesinde pagoda bir değer kazanır ve kültür nesnesi olarak anılmayı hak eder. Onun bu değer verişini fark eden gezgin de aynı fark edişi yaşamak için o nesneye yönelir. Amaç, görmek ve fotoğraflamak değildir. Amaç, Çinli vatandaşın duyumsadıklarını duyumsamak, bu mümkün değilse en azından buna yaklaşmaktır.
Bu
konuda daha pek çok şey yazılabilir ama bundan sonra yazacaklarım da az çok bu
minvalde şeyler olacaktır. Unutulmaması gereken en önemli şey kültürün halkların ortak bir ürünü olduğudur. Hiçbir millet safkan bir ırkın çocuklarından
oluşmamaktadır. Tam tersine, tüm ırklar toprak ananın çocuklarıdır. Kültür de
aynı toprağın, aynı suyun, aynı havanın çocuğudur. İnsanlar var oldukça siyaset
var olacaktır. Kaynakların sınırlı olduğu dünyamızda paylaşmayı beceremeyen
insanlar savaşlar çıkaracak ve her seferinde bu savaşlara paradan başka bahaneler
uyduracaklardır. Din ve millet kavramları aslında bu kaynak savaşlarını örtbas
etmek için kullanılan en güzel kamuflajlardır. Kültür bunların yanında değil
üzerindedir, öyle olmak zorundadır. Onu orada tuttuğumuz sürece toprağın has
çocukları olmaya devam edebiliriz. Aksi takdirde kültür de paylaşım savaşları
için birer gerekçe haline dönüşür ve insanlığa hizmet yerine hezimet getirir.
Çin’e gelmeden önce buradaki Türkiyelilerin iletişimini
sağlayan bir elmek grubundan haberdar olmuştum. Gruba üye olmak için
başvurmuştum ama başvurum henüz Çin’de bir ikametgâhım olmadığı için yanıtsız
kalmıştı. Gelir gelmez aynı gruba tekrar başvurdum. Daha önce üyesi olduğum
gruplar gibi öyle “Ben burada yaşayan bir Türkiyeliyim. Beni de aranıza alın.” deyince
almıyorlar gruba. Bir form dolduruyoruz, yaşadığımız kentteki adresi ve işimizi
yazıyoruz. O formu gönderdikten sonra gruba dâhil olabiliyoruz. Dışarda
kalanların yadırgayabileceği bir durum olsa da bu işi üstlenen konsolosluk –ya da
elçilik- çalışanlarını anlayabiliyorum. Mutlaka daha önceki yıllarda Çin’de
yaşıyorum yalanıyla gruba üye olup, kişisel reklamlarını yapmak isteyen fırsatçılar
olmuştur. Böylesi bir önlem aksi takdirde alınmazdı.
Neyse, son günlerde bu grupta dönüp dolaşan bir tartışma
var. Tartışmanın konusu Şanhay’da* geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen Turkuaz
Türk Kültürü ve Yemekleri festivali. Adından da anlaşılacağı gibi festivali
düzenleyenler Fethullah Gülen cemaatine bağlı, zamanında buraya öğrenci ya da
girişimci olarak gelmiş insanlar. Sadece addan değil tabii, festivalin web
sayfasında TÜÇSİAD’dan ve PASİAD’dan beraber bahsediliyor. Yani bunlar kardeş
kuruluşlar. Hatta bence PASİAD, TÜÇSİAD’ın abisi çünkü bildiğim kadarıyla
PASİAD on üç yılı aşkın bir süredir var. Çin büyük bir ülke ve dev bir pazar olduğu
için ayrılması münasip görülmüştür. Ayrıca sponsorların arasında Seyidoğlu, Güllüoğlu
gibi adlar var. Bu sonuncusu Gezi Direnişi sırasında gazdan kaçıp dükkâna
sığınan eylemcileri polise teslim eden meşhur baklavacıdır. Benim festivale
katılmamam için yeter de artar bu neden.
Herhalde festivalin cemaat bağlantılı kurumlar tarafından
düzenlendiğini bilen tek kişi ben değilimdir. Herkesin bildiği ama kimsenin
söylemediği bir gerçektir bu. Belki insanlar kendi aralarında konuşurken daha
rahat bir şekilde düşüncelerini söylüyorlardır. Belki de malumun ilanına gerek
görmedikleri için mürekkeplerini boşa harcamak istemiyorlardır. Benim için ilginç
olan festivalin kendisi değil zaten. Asıl ilginç olan festival sonrası
yazılanlar ve bu yazılanlara sessiz kalan festival düzenleyicileri. Baştan
alalım!
Cemaat bir festival düzenlemiş ve herkesi davet etmiş. Bu
festivale hükümetten rical-i devleti de çağırmış. Ehh, hükümeti bildiğimize
göre o cenahta bir sıkıntı çıkmayacaktır. Onlar da gelmişler. Çinli
akademisyenleri, yazarları, gazetecileri ve Çin’de yaşayan Türkiye
vatandaşlarını da davet etmişler. Kendi hallerinde yemişler, içmişler, konuşmuşlar,
eğlenmişler. Tabii ki bu eğlenme faslı kendilerinin sınırlarını çizdiği “Türk
Kültürü” diye tanımladıkları çerçevenin dışına çıkmayacaktır. İşte en büyük sorun
da burada başlıyor. “Türk Kültürü” diye tanıtılan kültür Türkiye’yi ne kadar temsil
ediyor? Yani onların çizdiği çerçeveye biz de sığabilecek miyiz?
İlk eleştirilerden birisi neden burada yıllardır yaşayan
deneyimli girişimcilere böylesi bir festivalde rol verilmediği üzerineydi.
Madem böylesi güzel bir etkinlik düzenliyorsunuz, bırakın biz de elimizi taşın
altına koyalım. Biz de katkıda bulunalım, yemek yapalım, dondurma yapalım, çay
yapalım... Ben böylesi bir teklifin cemaat tarafından kolay kolay kabul edileceğini
sanmıyorum. Konusunu bile açmazlar haftalık istişarelerinde. Çünkü cemaat demek
“sadakat” ve “itaat” demektir. Bu ikisi duvardaki tuğlaları birbirine bağlayan
çimentonun ta kendisidir. Sadık değilsen, üssünün dediğini sorguyla sualle boğup
akıl cenderesinden geçirmeye kalkıyorsan pek bir işe yaramazsın, geride
kalırsın, asi olarak anılırsın. Cemaat üyelerinin sık sık okudukları “Ölçü ve
Yoldaki Işıklar” kitabının 143. sayfasını (Bak hala hatırlıyorum bunca yıl
geçmiş olmasına rağmen) herkese tavsiye ederim. Orada dava adamını anlatır FG. Hatta bütün bir kitabı tavsiye ederim, eğer
bulabilirseniz okuyun. Karşınızdaki –yanınızda da olabilir- insanı anlamanın en
iyi yollarından birisi onun okuduklarını okumaktır.
