Çin hakkında yazacaktım ama elmek grubundaki tartışma iyice
alevlendi. İnsanlar birbirlerine “liboş”, “laf ebesi”, “o buna böyle posta koydu”
gibi ifadeler içeren iletiler göndermeye başladılar. Gönderilen iletilerin her
birisini en az iki defa okudum, yazan kişinin kimin hangi cümlesine ne yanıt
verdiğini anlamaya çalıştım. Çıkardığım sonuç –eğer bir sonuç çıkarılabilirse
tüm bunlardan- genel anlamda şu oldu: Tartışmanın asıl nedeni her ne kadar iletişimsizlik
olsa da tartışmayı büyüten ve bugüne getiren şey “Türk kültürü” ifadesinin toplumumuzun
büyük bir çoğunluğu tarafından kabul edilmiş ortak bir çerçevesinin çizilmemiş
olmasıdır. Bu yüzden şimdi yazacağım mektupta kültür kavramını sarmalayan yanlış
algılardan ve dillere pelesenk olmuş klişelerden söz edeceğim. Hem bu yazı,
ileride Çin kültürü hakkında yazacağım yazılar için de referans olacaktır.
1. Kültür eski olmalıdır: Bu genel bir
kanıdır ve eski olan şeylere kayıtsız şartsız kültürel değer gözüyle bakılır.
Oysa kültür nesnesinde aranması gereken şey eskilik değil, zamana karşı direnebilmiş
ve halen yaşayabilmiş olmaktır. Zaten zamana direnemeyen kaybolur, yok olur. Nostaljiyle
kültürü birbirine karıştırmamak gerekir. Kültür suni desteklerle yaşatılamaz. Meşhur
“The Naked Ape” kitabının yazarı insanı anlamak için balta girmemiş ormanlarda
yaşayan ilkel kabileleri araştıranları bu yüzden eleştirmektedir. Asıl
araştırılması gereken kentlerde yaşayan, her sabah ava çıkar gibi işe giden,
kent hayatından bunalınca pikniğe gidip tıpkı beş bin yıl önceki ataları gibi
ateş yakıp, mangal yapan insanlardır. Çünkü zamana ayak uydurup, zihinsel ve
teknolojik gelişmeyi kentlerde yaşayanlar sağlamıştır. Yani evrilebilme ve etrafa
uyum sağlama kabiliyeti, aslında tüm diğer kültürlerin üzerinde, şemsiye gibi
hepsini gölgeleyen bir üst-kültürdür.
Kısa
süreliğine tarih sahnesine çıkan ve arkada hiçbir iz bırakmadan yok olan şeyler
birer kültür nesnesi olamazlar. Örneğin, İstanbul için son yıllarda kullanılan
lale simgesi aslında anlamını yitirmiş bir kültürün, suni bir solunum cihazıyla
diriltilme çabasından ibarettir. Laleler, bir zamanların İstanbul’una anlam
katan; dönemin üst sınıflarının zevk ve sefasını simgeleyen, edebiyata ve
özellikle şiire ilham kaynağı olmuş, kültür nesnesi olarak algılanması kaçınılmaz
olan bir imgeydi. Oysa bugünkü laleler, kenti birkaç günlüğüne süslemek ve bu
süslemelerden siyasi/ekonomik çıkar sağlamak amacını gütmektedir. Ne İstanbul
halkı lalenin simgesel anlamıyla ilgilenmektedir ne de lale modern zamanlarda
böylesi bir anlamı yüklenecek vasfı muhafaza edebilmiştir. Dolayısıyla lale
herhangi bir çiçekten –gülden ya da sümbülden- daha önemli değildir İstanbul
için.
Ayrıca, günümüzde, toplumsal olarak kabul
gören ama kısa sürede tüketilip gözden düşen sanat ve kültür formları için “pop”
sözcüğü kullanılmakta. Aslına bakılırsa; pop, sanat ya da kültür olma konusunda
çaba sarf etmeksizin, salt tüketilsin diye ortaya konan ürünlere verilen addır.
Bu yüzden de pop kültür ifadesi nereden bakılırsa bakılsın bir oksimoroni
içermektedir. Pop olan kültür değildir, kültür olan da pop. Bu ikisini yan yana
kullandığımız anda ciddi bir uçurumun kenarına gelmişiz demektir.
