Bu Blogda Ara

18 Ekim 2013

Çin Mektupları 13

Çin’e gelmeden önce buradaki Türkiyelilerin iletişimini sağlayan bir elmek grubundan haberdar olmuştum. Gruba üye olmak için başvurmuştum ama başvurum henüz Çin’de bir ikametgâhım olmadığı için yanıtsız kalmıştı. Gelir gelmez aynı gruba tekrar başvurdum. Daha önce üyesi olduğum gruplar gibi öyle “Ben burada yaşayan bir Türkiyeliyim. Beni de aranıza alın.” deyince almıyorlar gruba. Bir form dolduruyoruz, yaşadığımız kentteki adresi ve işimizi yazıyoruz. O formu gönderdikten sonra gruba dâhil olabiliyoruz. Dışarda kalanların yadırgayabileceği bir durum olsa da bu işi üstlenen konsolosluk –ya da elçilik- çalışanlarını anlayabiliyorum. Mutlaka daha önceki yıllarda Çin’de yaşıyorum yalanıyla gruba üye olup, kişisel reklamlarını yapmak isteyen fırsatçılar olmuştur. Böylesi bir önlem aksi takdirde alınmazdı.

Neyse, son günlerde bu grupta dönüp dolaşan bir tartışma var. Tartışmanın konusu Şanhay’da* geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen Turkuaz Türk Kültürü ve Yemekleri festivali. Adından da anlaşılacağı gibi festivali düzenleyenler Fethullah Gülen cemaatine bağlı, zamanında buraya öğrenci ya da girişimci olarak gelmiş insanlar. Sadece addan değil tabii, festivalin web sayfasında TÜÇSİAD’dan ve PASİAD’dan beraber bahsediliyor. Yani bunlar kardeş kuruluşlar. Hatta bence PASİAD, TÜÇSİAD’ın abisi çünkü bildiğim kadarıyla PASİAD on üç yılı aşkın bir süredir var. Çin büyük bir ülke ve dev bir pazar olduğu için ayrılması münasip görülmüştür. Ayrıca sponsorların arasında Seyidoğlu, Güllüoğlu gibi adlar var. Bu sonuncusu Gezi Direnişi sırasında gazdan kaçıp dükkâna sığınan eylemcileri polise teslim eden meşhur baklavacıdır. Benim festivale katılmamam için yeter de artar bu neden.

Herhalde festivalin cemaat bağlantılı kurumlar tarafından düzenlendiğini bilen tek kişi ben değilimdir. Herkesin bildiği ama kimsenin söylemediği bir gerçektir bu. Belki insanlar kendi aralarında konuşurken daha rahat bir şekilde düşüncelerini söylüyorlardır. Belki de malumun ilanına gerek görmedikleri için mürekkeplerini boşa harcamak istemiyorlardır. Benim için ilginç olan festivalin kendisi değil zaten. Asıl ilginç olan festival sonrası yazılanlar ve bu yazılanlara sessiz kalan festival düzenleyicileri. Baştan alalım!

Cemaat bir festival düzenlemiş ve herkesi davet etmiş. Bu festivale hükümetten rical-i devleti de çağırmış. Ehh, hükümeti bildiğimize göre o cenahta bir sıkıntı çıkmayacaktır. Onlar da gelmişler. Çinli akademisyenleri, yazarları, gazetecileri ve Çin’de yaşayan Türkiye vatandaşlarını da davet etmişler. Kendi hallerinde yemişler, içmişler, konuşmuşlar, eğlenmişler. Tabii ki bu eğlenme faslı kendilerinin sınırlarını çizdiği “Türk Kültürü” diye tanımladıkları çerçevenin dışına çıkmayacaktır. İşte en büyük sorun da burada başlıyor. “Türk Kültürü” diye tanıtılan kültür Türkiye’yi ne kadar temsil ediyor? Yani onların çizdiği çerçeveye biz de sığabilecek miyiz?