Cemaatin prensiplerine göre kör bir sevdayla bağlanmamışsan,
bağlanmamışsın demektir. Önce sadakat, sonra itaat! Dolayısıyla cemaat kendi
içinde gördüğü sadakati bulamayacağı kesimlerle mesafeyi korur. Onlara
sempatizan adını takar. İşi düştüğü zaman onları kullanır, vitrinlerde gülücükler
saçan tanınmış simalar bunlara güzel örneklerdir. Bu yüzden bir iş yapacakları
zaman sponsorlar, destekçiler ayarlanır. Bunlar işi yapanların sadece kendileri
olmadığını, yedi düvelin arkalarında olduğunu ima etmek içindir. Aynı zamanda
başlarına bir şey gelirse topu birilerine atmak için –zaten biz bunu Kültür
Bakanlığıyla birlikte yapıyoruz…- bahaneleri de hazırdır. Müspet olmayan
kesimlere menfi der, bir kenarda bekletirler. Ayaklarının kayacağı günü beklerler
ya da o günün çabuk gelmesi için çok gerilerden planlar yapar.
Bir başka nokta da cemaatin “İyi bir şey yapılacaksa onu biz
yaparız.” tutumudur. Yıllar önce Tayland’dayken kendi başıma bir dergi
çıkarmaya başlamıştım. Yazdığım öyküleri, Türkiye’de ve diğer dış ülkelerde
yaşayan arkadaşlardan topladığım şiirleri ve yazıları derliyor, dergi yapıyordum. İki ayda bir çıkardığım bu
dergiye Orhan Veli’nin tek sayfalık dergisine ithafen, “Yaprak” adını vermiştim.
Kendim yazıyor, topluyor, yazıcıdan çıkarıyor, fotokopicide çoğaltıyor ve
tanıdıklarıma postalıyordum. Masrafları da cebimden karşılıyordum. Tabii o
zamanlar –yıl 2004- tanıdıklarımın hemen
hepsi ehl-i cemaat. Ara sıra ziyaretlerine falan da gidiyorum. Kimse; ne
dergiyi aldık, eline sağlık, şu yazı güzel olmuş diyor ne de biz de el atalım,
birlikte çıkaralım diye teklif getiriyor. Dergiyi getirip dağıttığım akşamlarda
bile büyükler burunlarını kıvırarak bakardı benim bu girişimime. Hani “Ne gerek
vardı şimdi?” der gibi. Dergiyi eline tutuşturduğum bir “abi” şöyle bir
baktıktan sonra bana dönüp, “Bak bu benim yeni cep telefonum. Nasıl, güzel mi?”
demişti bir keresinde. Bir başka zaman da gümüş işiyle uğraşan birisinin evinde
dergiyi ayakkabıların altına serdiklerine şahit olmuştum. İnsan bozuluyor tabii
ister istemez. Sen uğraş didin çabala. Bir şeyler ortaya koy ama eski dostlarım
dediğin insanlardan en basit bir desteği bile görme. Benimkisi saflık,
biliyorum da! Onlarınkisi bu bahsettiğim şey.
O zaman anlamıştım cemaatin “eğer iyi bir şey yapılacaksa ya
biz yaparız ya da yapılmasına vesile oluruz.” felsefesini. Çünkü cemaatin
yapacağı işlerde yoğun kontrol ve sansür vardır. Söylenecek her kelime,
yapılacak her eylem ciddi gözden geçirilmeli, birkaç kere büyüklere
sorulmalıdır. Bunun yapılamadığı ya da yapılamayacağı ortamlar zaten
dışarısıdır. Dışarısı da tekin değildir, sadık değildirler bir kere. Sadık
olmadıkları için söz dinlemezler. Kafalarına göre hareket ederler. Bu ise en tehlikelisidir.
Cemaat zaten kelime olarak bireyin karşıtıyken nasıl olursa üyelerine
kafalarına göre hareket etmelerine izin verir? Vermez, verirse cemaat olamaz… Şu
ifade yine yukarıda adı geçen kitaptan: Her şeyi tenkit,
her şeye itiraz, bir yıkma hamlesidir. Şayet insan, bir şeyi beğenmiyorsa,
ondan daha iyisini yapmaya çalışmalıdır. Zira, yıkmaktan harabeler, yapmaktan
da mâmûreler meydana gelir. Ehh, yuh yani! Daha iyisini yapamayacaksak
hiçbir şeyi eleştirmeyecek miyiz? O zaman para basamayacağıma göre Hazine Müsteşarlığının
para politikasını eleştiremem, siyasete giremeyeceğime göre başbakanın
sözlerini eleştiremem, daha iyisini yazamayacağım için okuduğum kitabı
eleştiremem. Bu zihniyetle yetiştirilen bir gencin nasıl bir birey olacağını
düşünebiliyor musunuz? Ekrem Dumanlı
yıllar önce yaptığı bir sohbette şakirtleri “fabrikadan çıkan standart ürünlere”
benzetmişti. Aynı kitapları okuyan, aynı kasetleri dinleyen, aynı videoları izleyen
bir topluluğun üyelerinin farklı olacaklarını düşünen ve aralarına girecek
yabancıların yüzlerine hoş görüyle bakıp, arkalarından kendi planladıkları
işleri yapmaya devam edeceklerine inanmayan insan yine onların tabiriyle “ahmak-ul
hamakat” olmaz da ne olur?
Şunu da belirtmekte yarar var. Süreklilik açısından, en
azından şimdilik, yurt dışında cemaatten daha iyi bir alternatif yok. Cemaat
üyeleri bir yere gidip kök saldıktan sonra o ülkeyi terk etseler bile
arkalarında daha kalabalık bir topluluk bırakıyorlar. Dolayısıyla işler, yani
ilişkiler aksamıyor. Biri gidiyor, diğeri geliyor. Sorumluluklar devam ediyor.
