Çin’e gelmeden önce buradaki Türkiyelilerin iletişimini
sağlayan bir elmek grubundan haberdar olmuştum. Gruba üye olmak için
başvurmuştum ama başvurum henüz Çin’de bir ikametgâhım olmadığı için yanıtsız
kalmıştı. Gelir gelmez aynı gruba tekrar başvurdum. Daha önce üyesi olduğum
gruplar gibi öyle “Ben burada yaşayan bir Türkiyeliyim. Beni de aranıza alın.” deyince
almıyorlar gruba. Bir form dolduruyoruz, yaşadığımız kentteki adresi ve işimizi
yazıyoruz. O formu gönderdikten sonra gruba dâhil olabiliyoruz. Dışarda
kalanların yadırgayabileceği bir durum olsa da bu işi üstlenen konsolosluk –ya da
elçilik- çalışanlarını anlayabiliyorum. Mutlaka daha önceki yıllarda Çin’de
yaşıyorum yalanıyla gruba üye olup, kişisel reklamlarını yapmak isteyen fırsatçılar
olmuştur. Böylesi bir önlem aksi takdirde alınmazdı.
Neyse, son günlerde bu grupta dönüp dolaşan bir tartışma
var. Tartışmanın konusu Şanhay’da* geçtiğimiz haftalarda gerçekleşen Turkuaz
Türk Kültürü ve Yemekleri festivali. Adından da anlaşılacağı gibi festivali
düzenleyenler Fethullah Gülen cemaatine bağlı, zamanında buraya öğrenci ya da
girişimci olarak gelmiş insanlar. Sadece addan değil tabii, festivalin web
sayfasında TÜÇSİAD’dan ve PASİAD’dan beraber bahsediliyor. Yani bunlar kardeş
kuruluşlar. Hatta bence PASİAD, TÜÇSİAD’ın abisi çünkü bildiğim kadarıyla
PASİAD on üç yılı aşkın bir süredir var. Çin büyük bir ülke ve dev bir pazar olduğu
için ayrılması münasip görülmüştür. Ayrıca sponsorların arasında Seyidoğlu, Güllüoğlu
gibi adlar var. Bu sonuncusu Gezi Direnişi sırasında gazdan kaçıp dükkâna
sığınan eylemcileri polise teslim eden meşhur baklavacıdır. Benim festivale
katılmamam için yeter de artar bu neden.
Herhalde festivalin cemaat bağlantılı kurumlar tarafından
düzenlendiğini bilen tek kişi ben değilimdir. Herkesin bildiği ama kimsenin
söylemediği bir gerçektir bu. Belki insanlar kendi aralarında konuşurken daha
rahat bir şekilde düşüncelerini söylüyorlardır. Belki de malumun ilanına gerek
görmedikleri için mürekkeplerini boşa harcamak istemiyorlardır. Benim için ilginç
olan festivalin kendisi değil zaten. Asıl ilginç olan festival sonrası
yazılanlar ve bu yazılanlara sessiz kalan festival düzenleyicileri. Baştan
alalım!
Cemaat bir festival düzenlemiş ve herkesi davet etmiş. Bu
festivale hükümetten rical-i devleti de çağırmış. Ehh, hükümeti bildiğimize
göre o cenahta bir sıkıntı çıkmayacaktır. Onlar da gelmişler. Çinli
akademisyenleri, yazarları, gazetecileri ve Çin’de yaşayan Türkiye
vatandaşlarını da davet etmişler. Kendi hallerinde yemişler, içmişler, konuşmuşlar,
eğlenmişler. Tabii ki bu eğlenme faslı kendilerinin sınırlarını çizdiği “Türk
Kültürü” diye tanımladıkları çerçevenin dışına çıkmayacaktır. İşte en büyük sorun
da burada başlıyor. “Türk Kültürü” diye tanıtılan kültür Türkiye’yi ne kadar temsil
ediyor? Yani onların çizdiği çerçeveye biz de sığabilecek miyiz?