2. Kültür; bir millete, bir ırka, bir kavme
aittir: Hayır efendim. Kültür bir ırka ya da kavme ait değil, bir toprağa aittir.
Muhakkak ki göç eden kavimler terk ettikleri toprakların kültürlerini yanlarında
taşımışlar ve yerleştikleri topraklara yeni şeyler öğretmişlerdir. Yalnız
getirilen şeylerin, yeni yerleşilen topraklarda öğrenilen şeylerle
kıyaslandığında çok cılız kalacağını düşünüyorum ben. Neden mi? Çünkü insan her
şeyden önce coğrafyanın ve iklimin kölesidir. Toplumsal kurallardan, yazılı
hukuka, edebiyattan dinsel törenlere kadar hayatın hemen her katmanında
coğrafyanın etkisi vardır. Bunu inkâr etmek insanı doğadan ayırmak anlamına
gelir. Durum böyle olunca, yani insanı yaşadığı veya yaşayacağı çevrenin
şartlarına uyum sağlamakla yükümlü hale getirdiğimizde; kültür nesnelerindeki
mutasyonun da açıklaması kısa yoldan yapılmış olur. Örneğin; Türkler, Orta Asya’dan
yola çıkıp yüzyıllar süren bir yolculuktan sonra Anadolu’ya girmişlerdir. Bu
yüzyıllar süren yolculuk esnasında Orta Asya’dan getirdikleri kültür ciddi
anlamda değişikliğe maruz kalmıştır. Şamanistliği bırakıp İslamı seçmişler –bir
Şamanizm ve İslam karışımı olarak algılanabilecek olan Bektaşilik aslında
kültürlerarası etkileşimin güzel bir örneğidir-, göçebe hayatı bırakıp yerleşik
hayatı tercih eder olmuşlar, çölün ortasına çadırlar kurup yaşamaktan vaz geçip
kentler inşa etmişler, devlet kurumlarında önemli noktalara gelecek kadar
Abbasi hanedanında söz hakkı olmuşlar. Bütün bunları yanlarında getirdikleri
Orta Asya kültürüyle yapamayacakları aşikârdır. Yol aldıkça öğrenmişler,
öğrendikçe değişmiş ve değiştirmişlerdir.
1071’de Selçuklular Anadolu’ya
girdiklerinde Anadolu’da yaşayan bir yığın millet vardı. Nereye gitti o
milletler? Buharlaşıp, uçmadıklarına göre Türklerle karışmış olmalılar. Doğu
Roma İmparatorluğu’na ait topraklar azalınca Romalıların nüfusu da azalmıyordu
ki! Hem aynı Anadolu topraklarında Romalılardan önce Hititler, Frigyalılar,
Asurlular, Lidyalılar yok muydu? Nereye gitti onların kültürleri? Hiçbir yere
gitmediler, oldukları yerde kaldılar. Toprak kendini yeni sahiplerine
sunarken, kültür de ağır aksak değişimler geçirerek yeni sahiplerine ulaştı.
Bugün bizim Türk kültürü dediğimiz şey binlerce yıldır yüzlerce medeniyete ev
sahipliği yapmış kadim Anadolu topraklarının kültürüdür. Bu kültürün içinde
rakı da vardır, ayran da! Bu kültürün içerisinde kız kaçırmak da vardır tesbih
çekmek de. Bu kültürün işinde yaşmak da vardır, eşek becermek de! Bu kültürün
içinde gerdek odasına giren damadın sırtını tokatlamak da vardır, mutlu
günlerde dansöz oynatmak da… İster beğenelim, ister beğenmeyelim. Bunlar
toprağın sahiplerince yapılan şeylerdir. Kültür bunların hepsi olsa da herkes
tarafından hepsinin kültür olarak algılanmaması gayet normaldir. Çünkü tek
sorun Türk Kültür’ünü tanımlamak ve onu “etrafını cami ağyarını mani” bir
çerçeveye sığdırmak değildir. Bir başka sorun da tanımlanan kültür nesnelerinin
hangilerini yaşatmaya devam edeceğimize karar vermek ya da bu kararı kimin
vereceğini tayin etmektir.