Benzer bir uygulamayı başka birileri yapabilir mi? Liberal düşünceliler ya da sol
görüşlüler bu işi uzun süre yürütemezler çünkü işlerin devamı için ciddi bir “insan”
desteği gerekir. Ben bu yıl Çin’deyim, gelecek yıl kim bilir neredeyim.
Kurduğum bağlantılar da, başlattığım dostluklar da burada kalacak ben gidince.
Ama onlar öyle mi? Biri gidiyor, diğeri geliyor. Dawkins özgür düşünen
insanları dindar muhafazakârlarla karşılaştırırken, birincisini kediye (nankör,
kendi başına, birlik oluşturamayan), ikincisini köpeğe (sadık, laf dinleyen,
ayağının dibinden ayrılmayan, sürü halinde gezen ve kimi zaman sürü halinde
saldıran) benzetiyor. Sanırım doğru bir tespitte bulunuyor. Bu işi yapacak
insanlar git dedin mi gidecek, gel dedin mi gelecek, kal dedin mi kalacak!
Öyle, “ben de fikrimi beyan edeyim”, “ama bana kimse fikrimi sormadı ki” falan
dersen işler yürümüyor. En azından gurbette böyle bu işin raconu! Neyle
tutacaksın insanları, zaten bir avuç insansın? Hem başka nasıl döner bu çarklar,
cemaatin dünyasına askeri bir disiplin havası hâkim olmasa? Peki benzeri burada yapılamaz mı? Yapılır ama uzun süre burada kalmaya ant içmiş, fedakar insanlar gerekli. Olur mu olur, neden olmasın? Yeter ki isteyelim. "If there is a will, there is a way" yani :) .
Bir eleştiri festivalde yemek yapan kadınların hepsinin
başörtülü olduğu üzerineydi. Başörtüsü konusu bireysel özgürlükleri ve
aydınlanma felsefesini yakından ilgilendiren, hem hassas hem de derin bir konu.
Yalnız, oradaki kadınların Türk kadınını temsil etmediği doğruysa, oradaki
erkekler de Türk erkeğini temsil etmiyordur. Bu ikincisini anlamamızı
sağlayacak, zihinlerdeki örtüyü gösterecek bir aletimiz henüz yok. Bu durumda
kadınlara başörtülü oldukları için ayırım yapıp, en az onlar kadar örtülü olan erkeklere
yol vermek ayrımcılık olur. Ayrıca başı açık olup da bin bir türlü hurafeye inanan
pek çok kadın biliyorum ben. Fal baktıranlar, astrolojiye bel bağlayanlar,
kurşun döktürenler… Başın açık olması da zihnin açık olmasını garanti
etmiyorken başörtülü kadınları sırf bu yüzden eleştirmek karmaşık bir hal
alıyor demektir. Tabii, buradaki eleştiri başörtülü kadınlara değil. Başörtüsüz
kadınların orada yer almayışına. Bence bu gayet tutarlı bir soru olabilir.
Başörtüsüz kadınlar da Türkiye’nin bir parçası olduklarına göre onlara neden
yer verilmemiş? Bildiğim kadarıyla cemaatteki abilerin bazılarının eşleri
başlarını bağlamıyorlar. En azından onlar gelmiştir diyordum ama onlar da
gelmediyse…
Bir başka eleştiri de festivalde Atatürk’ün herhangi bir
resminin olmaması üzerineydi. Hatta, bu sorunu kendisine dert edinmiş Atatürkçü
bir vatandaş, gitmiş ve kendi gayretiyle bir Atatürk resmi çerçeveletmiş. Resmi
bir yere asmışlar ama yarım saat sonra resim ortadan kaybolmuş. Burada iki
suçlama var: Resmin baştan beri hiç hesaba katılmaması ve var olan resmin bir üfürükten bir bahaneyle görünürden uzaklaştırılması. Kültür Bakanlığının
yakinen katkıda bulunduğu bir etkinlikte Atatürk resminin olmaması tuhaf geldi
bana ama devir AKP devri olduğu için çok da anormal bulmuyorum. İşin cemaat
kısmına gelirsek, zaten böyle bir şeyi ummak abesle iştigal olur. Benim
gördüğüm cemaat okullarının hiçbirinde sınıflarda ya da bilumum idari odalarda
Atatürk resmi olmazdı. Soranlara “Mecbur değiliz ki” yanıtı verilirdi. Mecbur olmadığımız
için koymuyoruz demek “istesek koyarız ama istemiyoruz” demekle aynı şeydir.
Ben şahsen Atatürk'ün adının birleştirici bir unsur olarak, tüm yaşananlara rağmen ülkemizde halen
geçerli olduğunu düşünenlerdenim. Dolayısıyla ülkeyi tanıtma amacı güden bir festivalde Atatürk’e ait,
olabildiğince tarafsız bir köşenin olması bence çok isabetli olurdu. Hem tarihi
anlamaları, hem de Çinlilerin kendi 1911 devrimlerine bakmaları açısından iyi
sonuçlar doğurabilirdi. Sonuçta Kang Youwei’nin dediği gibi Qing hanedanı
zamanındaki Çin ile gerileme zamanındaki Osmanlı, o devirde birbirine en çok benzeyen
iki ülke. Kang Osmanlı’nın Avrupa’nın hasta adamı benzetmesini Çin için de
kullanıyor ve reformu (tanzimatı) şart koşuyor. Ehh, fena mı olurdu Türk siyasi
tarihiyle Çin siyasi tarihini benzeştiren bir güzel köşe yapılsaydı, değerli
insanlar değerli yerlerine konsaydı…
Aynı vatandaşın ısrarla sorguladığı diğer konuya ise
değinmeye hiç gerek yok. Adam gitmiş, emek vermiş, bir resim yaptırtmış. “Resimdeki
Atatürk’ün kravatı yamuk” deyip resmi ortadan kaldırmak da nasıl bir şeydir
anlamış değilim. Böyle bir saçmalık olabilir mi?