İlk eleştirilerden birisi neden burada yıllardır yaşayan deneyimli girişimcilere böylesi bir festivalde rol verilmediği üzerineydi. Madem böylesi güzel bir etkinlik düzenliyorsunuz, bırakın biz de elimizi taşın altına koyalım. Biz de katkıda bulunalım, yemek yapalım, dondurma yapalım, çay yapalım... Ben böylesi bir teklifin cemaat tarafından kolay kolay kabul edileceğini sanmıyorum. Konusunu bile açmazlar haftalık istişarelerinde. Çünkü cemaat demek “sadakat” ve “itaat” demektir. Bu ikisi duvardaki tuğlaları birbirine bağlayan çimentonun ta kendisidir. Sadık değilsen, üssünün dediğini sorguyla sualle boğup akıl cenderesinden geçirmeye kalkıyorsan pek bir işe yaramazsın, geride kalırsın, asi olarak anılırsın. Cemaat üyelerinin sık sık okudukları “Ölçü ve Yoldaki Işıklar” kitabının 143. sayfasını (Bak hala hatırlıyorum bunca yıl geçmiş olmasına rağmen) herkese tavsiye ederim. Orada dava adamını anlatır FG.  Hatta bütün bir kitabı tavsiye ederim, eğer bulabilirseniz okuyun. Karşınızdaki –yanınızda da olabilir- insanı anlamanın en iyi yollarından birisi onun okuduklarını okumaktır.  

Cemaatin prensiplerine göre kör bir sevdayla bağlanmamışsan, bağlanmamışsın demektir. Önce sadakat, sonra itaat! Dolayısıyla cemaat kendi içinde gördüğü sadakati bulamayacağı kesimlerle mesafeyi korur. Onlara sempatizan adını takar. İşi düştüğü zaman onları kullanır, vitrinlerde gülücükler saçan tanınmış simalar bunlara güzel örneklerdir. Bu yüzden bir iş yapacakları zaman sponsorlar, destekçiler ayarlanır. Bunlar işi yapanların sadece kendileri olmadığını, yedi düvelin arkalarında olduğunu ima etmek içindir. Aynı zamanda başlarına bir şey gelirse topu birilerine atmak için –zaten biz bunu Kültür Bakanlığıyla birlikte yapıyoruz…- bahaneleri de hazırdır. Müspet olmayan kesimlere menfi der, bir kenarda bekletirler. Ayaklarının kayacağı günü beklerler ya da o günün çabuk gelmesi için çok gerilerden planlar yapar.

Bir başka nokta da cemaatin “İyi bir şey yapılacaksa onu biz yaparız.” tutumudur. Yıllar önce Tayland’dayken kendi başıma bir dergi çıkarmaya başlamıştım. Yazdığım öyküleri, Türkiye’de ve diğer dış ülkelerde yaşayan arkadaşlardan topladığım şiirleri ve yazıları derliyor,  dergi yapıyordum. İki ayda bir çıkardığım bu dergiye Orhan Veli’nin tek sayfalık dergisine ithafen, “Yaprak” adını vermiştim. Kendim yazıyor, topluyor, yazıcıdan çıkarıyor, fotokopicide çoğaltıyor ve tanıdıklarıma postalıyordum. Masrafları da cebimden karşılıyordum. Tabii o zamanlar –yıl 2004-  tanıdıklarımın hemen hepsi ehl-i cemaat. Ara sıra ziyaretlerine falan da gidiyorum. Kimse; ne dergiyi aldık, eline sağlık, şu yazı güzel olmuş diyor ne de biz de el atalım, birlikte çıkaralım diye teklif getiriyor. Dergiyi getirip dağıttığım akşamlarda bile büyükler burunlarını kıvırarak bakardı benim bu girişimime. Hani “Ne gerek vardı şimdi?” der gibi. Dergiyi eline tutuşturduğum bir “abi” şöyle bir baktıktan sonra bana dönüp, “Bak bu benim yeni cep telefonum. Nasıl, güzel mi?” demişti bir keresinde. Bir başka zaman da gümüş işiyle uğraşan birisinin evinde dergiyi ayakkabıların altına serdiklerine şahit olmuştum. İnsan bozuluyor tabii ister istemez. Sen uğraş didin çabala. Bir şeyler ortaya koy ama eski dostlarım dediğin insanlardan en basit bir desteği bile görme. Benimkisi saflık, biliyorum da! Onlarınkisi bu bahsettiğim şey.