3. Kültür siyasetten bağımsızdır: İşte bu
noktada işin içine siyaset girer. Tarihin hiçbir devrinde kültür siyasetten
bağımsız olmamıştır. Cumhuriyetin kazandırdığı toplumsal devrimler bize “kökleri
doğuda ama dalları ve yaprakları batıda olan” bir medeniyet olduğumuz fikrini
aşıladı. Yani aslen doğuluyduk ama ileride bir gün batılı olacaktık. Harf
devrimi, kıyafet devrimi, kanunlardaki değişiklikler (İtalya’dan Ceza Hukuku,
İsviçre’den Medeni Hukuk vb) hep bu yönelimin göstergesidir. Durum böyle olunca
batı kültürüne daha yakın sayılan kültür nesnelerinin –içki, güzellik
yarışmaları, balolar vb-, elimizdeki hazır havuzdan çekilip topluma sunulması
da kaçınılmazdır. Cumhuriyet, kendi hazırladığı batı programına uygun olan
kültür nesnelerini toplumun önüne koyup, onların alışkanlık halini gelmesini
arzuluyordu.
Eğer 20. Yüzyıl Türkçe edebiyata biraz
dikkatle bakarsak aslında hemen hemen tüm romanlarda tartışılan iki konudan söz
edebiliriz: Aşk ve Doğu-Batı sorunsalı. Hadi aşk için edebiyatın, şiirin ve
hatta hayatın yegâne bahanesidir deyip, onu şimdilik geçiştirelim. Doğu-Batı
sorunsalı bir kimlik bunalımından çok bir aidiyet sorusunu getiriyordu
aydınımıza. Sonuçta kimliğimiz belliydi. Müslüman-Türk toplumuyduk, kuşkumuz
yoktu (aslında olmalıydı ama neyse, bu ayrı bir konu) . Asıl sorulması gereken
soru nereye ait olduğumuzdu. Doğulu muyduk yoksa batılı mı? Yeni kurulan
cumhuriyet Türkiye’yi bir batılı uygarlık olarak lanse etmeye çalışıyordu. Bunu
yaparken ilk iş olarak, bu amaca ulaşmayı engelleyecek unsurları ortadan
kaldırması gerekiyordu. Bunun için de doğululuğu anımsatan, doğuyu çağrıştıran
kültür nesneleri mümkün olduğunca arkada bırakıldı. Siyasi rüzgar batılıların
lehine eserken durum böyleydi.
Şimdi de bu durumun tersi gerçekleşiyor.
Siyasi güç muhafazakâr bir partinin eline geçti ve kültür nesnelerinin seçimi
farklı bir tercih cetveline girmiş oldu. Cumhuriyet’in batıya dönük
icraatlarına karşılık olarak AKP hükümeti, hem kendisine oy veren kesime sus
payı vermek için hem de çarkları tersine çevirme gücünü denemek için yeni
kültür normları belirlemeye başladı. Geçen hafta dekolte giydiği için işinden
atılan televizyon sunucusunun durumu aslında buna güzel bir örnektir. 90 yıl
boyunca normal karşılanan ya da ses çıkarılmayıp hoş görülen şeyler,
muktedirlerin toplum mühendisliğine soyunuşlarının ilk kobayları olmaya
başladı. İçki alımına ve reklamlarına getirilen kısıtlamalar da aynı kefeye,
kültürün siyasileştirilmesi kefesine konulabilir. Bu yüzden de bir zamanlar
rakıya milli içki diyen devlet bugün ayran için aynı şeyi söylemektedir. Maksat
kültüre müdahale etmek, onun akıp gittiği yatağı değiştirmektir. Bu da
siyasilerin sıklıkla yaptığı bir iştir. Özellikle vatandaşlık haklarının
anayasayla tam olarak korunmadığı ya da anayasanın çok kolay değiştirilebilir
bir “arayasa” halinde algılandığı ülkemizde, kültüre müdahale kolaylıkla
uygulanabilmektedir.
4. Kültür ekonomiden bağımsızdır: Bir
başka yanılgı da insanların kültürel seçimlerini parasal değerlerden bağımsız
olarak yaptıkları düşüncesidir. Oysa hayatın hemen her kısmında olduğu gibi
kültür nesnelerinin evriminde de ekonomik etkenler çok büyük bir rol
almaktadır. Örneğin, Türkiye’de çayın kahvenin yerini alması ekonomik
nedenlerle izah edilebilir. Kahve üretmeyen Türkiye, Karadeniz bölgesinde çay
ekip biçmeye başladıktan sonra bakmıştır ki çayı halka çok daha ucuza verebilir.