İşin tuhafı, bütün bu eleştirilere rağmen festivali
düzenleyen Turkuaz Türk Kültürü ve Yemekleri Festivali düzenleyicileri gruba
mesajlar gönderip, ne kadar büyük bir işi başardıklarını anlatıyorlar. Hiçbir
eleştiriye de yanıt vermiyorlar. Sanki onca şey hiç söz edilmedi, hiçbir
eleştiri yapılmadı. Herkese mesut ve memnun!!! Dün uzun bir mesaj
göndermişlerdi yapılanları anlatan –insanların tepkisi yapılanlara değil,
yapılmayanlara zaten!- bugün de Türkiye’deki ve Çin’deki gazetelerde festivalle
ilgili çıkan haberleri göndermişler. Türkiye’deki haberler bildiğimiz yandaş
medyanın gazetelerinde yayınlanmış. Alıp okuduğum gazeteler olmadığı için –Radikal’e
bazen bakarım ama Eyüp Can geldiğinden beri ondan da soğudum-, Türkiye’de olsam
haberim olmayacaktı bu festivalden. Buradaki gazetelerin de zaten gruba yazılan
eleştirilerin seviyesini anlayamayacakları muhakkak. Onlar için bu bir
festivaldi, yedik içtik eğlendik; semazen gördük, kebap yedik, çay içtik…
Yabancıya misafir muamelesi çekmek, bir daha gelin, yine bekleriz demek ama
hepsinden de önemlisi haber yapmış olmak.
Bu kadar yazmışken bir de kendi eleştirimi yazayım. Türk
Kültürü Festivali demişler ama edebiyatla ilgili hiçbir etkinlik düzenlememişler.
Yapmışlarsa bile dün gönderilen mesajda hiç sözü geçmemiş. Hadi, Nazım Hikmet’i,
Aziz Nesin’i, Sabahattin Ali’yi sevmezsiniz de -işinize gelen şiirleri, öyküleri yeri gelince yayınlamanın dışında- bari ortada gezinenlerden bir
derleme yapaydınız. Ne bileyim, aruzcuların sonuncusu Yahya Kemal mesela, huzursuzluğun
romanını yazan Tanpınar mesela (bildiğim kadarıyla Çinceye çevrildi)… Onlar da yok! Kültür deyince ebru, mehter,
ipek yolu, semazen, Karagöz Hacivat (en muhafazakârlarından). Bir de bastonlarla yürüyen iki buçuk metrelik canlı
bir maskot. Ehh yani, ses getireceğiz diye adamcağızı Doğu Nanjing yolunun
kalabalığına sokmak, sonra da bunu reklam olarak kullanmak… Pes yani
diyorum pessss ve esefle kınıyorum. Kınasam ne olacak ki zaten! Duyuyorum ben
sizleri, “İt Ürür Kervan Yürür” deyişinizi… Deyin bakalım.
Şimdilik bu kadar yetsin.
*Bu arada Çinli birkaç arkadaşa sordum. Şanhay diyorlar. “g”
sesi neredeyse hiç çıkmıyor. Dolayısıyla artık ben de Şanhay diyeceğim.
İki haftadır yazamadım. Araya bir haftalık tatil girdi.
Tatil bitti, okul başladı. Başlar başlamaz da bana yeni verilen bir dersin
hazırlıklarıyla boğuştum. Sınıf listeleri, dersi bırakan öğrenciler, müfredat,
ders hazırlıkları falan derken akşamları eve yediden önce gelemedim. O
yorgunlukla da bilgisayarın başına oturup ciddi bir şeyler yazamazdım.
Tatilden sonraki ilk cumartesi de çalıştığımız için dün
yazılması gereken yazı pazara kaldı. Malum, ÇHC resmi tatilleri olabildiğince
birbirine bağlayıp halka uzun tatiller verme eğiliminde. Bu büyük bir
olasılıkla halkı mutlu etmek için yapılan bir icraat değil. Uzun tatili
görenler başlıyorlar seyahat planı yapmaya, para harcamaya, normal zamanlarda
almayacakları şeyleri almaya. Kısacası, gelsin vergiler, tüketim ekonomisi.
Yalnız bu fazladan tatil gününü verirken Türkiye’deki gibi bedavadan
vermiyor. Örneğin, resmiyette dört gün olan bir tatili, arada kalan bir günü de
tatil ilan ederek hafta sonlarıyla birlikte dokuz güne çıkarırsa, tatil
dönüşünde halktan bir cumartesi çalışmasını istiyor. Böylece bedavadan verilen
o tatil geri alınmış oluyor. Ben ilk geldiğimde bu tarz bir idarenin bizim
okula has olduğunu sanıyordum. Ne güzel bir okul idaremiz var diyordum. Meğer
tüm ülke bu şekilde yönetiliyormuş.
Neyse, bu sıkıcı muhabbeti bırakıp asıl konuya, yani Şangay’a
geleyim. Tatilde beş günlüğüne Şangay’a gittik. Başlamadan önce bir dil
sorunundan bahsetsem iyi olacak. Türkçe’de Şangay’ın nasıl yazıldığı konusunda
sanırım ihtilaf var. Ben kolayıma geldiği için Şangay olarak yazıyorum ama ara
sıra takip ettiğim Çin odaklı Türkçe web sayfaları “Şanghay” yazıyorlar. Bir de
bu ikisinin yanında Şangay konsolosluğunun kullandığı “Şanhay” yazımı var.
İngilizcesi “Shanghai” diye yazılan bir adı Şangay ya da Şanghay diye çevirmek
bana mantıklı geliyor ama dilimize girmiş yabancı kökenli sözcüklerin hepsi
İngilizce vasıtasıyla gelmiyor. Öyle olsaydı Almanya’ya “Germanya” derdik. Bir
de Mao’nun gerçekleştirdiği dil devrimi (Basitleştirilmiş Çince) sonucunda
Çince kökenli sözcüklerin Pinyin’de farklı yazılmaları konusu var. Yani dil
devriminden önce Shanghai yine Shanghai mı yazılıyordu İngilizce’de? Birileri
beni aksi konusunda ikna edene kadar “Şangay”ı kullanacağım.
Babasının omuzlarında kalabalığı yaran bir çocuk. Elinde ÇHC bayrağı, bayramı kutluyor.