İlk eleştirilerden birisi neden burada yıllardır yaşayan deneyimli girişimcilere böylesi bir festivalde rol verilmediği üzerineydi. Madem böylesi güzel bir etkinlik düzenliyorsunuz, bırakın biz de elimizi taşın altına koyalım. Biz de katkıda bulunalım, yemek yapalım, dondurma yapalım, çay yapalım... Ben böylesi bir teklifin cemaat tarafından kolay kolay kabul edileceğini sanmıyorum. Konusunu bile açmazlar haftalık istişarelerinde. Çünkü cemaat demek “sadakat” ve “itaat” demektir. Bu ikisi duvardaki tuğlaları birbirine bağlayan çimentonun ta kendisidir. Sadık değilsen, üssünün dediğini sorguyla sualle boğup akıl cenderesinden geçirmeye kalkıyorsan pek bir işe yaramazsın, geride kalırsın, asi olarak anılırsın. Cemaat üyelerinin sık sık okudukları “Ölçü ve Yoldaki Işıklar” kitabının 143. sayfasını (Bak hala hatırlıyorum bunca yıl geçmiş olmasına rağmen) herkese tavsiye ederim. Orada dava adamını anlatır FG. Hatta bütün bir kitabı tavsiye ederim, eğer bulabilirseniz okuyun. Karşınızdaki –yanınızda da olabilir- insanı anlamanın en iyi yollarından birisi onun okuduklarını okumaktır.
Cemaatin prensiplerine göre kör bir sevdayla bağlanmamışsan,
bağlanmamışsın demektir. Önce sadakat, sonra itaat! Dolayısıyla cemaat kendi
içinde gördüğü sadakati bulamayacağı kesimlerle mesafeyi korur. Onlara
sempatizan adını takar. İşi düştüğü zaman onları kullanır, vitrinlerde gülücükler
saçan tanınmış simalar bunlara güzel örneklerdir. Bu yüzden bir iş yapacakları
zaman sponsorlar, destekçiler ayarlanır. Bunlar işi yapanların sadece kendileri
olmadığını, yedi düvelin arkalarında olduğunu ima etmek içindir. Aynı zamanda
başlarına bir şey gelirse topu birilerine atmak için –zaten biz bunu Kültür
Bakanlığıyla birlikte yapıyoruz…- bahaneleri de hazırdır. Müspet olmayan
kesimlere menfi der, bir kenarda bekletirler. Ayaklarının kayacağı günü beklerler
ya da o günün çabuk gelmesi için çok gerilerden planlar yapar.
Bir başka nokta da cemaatin “İyi bir şey yapılacaksa onu biz
yaparız.” tutumudur. Yıllar önce Tayland’dayken kendi başıma bir dergi
çıkarmaya başlamıştım. Yazdığım öyküleri, Türkiye’de ve diğer dış ülkelerde
yaşayan arkadaşlardan topladığım şiirleri ve yazıları derliyor, dergi yapıyordum. İki ayda bir çıkardığım bu
dergiye Orhan Veli’nin tek sayfalık dergisine ithafen, “Yaprak” adını vermiştim.
Kendim yazıyor, topluyor, yazıcıdan çıkarıyor, fotokopicide çoğaltıyor ve
tanıdıklarıma postalıyordum. Masrafları da cebimden karşılıyordum. Tabii o
zamanlar –yıl 2004- tanıdıklarımın hemen
hepsi ehl-i cemaat. Ara sıra ziyaretlerine falan da gidiyorum. Kimse; ne
dergiyi aldık, eline sağlık, şu yazı güzel olmuş diyor ne de biz de el atalım,
birlikte çıkaralım diye teklif getiriyor. Dergiyi getirip dağıttığım akşamlarda
bile büyükler burunlarını kıvırarak bakardı benim bu girişimime. Hani “Ne gerek
vardı şimdi?” der gibi. Dergiyi eline tutuşturduğum bir “abi” şöyle bir
baktıktan sonra bana dönüp, “Bak bu benim yeni cep telefonum. Nasıl, güzel mi?”
demişti bir keresinde. Bir başka zaman da gümüş işiyle uğraşan birisinin evinde
dergiyi ayakkabıların altına serdiklerine şahit olmuştum. İnsan bozuluyor tabii
ister istemez. Sen uğraş didin çabala. Bir şeyler ortaya koy ama eski dostlarım
dediğin insanlardan en basit bir desteği bile görme. Benimkisi saflık,
biliyorum da! Onlarınkisi bu bahsettiğim şey.