O zaman anlamıştım cemaatin “eğer iyi bir şey yapılacaksa ya biz yaparız ya da yapılmasına vesile oluruz.” felsefesini. Çünkü cemaatin yapacağı işlerde yoğun kontrol ve sansür vardır. Söylenecek her kelime, yapılacak her eylem ciddi gözden geçirilmeli, birkaç kere büyüklere sorulmalıdır. Bunun yapılamadığı ya da yapılamayacağı ortamlar zaten dışarısıdır. Dışarısı da tekin değildir, sadık değildirler bir kere. Sadık olmadıkları için söz dinlemezler. Kafalarına göre hareket ederler. Bu ise en tehlikelisidir. Cemaat zaten kelime olarak bireyin karşıtıyken nasıl olursa üyelerine kafalarına göre hareket etmelerine izin verir? Vermez, verirse cemaat olamaz… Şu ifade yine yukarıda adı geçen kitaptan: Her şeyi tenkit, her şeye itiraz, bir yıkma hamlesidir. Şayet insan, bir şeyi beğenmiyorsa, ondan daha iyisini yapmaya çalışmalıdır. Zira, yıkmaktan harabeler, yapmaktan da mâmûreler meydana gelir.  Ehh, yuh yani! Daha iyisini yapamayacaksak hiçbir şeyi eleştirmeyecek miyiz? O zaman para basamayacağıma göre Hazine Müsteşarlığının para politikasını eleştiremem, siyasete giremeyeceğime göre başbakanın sözlerini eleştiremem, daha iyisini yazamayacağım için okuduğum kitabı eleştiremem. Bu zihniyetle yetiştirilen bir gencin nasıl bir birey olacağını düşünebiliyor musunuz?  Ekrem Dumanlı yıllar önce yaptığı bir sohbette şakirtleri “fabrikadan çıkan standart ürünlere” benzetmişti. Aynı kitapları okuyan, aynı kasetleri dinleyen, aynı videoları izleyen bir topluluğun üyelerinin farklı olacaklarını düşünen ve aralarına girecek yabancıların yüzlerine hoş görüyle bakıp, arkalarından kendi planladıkları işleri yapmaya devam edeceklerine inanmayan insan yine onların tabiriyle “ahmak-ul hamakat” olmaz da ne olur?

Şunu da belirtmekte yarar var. Süreklilik açısından, en azından şimdilik, yurt dışında cemaatten daha iyi bir alternatif yok. Cemaat üyeleri bir yere gidip kök saldıktan sonra o ülkeyi terk etseler bile arkalarında daha kalabalık bir topluluk bırakıyorlar. Dolayısıyla işler, yani ilişkiler aksamıyor. Biri gidiyor, diğeri geliyor. Sorumluluklar devam ediyor. Benzer bir uygulamayı başka birileri yapabilir mi? Liberal düşünceliler ya da sol görüşlüler bu işi uzun süre yürütemezler çünkü işlerin devamı için ciddi bir “insan” desteği gerekir. Ben bu yıl Çin’deyim, gelecek yıl kim bilir neredeyim. Kurduğum bağlantılar da, başlattığım dostluklar da burada kalacak ben gidince. Ama onlar öyle mi? Biri gidiyor, diğeri geliyor. Dawkins özgür düşünen insanları dindar muhafazakârlarla karşılaştırırken, birincisini kediye (nankör, kendi başına, birlik oluşturamayan), ikincisini köpeğe (sadık, laf dinleyen, ayağının dibinden ayrılmayan, sürü halinde gezen ve kimi zaman sürü halinde saldıran) benzetiyor. Sanırım doğru bir tespitte bulunuyor. Bu işi yapacak insanlar git dedin mi gidecek, gel dedin mi gelecek, kal dedin mi kalacak! Öyle, “ben de fikrimi beyan edeyim”, “ama bana kimse fikrimi sormadı ki” falan dersen işler yürümüyor. En azından gurbette böyle bu işin raconu! Neyle tutacaksın insanları, zaten bir avuç insansın? Hem başka nasıl döner bu çarklar, cemaatin dünyasına askeri bir disiplin havası hâkim olmasa? Peki benzeri burada yapılamaz mı? Yapılır ama uzun süre burada kalmaya ant içmiş, fedakar insanlar gerekli. Olur mu olur, neden olmasın? Yeter ki isteyelim. "If there is a will, there is a way" yani :) .