Şangay’a varınca insanın fark ettiği ilk şey kalabalık. Sürekli
hareket eden, dört bir yana koşuşturan binlerce, yüzbinlerce insan… Öyle ki
kalabalığın içine girince yürümüyorsunuz, sadece sürükleniyorsunuz. Kaybolmak
ya da aynı yerde dolanıp durmak, birilerine çarpmak, tökezleyip yere yapışmak,
araba ya da e-bisiklet kazasına kurban gitmek gayet olası. Sürekli birilerinin
nefesini ensemde hissederek yürüdüm yollarda. Önümde, arkamda, sağımda, solumda
ve hatta neredeyse tepemde sürekli başkalarının gölgesi vardı beş gün boyunca.
Çanco gibi sakin bir kentten çıkıp Şangay’a gelince sanırım ilk şok böyle
yaşanıyor. Metro kolaylığı da olmasa kesinlikle gelmezdim. Neyse ki metro her
yere gidiyor. Gideceğimiz her noktaya hangi metro istasyonunda inip, hangi
çıkıştan çıkacağımızı bilerek gidiyoruz. Böylece kalabalıklar görünmez hale
geliyor. Fakat bu görünmezliğe gölge düşüren bir şey var. İnsanların çoğunun en
temel görgü kurallarını hiçe sayması ve fütursuzca davranması.
Kalabalık yollara taşmasın diye el ele tutuşarak zincir yapan polis. East Nanjing Yolu
Metroda çocuğunu çöp tenekesine işeten annelerden tutun,
temizlediği boğazından çıkardığı balgamı şılaap diye tren durağının ortasına
tükürenlere kadar bin bir çeşit insan var. Bu konudan daha önce de söz
etmiştim. Çin son yirmi yılda büyümüş, gelişmekte olan bir ekonomi. Bugün büyük
kentlerde, koca koca binaların içindeki küçük dairelerde yaşayan insanların
büyük bir çoğunluğu 20-30 yıl önce köylüydü, tarlada mısır yetiştirip, ahırda
süt sağıyor, bahçede domuzlara bakıyordu. Görüntüyü değiştirmek içeriği
değiştirmekten çok daha kolaydır. Tıraş olursun, takım elbise ve kravat
giyersin, kente taşınırsın ve olursun kentli. Oysa köyde bulduğun o
rahatlıkları da bırakmak istemezsin. Sonuçta hangimiz köyde umumi tuvalet arar,
hangimiz tükürmek için cebinden mendil çıkarır? Böyük şeherde gördüğü umumi
helayı köyüne getirmek isteyen Kibar Feyzo’yu anımsayın J
Köydeysen dağ bayır her yer tuvalettir. Köylü bunu bilir, buna göre ihtiyacı olduğu an bulduğu ilk çalılığa koyuverir. Aynı köylü kente geldiğinde de zorlanacaktır doğal olarak? Hoş, ÇHC ciddi olarak emek harcıyor bu konuda halkı eğitmek için. Yapılan yanlışları da kabul ediyor. Çanco’da (Şangay’da da) yol işaretlerinin yanlarında tuvalet işaretleri de var ve tuvaletler bedava.(Çin’de şimdiye kadar umumi tuvalete bir kuruş bile vermedim.) Düşünün, Balbaros Bulvarı’ndan aşağıya indiniz, yol ikiye ayrıldı. İşaretlerin birisinde Eminönü yazıyor, diğerinde Sarıyer. Bir diğer işaret de en yakın tuvaletin yerini gösteriyor. Daha ne yapsın hükümet. Eminim okullarda, bilumum eğitim kurumlarında bu konulara ağırlık veriliyordur.
Kültür öyle bir günde elde edilen bir şey değildir ki
hükümet he demekle 1,3 milyar insanı kültürlü hale getirsin. Kent kültürü “şimdi”
ve “burada”nın cazibesine hayır diyebilen insan yetiştirir. Köyde yaşayan insan
için böylesi bir nefis idaresi şart değildir çünkü doğayla iç içe yaşayan insanın
sadece doğaya hesap verme zorunluluğu vardır. Kentlerde yaşayan insanların
toplumsal, yani kendi bireyselliklerinin dışında kalan herkese karşı
sorumlulukları vardır. Kentler büyüdükçe sorumluluklar artar. Trafik lambasına
uymak güvenlik amaçlı olmaktan çok ahlaki bir prensip halini alır. Yolda birilerine çarpmadan yürümek, nadir de
olsa çarparsan özür dilemek bir ahlaki zorunluluk olur.
Çocuk bir sevip çıkacak işte, hayvan sevgisini nasıl öğrenecek başka?
Gezdiğim müzelerde, parklarda hep bu düşünceler dolandı
kafamda. Ne zaman bir tuhaflık görsem gülümsedim. Sun Yat Sen’in şimdi müze
haline getirilmiş olan evinin bahçesine işeyen küçük çocuğu görünce de, bilim
müzesinde girilmemesi gereken yerlere çocuklarını sokan anne babaya şahit
olunca da aynı şeyleri söyledim kendi kendime. Kim ne derse desin, Çin de
öğrenecek adâb-ı muaşereti. Zaman alacak ama öğrenecek. “Köyden indim şehre”
neslinin çocukları daha olgun davranacak ebeveynlerine kıyasla. Bir sonraki
nesil ise tam kentli olacak. Üç bin yıllık bir medeniyetin onca badireyi
atlattıktan ve ilk defa dünyaya meydan okuma fırsatını elde ettikten sonra
böyle ufak tefek şeylere takılacağını sanmak saflık olur.
Çin Cumhuriyeti'nin kurucusu olan Sun Yat Sen'in şimdi müze olan evinin bahçesine su döken bir çocuk. Annesi de arkasında ama resimde görünmüyor. Oysa on metre ileride tuvalet var.
Sanılanın aksine teori pratikten sonra gelir. Düşmeden,
kalkıp tekrar yeltenmeden, tekrar düşmeden (bu defa daha iyi düşmüşüzdür mutlaka),
tekrar yeltenmeden ve her seferinde biraz daha mükemmel hale gelmeden bilginin
ve toplumun evrimi gerçekleşemiyor. Çin’in modern zamanlar için gereken ahlaki
yetkinliğe erişmesi için modern zamanların olgularıyla (ve sorunlarıyla) karşılaşması
gerekiyordu. Son yirmi yılda bu olgular birkaç elitin avucundan çıkıp büyük bir
çoğunluğun kullanımına açıldı. Dolayısıyla emekleme dönemi başladı. Devamı da
gelir.