O zaman anlamıştım cemaatin “eğer iyi bir şey yapılacaksa ya
biz yaparız ya da yapılmasına vesile oluruz.” felsefesini. Çünkü cemaatin
yapacağı işlerde yoğun kontrol ve sansür vardır. Söylenecek her kelime,
yapılacak her eylem ciddi gözden geçirilmeli, birkaç kere büyüklere
sorulmalıdır. Bunun yapılamadığı ya da yapılamayacağı ortamlar zaten
dışarısıdır. Dışarısı da tekin değildir, sadık değildirler bir kere. Sadık
olmadıkları için söz dinlemezler. Kafalarına göre hareket ederler. Bu ise en tehlikelisidir.
Cemaat zaten kelime olarak bireyin karşıtıyken nasıl olursa üyelerine
kafalarına göre hareket etmelerine izin verir? Vermez, verirse cemaat olamaz… Şu
ifade yine yukarıda adı geçen kitaptan: Her şeyi tenkit,
her şeye itiraz, bir yıkma hamlesidir. Şayet insan, bir şeyi beğenmiyorsa,
ondan daha iyisini yapmaya çalışmalıdır. Zira, yıkmaktan harabeler, yapmaktan
da mâmûreler meydana gelir. Ehh, yuh yani! Daha iyisini yapamayacaksak
hiçbir şeyi eleştirmeyecek miyiz? O zaman para basamayacağıma göre Hazine Müsteşarlığının
para politikasını eleştiremem, siyasete giremeyeceğime göre başbakanın
sözlerini eleştiremem, daha iyisini yazamayacağım için okuduğum kitabı
eleştiremem. Bu zihniyetle yetiştirilen bir gencin nasıl bir birey olacağını
düşünebiliyor musunuz? Ekrem Dumanlı
yıllar önce yaptığı bir sohbette şakirtleri “fabrikadan çıkan standart ürünlere”
benzetmişti. Aynı kitapları okuyan, aynı kasetleri dinleyen, aynı videoları izleyen
bir topluluğun üyelerinin farklı olacaklarını düşünen ve aralarına girecek
yabancıların yüzlerine hoş görüyle bakıp, arkalarından kendi planladıkları
işleri yapmaya devam edeceklerine inanmayan insan yine onların tabiriyle “ahmak-ul
hamakat” olmaz da ne olur?
Şunu da belirtmekte yarar var. Süreklilik açısından, en
azından şimdilik, yurt dışında cemaatten daha iyi bir alternatif yok. Cemaat
üyeleri bir yere gidip kök saldıktan sonra o ülkeyi terk etseler bile
arkalarında daha kalabalık bir topluluk bırakıyorlar. Dolayısıyla işler, yani
ilişkiler aksamıyor. Biri gidiyor, diğeri geliyor. Sorumluluklar devam ediyor.
Benzer bir uygulamayı başka birileri yapabilir mi? Liberal düşünceliler ya da sol
görüşlüler bu işi uzun süre yürütemezler çünkü işlerin devamı için ciddi bir “insan”
desteği gerekir. Ben bu yıl Çin’deyim, gelecek yıl kim bilir neredeyim.
Kurduğum bağlantılar da, başlattığım dostluklar da burada kalacak ben gidince.
Ama onlar öyle mi? Biri gidiyor, diğeri geliyor. Dawkins özgür düşünen
insanları dindar muhafazakârlarla karşılaştırırken, birincisini kediye (nankör,
kendi başına, birlik oluşturamayan), ikincisini köpeğe (sadık, laf dinleyen,
ayağının dibinden ayrılmayan, sürü halinde gezen ve kimi zaman sürü halinde
saldıran) benzetiyor. Sanırım doğru bir tespitte bulunuyor. Bu işi yapacak
insanlar git dedin mi gidecek, gel dedin mi gelecek, kal dedin mi kalacak!
Öyle, “ben de fikrimi beyan edeyim”, “ama bana kimse fikrimi sormadı ki” falan
dersen işler yürümüyor. En azından gurbette böyle bu işin raconu! Neyle
tutacaksın insanları, zaten bir avuç insansın? Hem başka nasıl döner bu çarklar,
cemaatin dünyasına askeri bir disiplin havası hâkim olmasa? Peki benzeri burada yapılamaz mı? Yapılır ama uzun süre burada kalmaya ant içmiş, fedakar insanlar gerekli. Olur mu olur, neden olmasın? Yeter ki isteyelim. "If there is a will, there is a way" yani :) .