Bir eleştiri festivalde yemek yapan kadınların hepsinin başörtülü olduğu üzerineydi. Başörtüsü konusu bireysel özgürlükleri ve aydınlanma felsefesini yakından ilgilendiren, hem hassas hem de derin bir konu. Yalnız, oradaki kadınların Türk kadınını temsil etmediği doğruysa, oradaki erkekler de Türk erkeğini temsil etmiyordur. Bu ikincisini anlamamızı sağlayacak, zihinlerdeki örtüyü gösterecek bir aletimiz henüz yok. Bu durumda kadınlara başörtülü oldukları için ayırım yapıp, en az onlar kadar örtülü olan erkeklere yol vermek ayrımcılık olur. Ayrıca başı açık olup da bin bir türlü hurafeye inanan pek çok kadın biliyorum ben. Fal baktıranlar, astrolojiye bel bağlayanlar, kurşun döktürenler… Başın açık olması da zihnin açık olmasını garanti etmiyorken başörtülü kadınları sırf bu yüzden eleştirmek karmaşık bir hal alıyor demektir. Tabii, buradaki eleştiri başörtülü kadınlara değil. Başörtüsüz kadınların orada yer almayışına. Bence bu gayet tutarlı bir soru olabilir. Başörtüsüz kadınlar da Türkiye’nin bir parçası olduklarına göre onlara neden yer verilmemiş? Bildiğim kadarıyla cemaatteki abilerin bazılarının eşleri başlarını bağlamıyorlar. En azından onlar gelmiştir diyordum ama onlar da gelmediyse…

Bir başka eleştiri de festivalde Atatürk’ün herhangi bir resminin olmaması üzerineydi. Hatta, bu sorunu kendisine dert edinmiş Atatürkçü bir vatandaş, gitmiş ve kendi gayretiyle bir Atatürk resmi çerçeveletmiş. Resmi bir yere asmışlar ama yarım saat sonra resim ortadan kaybolmuş. Burada iki suçlama var: Resmin baştan beri hiç hesaba katılmaması ve var olan resmin bir üfürükten bir bahaneyle görünürden uzaklaştırılması. Kültür Bakanlığının yakinen katkıda bulunduğu bir etkinlikte Atatürk resminin olmaması tuhaf geldi bana ama devir AKP devri olduğu için çok da anormal bulmuyorum. İşin cemaat kısmına gelirsek, zaten böyle bir şeyi ummak abesle iştigal olur. Benim gördüğüm cemaat okullarının hiçbirinde sınıflarda ya da bilumum idari odalarda Atatürk resmi olmazdı. Soranlara “Mecbur değiliz ki” yanıtı verilirdi. Mecbur olmadığımız için koymuyoruz demek “istesek koyarız ama istemiyoruz” demekle aynı şeydir.

 Ben şahsen Atatürk'ün adının birleştirici bir unsur olarak, tüm yaşananlara rağmen ülkemizde halen geçerli olduğunu düşünenlerdenim. Dolayısıyla ülkeyi tanıtma amacı güden bir festivalde Atatürk’e ait, olabildiğince tarafsız bir köşenin olması bence çok isabetli olurdu. Hem tarihi anlamaları, hem de Çinlilerin kendi 1911 devrimlerine bakmaları açısından iyi sonuçlar doğurabilirdi. Sonuçta Kang Youwei’nin dediği gibi Qing hanedanı zamanındaki Çin ile gerileme zamanındaki Osmanlı, o devirde birbirine en çok benzeyen iki ülke. Kang Osmanlı’nın Avrupa’nın hasta adamı benzetmesini Çin için de kullanıyor ve reformu (tanzimatı) şart koşuyor. Ehh, fena mı olurdu Türk siyasi tarihiyle Çin siyasi tarihini benzeştiren bir güzel köşe yapılsaydı, değerli insanlar değerli yerlerine konsaydı…  

Aynı vatandaşın ısrarla sorguladığı diğer konuya ise değinmeye hiç gerek yok. Adam gitmiş, emek vermiş, bir resim yaptırtmış. “Resimdeki Atatürk’ün kravatı yamuk” deyip resmi ortadan kaldırmak da nasıl bir şeydir anlamış değilim. Böyle bir saçmalık olabilir mi?