Kalabalıkların ve ”köyden indim şehre”cilerin dışında biraz
da gördüklerimden söz edeyim. Çanco’da görmeyip burada gördüğüm ilginç bir
görüntü kıçları açık bırakılmış pantolonlar giymiş bebekler oldu. Sanırım
çocuğun çişi ya da kakası gelince hemen en yakın uygun yere götürüp ihtiyaç
giderecekler. Amaç bu. Pratik açıdan güzel bir düşünce –aynı zamanda bebek
bezinden tasarruf sağlıyor- ama görüntü baya bir komik oluyor. Yani yarısı açık
kaldıktan sonra hiç giydirmesen de olur aslında. Hele sıcak havalarda, çocuk
zaten kısa pantolon giyiyor, onun da yarısı yok. Eeee, ne gerek var o zaman?
Hiç zahmet etmeyeydin J
Arkası olmayan bir pantolon örneği.
Şangay’da trafik kurallarına daha fazla uyuyor insanlar.
Bunda, Şangay’ın büyük kent olmasının payı yüksek tabii. Kolay değil 20 milyon
insanı beslemek, taşımak, barındırmak, kavgasız belasız bir arada tutmak. Yalnız
yine de kuralları hiçe sayan insanlar var. Özellikle elektrik harcamasın diye
farlarını kapatıp trafiğe çıkan –ve kimi zaman ters yönde giden- e-bisiklet
sürücüleri en tehlikeli olanı. Trafik lambalarının diplerinde ise ciddi bir kalabalık
oluyor genelde. İnsanlar bekliyorlar yeşili. Çanco’da bekleyen daha az.
Kentin caddelerinden birisi. Bol ışıklı, ultra-modern.
Yollarda dilenci çok ve bu dilencilerin hemen hepsi yaşlı
insanlar. Ayrıca çöplerden kâğıt ve plastik şişe toplayanlar da genelde yaşlı
insanlar. Bu işi bir meslek olarak değil de dilenciliğe alternatif olarak
yapıyorlar sanırım. ÇHC’de bildiğim kadarıyla genel halkı kapsayan bir
emeklilik politikası yok. İnsanlar ya çalışırken ölecekler –bu şekilde kimseye
yük olmayacaklar- ya da çocuklarının ellerine bakacaklar. Konfüçyüsçü anne-baba
sevgisi/saygısı aslında bu noktada sistemin işine geliyor. Anne-babaya kusursuz
saygı, bir çeşit emeklilik ve sağlık sigortası haline dönüşüyor. Gittikçe
yaşlanan nüfus –tek çocuk politikası kırsal kesimde yaşayanlar için yapılan
gevşemelere rağmen halen geçerli- devletin sunacağı emeklilik fonlarına değil
de çocukların omuzuna yükleniyor. İnsanlar ben yaşlanınca çocuğum bana baksın
diye çocuk yapmak zorundalar. Bu çocuk iyi para kazansın ki ileride
ebeveynlerine bakarken zorluk çekmesin. Bu durumda çocuk iyi okullara gitmeli,
en iyi eğitimleri almalı, iyi beslenmeli, iyi bir çevrede büyümeli. Bunlar da
para kazanmayı ve harcamayı teşvik eden diğer unsurlar.
Bilim ve Teknoloji Müzesi: Hayatımda gördüğüm en büyük müze. İçerisi bir binanın içi gibi değil, tam tersine dışarısı gibi. Yalnız burada da yürüyen merdivenler ve alışveriş mekanları müzeye AVM havası katıyor. Giriş 60 RMB.
Şangay Müzesi adeta bir AVM gibi inşa edilmiş. İçerisinde
barındırdığı tarihi eserlere rağmen müzenin işletim sistemi ve binanın iç
tasarımı beni haklı çıkaracak kanıtlar barındırıyor. Örneğin ben hayatımda ilk
defa içerisinde yürüyen merdivenleri olan bir müze gezdim. Üst kattan bakıp,
harıl harıl çalışan o yürüyen merdivenleri görünce insan hakikaten şaşırıyor.
Bunun yanında hemen her katta satış yapan dükkânlar mevcut. Normalde bir
müzenin çıkışında ufak bir dükkân olur ve bu dükkânda müzedeki eserlerin
bazılarının maketleri ya da turistlere yönelik incik boncuk türü şeyler
satılır. Şangay müzesi durumu abartmış. Buradan neden bilete para vermediğimiz
anlaşılıyor aslında. Böylesi bir müzenin ücretsiz olması şaşırtmıştı beni
içeriye girerken. Demek kapıda değil içeride para harcamamızı bekliyorlar. Hoş,
benim yaptığım gibi bir şey almadan çıkmak da mümkün. Dolayısıyla genel halk
için güzel bir uygulama aslında. Parası olan harcasın, parası olmayan kültürel
etkinlikten eşit miktarda faydalansın.
Şangay Müzesi: Giriş ücretsiz.
Müze bedava ama ne hikmetse parklar paralı. Kentin
merkezindeki Century Park’a giriş 10 RMB. Kocaman bir park, gez gez bitmiyor.
Biz girdik, bir-iki saat yürüdük. Gölün kenarına oturup, bir şeyler atıştırdık.
Kimileri çadırlarıyla gelmişler, kamplarını kurmuşlar, çoluk çocuk oynuyordu
çimlerin üzerinde. Her yerde olduğu gibi burada da aşık çiftler kendilerine
kuytu köşeler bulmuş, oynaşmak için fırsat kolluyorlardı. Frizbi oynayanlar
gördüm, bebek gezdirenler, kayığa binenler, fal baktıranlar…
Century Park'da kamp yapan vatandaşlar.
Şangay’da gördüğüm bir başka ilginçlik de kız arkadaşlarının
çantasını taşıyan erkeklerdi. Bir iki olsa anlayacağım da yüzlerce gördüm. O
anda kafam basmadı ama sonra düşününce taşlar yerine oturdu. Bu kadar çanta
taşıyan erkek olmasına rağmen el ele tutuşmuş çift görmek pek mümkün değildi
Şangay caddelerinde. Tek tük el ele, kol kola girmiş çiftler vardı tabi ki ama
böylesi bir tatil gününde olması gerekenden çok daha azdı. Dolayısıyla çanta
taşımanın aslında simgesel bir anlamı olduğu çıktı ortaya. Erkek, henüz elini
tutacak seviyeye getiremediği –belki hiçbir zaman o seviyeye gelemeyecek-
ilişkisinin en azından başlamış olduğunu bu şekilde ilan ediyor ve dışarıya bir
çeşit “Bu kız benim oldu ya da olacak.” mesajı veriyor. Aynı şekilde kız da
çantasını erkeğe taşıtarak ona, “Bak sana değerli eşyalarımı emanet ediyorum,
onlara iyi bak. Yarın bir gün sana kalbimi teslim edeceğim. Ona göre.” diyor. Tabii, el ele tutuşmaları henüz hoş
karşılanmadığı için ya da buna hazır olmadıkları için bu simgesel paylaşım
aslında el ele tutuşmuşlar gibi algılanıyor. Pek çoğu için ilişki ilerledikten
sonra da sanırım bu alışkanlık devam ediyor. Dolayısıyla evli erkekleri bile
eşlerinin rengârenk çantalarını taşırken görmek mümkün. Vietnam’da da benzer
bir simgesellik motosikletler üzerinde olurdu. Sokakta el ele tutuşmuş çift
göremezdiniz ama motorların üzerinde birbirine sarılmış çiftleri görmek sıradan
bir şeydi.
Bu resmi ben çekmedim. İnternetten buldum. Çanco'da Şangay'daki kadar çok yok böylesi çiftler.
Tutuculuk böyle bir şey işte. Bir yerden sıkıyorlar,
sıkıştırıyorlar, yasaklıyorlar ama o şeyin başka yerden ortaya çıkmasına engel
olamıyorlar. Çanco’ya geldiğimin ilk haftasında müdürümüz yaşadığımız kentin
çok tutucu bir yer olduğunu söylemiş ve bu yüzden hareketlerimize dikkat
etmemizi salık vermişti. Evet; sokağa çıkınca öpüşen çiftler görmüyoruz, televizyonda
ve internette her türlü cinsellik engellenmiş durumda. Cinsellik çağrıştıran belli
kelimeleri “Google”da arayamıyoruz. –Buna “rubber duck” da dahil ama bu yasağın
gerekçesi başka. Sonra anlatırım.- Bunun yanında bizim binanın 500 metre
ilerisinde yer alan ve içinde tek bir bar dahi olmasa da “bar street” diye
anılan cadde geceleri fahişe kaynıyor. Ben caddeden gündüz geçtim, bir akşam da
J ile birlikte yürüdük. Hepsi pahalı kulüpler, zengin gençlerin gittiği türden
üst sınıf eğlence yerleri. Bunun yanında caddenin sonunda masaj dükkânları var.
Asya’da azıcık da olsa yaşamış herkes bilir bu masaj dükkânlarının hangi amaca
hizmet ettiklerini.
Benim akşamları koştuğum Hong Mei parkında hava karardı mı çiftleri
oturakların üzerinde, birbirlerinin dizlerinin üzerinde görmek mümkün. Oğlan
oturuyor, kız da onun kucağına oturuyor. Bir de karanlık yerleri seçiyorlar ki
kimse bunları görmesin. Bir keresinde az daha çarpıyordum bir çifte. Zaten ağaçlardan
bir şey görünmüyor, patikalar ıssız… Kız oturmuş oğlanın kucağına, telefonda konuşuyor.
Artık nasıl bir fanteziyse bunlarınki! Keşke üzerlerinde bir baskı hissetmeseler
de ışığın olduğu yerde yaşasalar aşklarını. Biz de rahat rahat koşabilsek. Hayır,
ben utanıyorum onları görünce, ben onlarla göz göze gelince rahatsız olacaklar,
durduk yere suçluluk duygusuna kapılacaklar diye.
Bir başka örnek de tren istasyonuna giden yol üzerindeki “sex
shop”lar. Sıra sıra dizilmişler; kuru yemiş satar gibi dildo, vibratör, plastik
kadın satıyorlar. Kim alıyor bunları? Herhalde büyük kentten gelenler ya da dış
ülkelerden gelen “ahlaksız” yabancılar almıyor. Çanco’nun halkı alıyor.
Alsınlar da zaten, sorun değil. Yalnız bu kadar ortalıkta olması hem şaşırtıcı
hem de yanlış geldi bana. Herhangi bir gizlenme, çekinme yok. Bildiğin giriş
katı dükkânı, kapısı açık, içeride orta yaşlı bir kadın oturuyor. Zaten önünden
geçerken ister istemez gözün takılıyor. Annesinin elinden kurtulan bir çocuk
oyuncak dükkânına dalıyorum diye rahatlıkla bu dükkânların birine girebilir.
Sonra elinde ışın kılıcıyla çıkar J
Nasıl izin alıyorlar, nasıl halk tepki göstermiyor anlamış değilim.
Tutuculuk böyledir işte. Bir yerden hortlar, hiç farkına
varamazsın. Hayatı boyunca kadına dokunmayan adam oğlancı olur çıkar (Bakınız Katolik
kilisesi), hayatını darmaya (Buda’nın aydınlık yolu) adar ama BMW arabası ve o
arabayı garajında sakladığı kocaman bir villası vardır (Bakınız Tayland’daki
rahip skandalları). Yirminci yüzyılın başlarında ütopik
kitaplar yazan Budist-Konfüçyüsçü reformcu Kang Youwei bile bu örneklere
eklenebilir. Adam reform yapacağım, Mançu krallığını ikna edeceğim, Çin’i
değiştireceğim diye destekçilerden bir ton para topluyor. Macao’dan, Hong kong’dan,
ABD’den, Japonya’dan bir sürü insanı peşine yakıyor. Sonra da yanına 17 yaşında
bir kız alıp, dünyayı geziyor. Çin tarihçisi Jonathan D Spence durumu şu
cümlelerle anlatıyor:
One cannot calculate the costs of Kang Youwei’s peregrinations between
1904 and 1910, but they must have been enormous: Herculaneum, Pompeii, and
Rome; Milan, Paris, Berlin, Copenhagen; West Point, Yellowstone National Park,
Salt Lake City, Monte Carlo, the Alhambra, Fez; Uppsala and Trond heim; Kandy,
Luxor, Jerusalem, Constantinople—these are only a fraction of the places he
visited, and in many of them he stayed in the most luxurious hotels. Why did he
travel so much? Partly because he felt homeless and restless, as he admitted to
Liang Qichao. Partly because as of 1907 he had a new companion, a
seventeen-year-old Chinese girl from Guangdong province who had settled with
her family in the United States. With delightful candor (in the very spirit
that Kang Youwei had exhorted the world’s women to adopt) she had
offered herself to Kang as consort (his third) companion, and secretary, after
being passionately impressed by his photograph. (They traveled everywhere
together, lingered awhile on a little island Kang had bought off the Swedish
coast, and had a son in December 1908.
Ehh, sen gezmeye bu kadar para harcarsan Çin’de reformu kim
yapacak? Bir de gittiği yerlerde romantik şiirler yazıyor, yanında da 17
yaşındaki saf karısı. İstanbul’a vardığı gün ikinci Meşrutiyet ilan ediliyor. Hüzünleniyor
tabii Kang, bizde neden olmuyor diye! Ben de soruyorum işte, neden acaba? Hakikaten
neden acaba! Neyse ki Kang’ın düşperest yorumları rafa kaldırılıyor ve Sun Yat
Sen taraftarları reform falan dinlemeyip, Mançuların kıçına tekmeyi 1912’de
vuruyor. Yoksa Kang’a kalsa Çin daha yüz yıl cumhuriyet yüzü göremezdi.
Şangay'da gördüğüm bir başka ilginçlik de bekar pazarıydı. Müzmin bekarların ya da onların anne-babalarının geldiği bir pazar burası. Bir çeşit çevirimdışı arkadaşlık sitesi. Profilini bırakıyorsun, talibin çıkana kadar bekliyorsun. Malum, Çin'de aile çok önemli. Gençler bir an önce evlenmeli, anne-babaya torun vermeli. Bu yüzden eğitim ve meslek gibi "malayani" dünya işlerine dalıp, evlenmeyi unutan gençler için, anne babaları, kentin göbeğindeki Halk Parkına (İngilizcesi People's Square olan bu mekanı nedense Halk Meydanı diye çevirmek istemedim çünkü meydandan çok parka benziyor.) gelip, çocuklarının profillerinin yazılı olduğu büyük kağıtları parkın içindeki panolara asıyorlar ya da yanlarında getirdikleri şemsiyelerin üzerine koyuyorlar. Bazıları bu işten para da kazanıyor. Komisyonla çalışan bu çöpçatanlar binlerce profili duvarlarında barındırıyorlar. Profiller Çince olduğu için anlayamadım ama birkaç tanesi İngilizce yazılmıştı. Onlarda gördüklerim: Yaş, boy, kilo, aylık maaş ve hukou. Bilmeyenler için Hukou'yu kısaca izah edeyim. Çin'deki ikametgah sistemine verilen ad. Atılan demokratik atılımlarla her ne kadar gevşemiş olduğu iddia edilse bile Şangay'lı bir aile kolay kolay Şangay'da ikametgahı olmayan birisine kız vermez diyorlar. Çocuklarının gideceği en iyi okullar Şangay'dayken, en iyi imkanlar bu kentteyken, buralı birisinin kolay kolay bu kenti bırakıp başka bir kente gitmesi pek düşünülemez.
Komisyonla çalışan çöpçatanlar ve potfolyolarındaki profiller.
Bunlar da çaresiz ebeveynler. Şemsiyeye sığdırdıkları evlatları. Satışa hazır bir el işi gibi.
Şangay’ı yazacaktım yine nelerden bahsetmiş oldum. Şangay’ın
da adı ara ara geçmiş oldu. Hoş, bu düşüncelerin çoğu ben Şangay’dayken ya da Şangay vesilesiyle geldi
aklıma, oradayken küçük defterime notlar aldım. Bu yüzden Şangay başlığı altında olmayı
her şeye rağmen hak ediyorlar. Bana sen neden gezi yazısı yazmıyorsun diyenler
de anlamışlardır benim neden öyle şeyler yazamadığımı. Kafası dağınık bir
insanım ben. Görüntüler değil, o görüntülerin arkasındaki tarih, kültür,
ekonomik ve toplumsal nedenler ilgilendiriyor beni. Gezecek adam alır Lonely
Planet’ı gezer. Ben bile öyle yapıyorum. Orada her şey yazıyor zaten, gezilecek
yerler, yenilecek yerler, tarih ve kültürel zenginlik dahil. Ayrica Şanghay'da yaşayan bir Türkiyeli olan Dinçer Mola Bey'in hazırlamış olduğu Şangay Rehberi sayfası Türkiyeli gezginler için eşi bulunmaz bir kaynak.
Aşağıya kalan resimleri ekliyorum. Şangay defterini bu
şekilde kapatıyorum.
Çay matarasını önüne koymuş, manzaranın fotoğrafını çekiyor. Bund'da, nehrin kenarında.
4 saati 100 Yuan'dan bir otel. Yürümekten yorulup, birkaç saatliğine dinlenmek isteyenler için :)
Jackfruit satan bir kadın.
Epeski usule göre yapılmış yepyeni bir bina.
Bir AVM'nin en üst katından bakınca görünen lambalar.
Jing'an Tapınağı'nda dua eden Budist kadınlar. Nedense dua eden tek bir erkek görmedim bu tapınaklarda.
Jing'an Parkı
Century Park - Yüzyıl Parkı: İnsanlar parkı çevreleyen nehircikte kayıkcıklara biniyorlar.
Yuyuan Bahçesi
Konfüçyüs Tapınağı - Konfüçyüs'ün heykeli
Konfüçyüs Tapınağı
Jing'an Heykel Parkı: Kesinlikle gezilmesi gereken bir yer.
Jing'an Heykel Parkı
Jing'an Heykel Parkı
Jing'an Heykel Parkı
Jing'an Heykel Parkı
Jing'an Heykel Parkı
Jing'an Heykel Parkı
Sun Yat Sen ve devrin diğer siyasi simaları
Sun Yat Sen'in Heykeli. Şangay'daki evinin önünde. Evi şimdi müze.
Elektrik tellerine asılmış ıslak çamaşırlar.
Şangay'daki parklardan birisi. Büyük olasılıkla Halk Parkı.
Şangay Çağdaş Sanat Müzesi: Şangay'a yakışmayacak kadar küçük ama tasarımı güzel. Sergi berbattı, hiç sözünü etmeyeceğim.