Bir eleştiri festivalde yemek yapan kadınların hepsinin
başörtülü olduğu üzerineydi. Başörtüsü konusu bireysel özgürlükleri ve
aydınlanma felsefesini yakından ilgilendiren, hem hassas hem de derin bir konu.
Yalnız, oradaki kadınların Türk kadınını temsil etmediği doğruysa, oradaki
erkekler de Türk erkeğini temsil etmiyordur. Bu ikincisini anlamamızı
sağlayacak, zihinlerdeki örtüyü gösterecek bir aletimiz henüz yok. Bu durumda
kadınlara başörtülü oldukları için ayırım yapıp, en az onlar kadar örtülü olan erkeklere
yol vermek ayrımcılık olur. Ayrıca başı açık olup da bin bir türlü hurafeye inanan
pek çok kadın biliyorum ben. Fal baktıranlar, astrolojiye bel bağlayanlar,
kurşun döktürenler… Başın açık olması da zihnin açık olmasını garanti
etmiyorken başörtülü kadınları sırf bu yüzden eleştirmek karmaşık bir hal
alıyor demektir. Tabii, buradaki eleştiri başörtülü kadınlara değil. Başörtüsüz
kadınların orada yer almayışına. Bence bu gayet tutarlı bir soru olabilir.
Başörtüsüz kadınlar da Türkiye’nin bir parçası olduklarına göre onlara neden
yer verilmemiş? Bildiğim kadarıyla cemaatteki abilerin bazılarının eşleri
başlarını bağlamıyorlar. En azından onlar gelmiştir diyordum ama onlar da
gelmediyse…
Bir başka eleştiri de festivalde Atatürk’ün herhangi bir
resminin olmaması üzerineydi. Hatta, bu sorunu kendisine dert edinmiş Atatürkçü
bir vatandaş, gitmiş ve kendi gayretiyle bir Atatürk resmi çerçeveletmiş. Resmi
bir yere asmışlar ama yarım saat sonra resim ortadan kaybolmuş. Burada iki
suçlama var: Resmin baştan beri hiç hesaba katılmaması ve var olan resmin bir üfürükten bir bahaneyle görünürden uzaklaştırılması. Kültür Bakanlığının
yakinen katkıda bulunduğu bir etkinlikte Atatürk resminin olmaması tuhaf geldi
bana ama devir AKP devri olduğu için çok da anormal bulmuyorum. İşin cemaat
kısmına gelirsek, zaten böyle bir şeyi ummak abesle iştigal olur. Benim
gördüğüm cemaat okullarının hiçbirinde sınıflarda ya da bilumum idari odalarda
Atatürk resmi olmazdı. Soranlara “Mecbur değiliz ki” yanıtı verilirdi. Mecbur olmadığımız
için koymuyoruz demek “istesek koyarız ama istemiyoruz” demekle aynı şeydir.
Ben şahsen Atatürk'ün adının birleştirici bir unsur olarak, tüm yaşananlara rağmen ülkemizde halen
geçerli olduğunu düşünenlerdenim. Dolayısıyla ülkeyi tanıtma amacı güden bir festivalde Atatürk’e ait,
olabildiğince tarafsız bir köşenin olması bence çok isabetli olurdu. Hem tarihi
anlamaları, hem de Çinlilerin kendi 1911 devrimlerine bakmaları açısından iyi
sonuçlar doğurabilirdi. Sonuçta Kang Youwei’nin dediği gibi Qing hanedanı
zamanındaki Çin ile gerileme zamanındaki Osmanlı, o devirde birbirine en çok benzeyen
iki ülke. Kang Osmanlı’nın Avrupa’nın hasta adamı benzetmesini Çin için de
kullanıyor ve reformu (tanzimatı) şart koşuyor. Ehh, fena mı olurdu Türk siyasi
tarihiyle Çin siyasi tarihini benzeştiren bir güzel köşe yapılsaydı, değerli
insanlar değerli yerlerine konsaydı…
Aynı vatandaşın ısrarla sorguladığı diğer konuya ise
değinmeye hiç gerek yok. Adam gitmiş, emek vermiş, bir resim yaptırtmış. “Resimdeki
Atatürk’ün kravatı yamuk” deyip resmi ortadan kaldırmak da nasıl bir şeydir
anlamış değilim. Böyle bir saçmalık olabilir mi?
İşin tuhafı, bütün bu eleştirilere rağmen festivali
düzenleyen Turkuaz Türk Kültürü ve Yemekleri Festivali düzenleyicileri gruba
mesajlar gönderip, ne kadar büyük bir işi başardıklarını anlatıyorlar. Hiçbir
eleştiriye de yanıt vermiyorlar. Sanki onca şey hiç söz edilmedi, hiçbir
eleştiri yapılmadı. Herkese mesut ve memnun!!! Dün uzun bir mesaj
göndermişlerdi yapılanları anlatan –insanların tepkisi yapılanlara değil,
yapılmayanlara zaten!- bugün de Türkiye’deki ve Çin’deki gazetelerde festivalle
ilgili çıkan haberleri göndermişler. Türkiye’deki haberler bildiğimiz yandaş
medyanın gazetelerinde yayınlanmış. Alıp okuduğum gazeteler olmadığı için –Radikal’e
bazen bakarım ama Eyüp Can geldiğinden beri ondan da soğudum-, Türkiye’de olsam
haberim olmayacaktı bu festivalden. Buradaki gazetelerin de zaten gruba yazılan
eleştirilerin seviyesini anlayamayacakları muhakkak. Onlar için bu bir
festivaldi, yedik içtik eğlendik; semazen gördük, kebap yedik, çay içtik…
Yabancıya misafir muamelesi çekmek, bir daha gelin, yine bekleriz demek ama
hepsinden de önemlisi haber yapmış olmak.
Bu kadar yazmışken bir de kendi eleştirimi yazayım. Türk
Kültürü Festivali demişler ama edebiyatla ilgili hiçbir etkinlik düzenlememişler.
Yapmışlarsa bile dün gönderilen mesajda hiç sözü geçmemiş. Hadi, Nazım Hikmet’i,
Aziz Nesin’i, Sabahattin Ali’yi sevmezsiniz de -işinize gelen şiirleri, öyküleri yeri gelince yayınlamanın dışında- bari ortada gezinenlerden bir
derleme yapaydınız. Ne bileyim, aruzcuların sonuncusu Yahya Kemal mesela, huzursuzluğun
romanını yazan Tanpınar mesela (bildiğim kadarıyla Çinceye çevrildi)… Onlar da yok! Kültür deyince ebru, mehter,
ipek yolu, semazen, Karagöz Hacivat (en muhafazakârlarından). Bir de bastonlarla yürüyen iki buçuk metrelik canlı
bir maskot. Ehh yani, ses getireceğiz diye adamcağızı Doğu Nanjing yolunun
kalabalığına sokmak, sonra da bunu reklam olarak kullanmak… Pes yani
diyorum pessss ve esefle kınıyorum. Kınasam ne olacak ki zaten! Duyuyorum ben
sizleri, “İt Ürür Kervan Yürür” deyişinizi… Deyin bakalım.
Şimdilik bu kadar yetsin.
*Bu arada Çinli birkaç arkadaşa sordum. Şanhay diyorlar. “g”
sesi neredeyse hiç çıkmıyor. Dolayısıyla artık ben de Şanhay diyeceğim.
Elinize sağlık yazı için.. Şu 143. sayfayı merak ettim..
YanıtlaSilInternette kitabın metni var (http://goo.gl/7nb2MN) ama sayfaları söylememişler, sayfada geçen bir cümle varsa aklınızda sanırım daha rahat bulunabilir :-)
Burada büyük bir kısmı var: http://www.olcuveyayoldakiisiklar.com/fethullah-gulen-olcu-veya-yoldaki-isiklar-hareket-perspektifi/6247-fethullah-gulen-olcu-veya-yoldaki-isiklar-hizmet-insani.html
YanıtlaSilbazi seyleri anlamak nasip meselesi. denizin icine dusup islanamadan da cikabiliyor bazen insanlar. kendi bilgilerine, tecrubelerine veya ne dersen ona aldanip kor olmak ne kotu.. istikamet diliyorum
YanıtlaSil