Dolayısıyla uzun vadede kahve ithalatı azalmış, onun yerini ucuza üretilen çay
almıştır. Sonrasında da bir çay kültürü doğmuştur: ince belli bardaklar, altlı
üstlü demlikler, küp şekerler, çay ocakları… Son yıllarda Türk kahvesine doğru bir dönüş
gözlemlense de bu dönüşün çayın tahtını sarsacağını hiç sanmıyorum.
Ekonomik etkenleri göz önüne
alınca aslında pek çok şeyin kültürümüze çok geç girdiği halde, insanımızın
çabucak onları baş tacı ettiğini görürüz. Ucuz olup, rahat elde edilebilen,
diğerinin yerini almıştır. Eğer kültür nesnelerinin ilk ortaya çıktıkları yeri
göz önüne alıp, Türkiye topraklarında doğmamış olanları –ya da Türkler gelmeden
önce Anadolu’da var olanları- Türk kültürünün dışına atarsak elimizde pek bir
şey kalmayacağını görürüz. Örneğin, patatesin ve domatesin ana vatanı Amerika
kıtasıdır. Gitti bizim bir ton patatesli yemek. Patlıcanın ana vatanı Hindistan’dır.
Gitti musakkalar, imambayıldılar, karnıyarıklar… Mangal ve yoğurt dışında kalan
baklava, lokum, kahve, rakı, dondurma, göbek dansı, hat sanatı, kitap süsleme
sanatı ve benim şimdi aklıma gelmeyen yığınla kültür nesnesi ya Türkler Anadolu’ya
gelmeden önce de bu topraklarda vardı ya da Türkler geldikten sonra ekonomik
nedenlerle ithal edildiler. Buna rağmen, bu ürünleri içselleştirmiş, yeri
gelince değiştirmiş, yerel şartlara göre şekillendirmiş olan halk Anadolu
halkıdır. –Bu yüzden ben Türk kültürü demek yerine aslında Anadolu kültürü demeyi
tercih ederim ama bu yazıya elmek gurubundaki tartışmadan yola çıkarak
başladığım için Türk kültürü demek zorunda kaldım-. Dolayısıyla, toprağın
bağrını açıp benimsediği, halkın gönüllerini açıp kucakladığı bir şeye;
gerekçesi ister siyasi, ister dinsel olsun, hayır demek yanlıştır, insanlık
adına işlenen bir suçtur.
5. Kültür nesnel bir bilgidir ve oradadır: Kültür insanın dışında var olmayan bir şeydir ve insan onu var ettiği sürece vardır. Dolayısıyla nesnel bir tarafı yoktur. Bir nazar boncuğu aslında mavi bir cam üzerine konmuş beyaz bir noktadan ibarettir. Onu bir kültür nesnesi haline getiren şey, tarihsel olan insanla olan bağıdır. Bu bağ olduğu sürece nazar boncuğu bir kültür nesnesi olabilir. Bu yüzdendir bir kültüre dışarıdan bakanların o kültürü başlangıçta tuhaf karşılamaları, anlamlandıramamaları ve kimi zaman hor görmeleri. Tarihsellikten arındırılmış bir nesne kültürün dışına itilmiş bir nesnedir. Aynı şekilde bir kültür nesnesinin değeri onun materyal varlığında değil, onun tarihselliğine önem veren insanların zihinlerindedir. Bu yüzden ben bir yabancı olarak bir pagadoya kültür nesnesi muamelesi uygulayacaksam, bunu aslında pagodaya değil, yerel Çinli halkın zihinlerindeki pagoda imgesine doğru yaparım. Nesnenin değeri zihinler arasında yolculuk yapar ve ancak yerel halk ona değer veriyorsa, dışarıdan bakan ona anlam verebilir. Aksi takdirde pagoda, kökeni Budist stupalara dayanan, aslen Hindistanlı olan bir ibadet yeridir. Bundan ne fazladır, ne de az. Çinli bunu alıp, içselleştirdiğinde ona tarihsel bir anlam katar. Bu anlam sayesinde pagoda bir değer kazanır ve kültür nesnesi olarak anılmayı hak eder. Onun bu değer verişini fark eden gezgin de aynı fark edişi yaşamak için o nesneye yönelir. Amaç, görmek ve fotoğraflamak değildir. Amaç, Çinli vatandaşın duyumsadıklarını duyumsamak, bu mümkün değilse en azından buna yaklaşmaktır.