İşin tuhafı, bütün bu eleştirilere rağmen festivali düzenleyen Turkuaz Türk Kültürü ve Yemekleri Festivali düzenleyicileri gruba mesajlar gönderip, ne kadar büyük bir işi başardıklarını anlatıyorlar. Hiçbir eleştiriye de yanıt vermiyorlar. Sanki onca şey hiç söz edilmedi, hiçbir eleştiri yapılmadı. Herkese mesut ve memnun!!! Dün uzun bir mesaj göndermişlerdi yapılanları anlatan –insanların tepkisi yapılanlara değil, yapılmayanlara zaten!- bugün de Türkiye’deki ve Çin’deki gazetelerde festivalle ilgili çıkan haberleri göndermişler. Türkiye’deki haberler bildiğimiz yandaş medyanın gazetelerinde yayınlanmış. Alıp okuduğum gazeteler olmadığı için –Radikal’e bazen bakarım ama Eyüp Can geldiğinden beri ondan da soğudum-, Türkiye’de olsam haberim olmayacaktı bu festivalden. Buradaki gazetelerin de zaten gruba yazılan eleştirilerin seviyesini anlayamayacakları muhakkak. Onlar için bu bir festivaldi, yedik içtik eğlendik; semazen gördük, kebap yedik, çay içtik… Yabancıya misafir muamelesi çekmek, bir daha gelin, yine bekleriz demek ama hepsinden de önemlisi haber yapmış olmak.

Bu kadar yazmışken bir de kendi eleştirimi yazayım. Türk Kültürü Festivali demişler ama edebiyatla ilgili hiçbir etkinlik düzenlememişler. Yapmışlarsa bile dün gönderilen mesajda hiç sözü geçmemiş. Hadi, Nazım Hikmet’i, Aziz Nesin’i, Sabahattin Ali’yi sevmezsiniz de -işinize gelen şiirleri, öyküleri yeri gelince yayınlamanın dışında- bari ortada gezinenlerden bir derleme yapaydınız. Ne bileyim, aruzcuların sonuncusu Yahya Kemal mesela, huzursuzluğun romanını yazan Tanpınar mesela (bildiğim kadarıyla Çinceye çevrildi)…  Onlar da yok! Kültür deyince ebru, mehter, ipek yolu, semazen, Karagöz Hacivat (en muhafazakârlarından).  Bir de bastonlarla yürüyen iki buçuk metrelik canlı bir maskot. Ehh yani, ses getireceğiz diye adamcağızı Doğu Nanjing yolunun kalabalığına sokmak, sonra da bunu reklam olarak kullanmak… Pes yani diyorum pessss ve esefle kınıyorum. Kınasam ne olacak ki zaten! Duyuyorum ben sizleri, “İt Ürür Kervan Yürür” deyişinizi… Deyin bakalım. 

Şimdilik bu kadar yetsin.


*Bu arada Çinli birkaç arkadaşa sordum. Şanhay diyorlar. “g” sesi neredeyse hiç çıkmıyor. Dolayısıyla artık ben de Şanhay diyeceğim.

3 yorum:

  1. Elinize sağlık yazı için.. Şu 143. sayfayı merak ettim..
    Internette kitabın metni var (http://goo.gl/7nb2MN) ama sayfaları söylememişler, sayfada geçen bir cümle varsa aklınızda sanırım daha rahat bulunabilir :-)

    YanıtlaSil
  2. Burada büyük bir kısmı var: http://www.olcuveyayoldakiisiklar.com/fethullah-gulen-olcu-veya-yoldaki-isiklar-hareket-perspektifi/6247-fethullah-gulen-olcu-veya-yoldaki-isiklar-hizmet-insani.html

    YanıtlaSil
  3. Adsız10:55 ÖS

    bazi seyleri anlamak nasip meselesi. denizin icine dusup islanamadan da cikabiliyor bazen insanlar. kendi bilgilerine, tecrubelerine veya ne dersen ona aldanip kor olmak ne kotu.. istikamet diliyorum

    YanıtlaSil