Bu konuda daha pek çok şey yazılabilir ama bundan sonra yazacaklarım da az çok bu minvalde şeyler olacaktır. Unutulmaması gereken en önemli şey kültürün halkların ortak bir ürünü olduğudur. Hiçbir millet safkan bir ırkın çocuklarından oluşmamaktadır. Tam tersine, tüm ırklar toprak ananın çocuklarıdır. Kültür de aynı toprağın, aynı suyun, aynı havanın çocuğudur. İnsanlar var oldukça siyaset var olacaktır. Kaynakların sınırlı olduğu dünyamızda paylaşmayı beceremeyen insanlar savaşlar çıkaracak ve her seferinde bu savaşlara paradan başka bahaneler uyduracaklardır. Din ve millet kavramları aslında bu kaynak savaşlarını örtbas etmek için kullanılan en güzel kamuflajlardır. Kültür bunların yanında değil üzerindedir, öyle olmak zorundadır. Onu orada tuttuğumuz sürece toprağın has çocukları olmaya devam edebiliriz. Aksi takdirde kültür de paylaşım savaşları için birer gerekçe haline dönüşür ve insanlığa hizmet yerine hezimet getirir.
5. Kültür nesnel bir bilgidir ve oradadır: Kültür insanın dışında var olmayan bir şeydir ve insan onu var ettiği sürece vardır. Dolayısıyla nesnel bir tarafı yoktur. Bir nazar boncuğu aslında mavi bir cam üzerine konmuş beyaz bir noktadan ibarettir. Onu bir kültür nesnesi haline getiren şey, tarihsel olan insanla olan bağıdır. Bu bağ olduğu sürece nazar boncuğu bir kültür nesnesi olabilir. Bu yüzdendir bir kültüre dışarıdan bakanların o kültürü başlangıçta tuhaf karşılamaları, anlamlandıramamaları ve kimi zaman hor görmeleri. Tarihsellikten arındırılmış bir nesne kültürün dışına itilmiş bir nesnedir. Aynı şekilde bir kültür nesnesinin değeri onun materyal varlığında değil, onun tarihselliğine önem veren insanların zihinlerindedir. Bu yüzden ben bir yabancı olarak bir pagadoya kültür nesnesi muamelesi uygulayacaksam, bunu aslında pagodaya değil, yerel Çinli halkın zihinlerindeki pagoda imgesine doğru yaparım. Nesnenin değeri zihinler arasında yolculuk yapar ve ancak yerel halk ona değer veriyorsa, dışarıdan bakan ona anlam verebilir. Aksi takdirde pagoda, kökeni Budist stupalara dayanan, aslen Hindistanlı olan bir ibadet yeridir. Bundan ne fazladır, ne de az. Çinli bunu alıp, içselleştirdiğinde ona tarihsel bir anlam katar. Bu anlam sayesinde pagoda bir değer kazanır ve kültür nesnesi olarak anılmayı hak eder. Onun bu değer verişini fark eden gezgin de aynı fark edişi yaşamak için o nesneye yönelir. Amaç, görmek ve fotoğraflamak değildir. Amaç, Çinli vatandaşın duyumsadıklarını duyumsamak, bu mümkün değilse en azından buna yaklaşmaktır.
Bu konuda daha pek çok şey yazılabilir ama bundan sonra yazacaklarım da az çok bu minvalde şeyler olacaktır. Unutulmaması gereken en önemli şey kültürün halkların ortak bir ürünü olduğudur. Hiçbir millet safkan bir ırkın çocuklarından oluşmamaktadır. Tam tersine, tüm ırklar toprak ananın çocuklarıdır. Kültür de aynı toprağın, aynı suyun, aynı havanın çocuğudur. İnsanlar var oldukça siyaset var olacaktır. Kaynakların sınırlı olduğu dünyamızda paylaşmayı beceremeyen insanlar savaşlar çıkaracak ve her seferinde bu savaşlara paradan başka bahaneler uyduracaklardır. Din ve millet kavramları aslında bu kaynak savaşlarını örtbas etmek için kullanılan en güzel kamuflajlardır. Kültür bunların yanında değil üzerindedir, öyle olmak zorundadır. Onu orada tuttuğumuz sürece toprağın has çocukları olmaya devam edebiliriz. Aksi takdirde kültür de paylaşım savaşları için birer gerekçe haline dönüşür ve insanlığa hizmet yerine hezimet getirir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder