Bu Blogda Ara

27 Ağustos 2013

Çin Mektupları (7) - 20130827

Çabucak kentin dışına çıkıyoruz. Şangay bir anda bitiyor, fabrikalar ve çiftlikler başlıyor. Balık, karides gibi su ürünlerinin yetiştirildiği havuzlar gözüme ilişiyor. Bangkok’tan güneye doğru giderken de çok görürdüm bunlardan. Yediğimiz balık, dom yam’a koyduğumuz karides, tavada kızarttığımız midye denizden değil, işte bu suni havuzlardan geliyor. Dolayısıyla içlerinde pek çok kimyasal madde barındırmaları normaldir. Bir de araba fabrikaları var. Binlerce araba, hepsi aynı renkte, yan yana dizilmişler. Puslu havanın içinde böylesi canlı renkleri görmek şaşırtıyor insanın zihnini.

                                                   
              Dünya yetişemiyor hızımıza, ne kadar gözü kapalı da olsa!

Tren 300 km/s hızla bir süre gidiyor ve ardından yavaşlamaya başlıyor.  Genel itibarıyla sessiz ama yüksek hıza ulaşınca, elektrikli testereyle odun keserken çıkan sese benzer bir ses duyuluyor. Bu da doğal olsa gerek. Karada gidiyoruz ve neredeyse bir uçağın yarısı kadar hız yapıyoruz. İlk durak Suzhou (Sığco). Koca koca gökdelenlerin hâkim olduğu bir kente benziyor. Bazı yolcular burada iniyor, yenileri biniyor. İnsanlar hızlı tren istasyonlarında sıra konusunda bilinçliler. Tren daha istasyona yanaşmadan herkes, içinde yolculuk yapacağı vagonun duracağı noktanın önünde sıra olmuş. Herhangi bir kargaşa, koşuşturmaca yok. İstasyon kocaman ama bekleyeceğin yeri bildiğin sürece tren ayağına geliyor, kapı tam önünde açılıyor. Biletlerde sadece hangi vagonda ve hangi koltukta yolculuk yapacağımız yazmıyor. Pasaport numaramız (ÇHC vatandaşlarının kimlik numaraları) da yazıyor. Zaten pasaportunu göstermeden bilet alamıyorsun.

                                                    
                       Telefonun kamerası bu kadarını becerebiliyor. 

Sığco’dan sonraki durak Wuxi (Uçi), bir sonraki ise benim ineceğim Changzhou (Çangco).   Her bir  kente girmeden önce bir elektrik santrali çarpıyor gözüme. İki beyaz dev yapı, ortasından sıkılmış silindir şeklindeler. Altlarında su var, dolayısıyla demir ya da tahta bir iskelet üzerine inşa edilmişler. Kömür yakarak çalışan bu elektrik santralleri aslında havadaki pusun da sorumlusu. Çin, 1 milyar 300 milyon nüfuslu bir ülke. Bu kadar insanın enerji ihtiyacını karşılamak kolay bir iş değil. Yeraltı kaynakları da bol olduğu için –özellikle kömür, linyit, demir- bulduğunu yakıyor Çin, yakamadıklarını da ya kullanıyor ya da satıyor. Yakılan bu kömürler, her ne kadar kentlerin dışında yakılmış olsalar da, hava kirliliği olarak geri dönüyor insanlara. Bu yüzden, çevreci zihniyetle e-bisiklet kullandığını iddia eden insanların samimiyetine pek inanmıyorum. Bisikleti yürüten enerjinin temel kaynağı, kentin birkaç kilometre dışında yakılan kömür oluyor. Bu durumda benzin yerine kömür yakarak çevrecilik yapmış oluyorlar ki pek bir faydası olmayacağı aşikâr. Çin hükümetinin elektrik bisikletleri bu derece teşvik etmesi de bana göre çevreci bilinçten çok petrol bağımlılığından muaf olma arzusu. Çin’de kömür çok, petrol yok. E-bisiklet kullanarak insanlar ülkenin dışa bağımlılığını, yani Yuanların dışarıya kaçmasını engellemiş oluyorlar.

             Bu resmi ben çekmedim ama gördüklerim de böyleydi. 

Elektrik, kömür yakarak değil de nehirlerin üzerine kurulan barajlardan elde edilmiş olsaydı, yine değişen bir şey olmayacaktı. Bu durumda da nehrin ve çevresinin doğal hayatını öldürme pahasına kentlerimizi temiz tutmuş olacaktık. Her durumda da amaç kentin merkezini hava kirliliğinden korumakmış gibi görünüyor ve maalesef bunu yaparken kentin dışında yaşayan insanları dumana, susuz nehir yataklarına, ölü balıklara, zehirlenmiş besin maddelerine –Hoş, bunlar yine kentlere geliyorlar- mahkûm etmiş oluyoruz.

E-bisiklet yerine bisiklet kullansalar çevreye gerçek anlamda katkıda bulunmuş olurlar. Böylesi bir çözümde de başka sorunlar öne çıkmakta. Bisikletler yavaş oldukları için trafiğin dışına itilmeye mahkûm. Ayrıca fiziksel enerji gerektirdikleri için herkes uzun süre bisiklet süremeyebilir. Bir de eğer iş yeriniz evinizden uzaksa, bu sıcakta bisiklet kullandığınızda, ister istemez terliyorsunuz. O terli halinizle de ofise girmek, öğretmenseniz öğrencilerin karşısına çıkmak kolay kabul edilebilir bir şey değil.

Bazı şirketler bisiklet kullanımını teşvik etmek için çalışanlarına banyo servisi sunmakta. Spor kıyafetinle yola çıkıyorsun ama çantanda ofis kıyafetin var. 10-15 km bisiklet kullanıyorsun ve şirket binasına varınca ilk işin banyoya girmek, yıkanmak, üstünü değiştirmek ve ardından da işinin başına geçmek. Aslında uygulanabilse çok güzel olur çünkü zaten her sabah duş alıyorsun evden çıkmadan önce. Evden duş almadan çıkıp, iş yerinde alınca zaman kaybı sorunu da çözülmüş oluyor. Geriye bir tek yaşlılar, gebe kadınlar ve bisiklet kullanamayacak kadar kilolu olanlar kalıyor. Onlar da arabaya binseler kentte ciddi bir kirliliğe yol açmış olmazlar.

Bu kadar çevre muhabbeti yaptıktan sonra kendimin ne yapacağından da söz edeyim biraz. Büyük bir olasılıkla önce bir bisiklet alacağım. Vietnam’da sahip olduğum türden, sağlam bir şey. Bir hafta kadar deneyeceğim bisikleti. Eğer okula terlemeden varabiliyorsam bu şekilde devam edeceğim. Baktım olmuyor, sırılsıklam oluyorum, bu durumda e-bisiklet alacağım. Hem e-bisikletle kentin her yerine rahatlıkla gidebiliriz. Yolları öğrenir, gidilecek yerlere hızlı bir şekilde varırız. Gerçi kenti görmeden, kışın tadına varmadan bu tür kararları vermek zor. Kış soğuk olabiliyormuş, kar yağmış geçen yıl. Bu durumda bisiklet ya da e-bisiklet ne derece doğru bir ulaşım aracı olur bilemiyorum.

Bu düşüncelerle varıyorum Çanco’ya. Önümüzdeki iki yılı geçireceğim kente. Hava yine puslu ama yer yer güneşin yakıcı ışığı beliriyor sislerin arasından. Gökyüzünün maviliği görünmüyor ama güneşin ışığı hissediliyor başımı yukarı çevirince. Sıcaklık 35 derece civarında olmalı. Trenden iner inmez yüzüme vuruyor bir ısı dalgası. Tıpkı yıllar önce İstanbul’dan uçağa binip Bangkok’ta inince çarpan dalga gibi. Önce geçici sanıyorsun, avunuyorsun ama zamanla bu aşırı ısınmış havanın hayatın her boşluğunu dolduran bir hayalet olduğunu kabul ediyorsun. İnsanı gündüz vakti dışarı çıkarmayan, klimalı odalara mahkûm eden, gündüz yapılacak işleri akşama erteleten bir hayalet bu.

İstasyonun çıkışına doğru ilerliyorum. Bulunduğum yerden aşağıya inmem gerekiyor ama yürüyen merdiven yok. Elimdeki çantalarla zorlanacağım belli. Büyük çantayı yukarıda bırakıp, diğer üç çantayla aşağıya iniyorum.  Ardından tekrar yukarı çıkıp, büyük çantayı aşağıya indiriyorum. Sonra hepsini bir şekilde üst üste yığıp, ağır aksak çıkışa doğru ilerliyorum. Hızlı trende de Bangkok’un gök treni (BTS) gibi biletleri çıkışta da makineye sokmak gerekiyor. Bileti küçük bir deliğe sokuyorsun, bilet yukarıda bir yerden çıkıyor. Sen bileti olduğu yerden alınca kapı açılıyor. Çabucak geçmen lazım yoksa her an kapanabilir. Kıl bir durum ama genelde becerebiliyorum. Bir de şu çantalar olmasa…

Çıkışın çıkışında elinde firma adı yazılı bir kâğıtla beni bekleyen ufak tefek kızı görmem uzun sürmüyor. Adı Ann, boyu 150 cm civarında olsa gerek, hafifçe şişman. Benim yerleşmeme, ev bulmama, çalışma izni çıkarmama yardımcı olacak kişi. Güleç bir yüzü var, yani gülmediği zaman bile gülüyormuş gibi görünüyor. Hemen tanışıyoruz ve vakit kaybetmeden taksi durağına iniyoruz. Durak istasyonun altında ve hem arabaların motorlarının ısısından hem de hava hareketinin kısıtlı olmasından dolayı aşırı derecede sıcak. Bir de uzun bir sıra var taksi bekleyen insanlardan oluşan. Neyse ki araç çok, sıra çabucak ilerliyor.

Sıra bize geldiğinde bir taksi şoförüne arkayı açmasını söylüyorum. Çantalarla arkaya gittiğimde ufak bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Bagajda tüp var, yani bagajın yarısı işgal edilmiş durumda. Kalan yarısına da benim büyük çantayı sığdırmam kolay değil. Denemeye karar veriyorum, koca çantayı alıp bagaja sığdıracağım.  Zorluyorum ama olmuyor. Çantanın büyük bir kısmı dışarıda kalıyor. Şoför yanıma geliyor, benim sıkıntımı anlıyor ama yardım edeceğine öylece bakıyor. Ne bir çantaya dokunuyor, ne de o çanta oraya olmaz diyor. Heykel gibi dikiliyor, kımıltısız. Baktım adamdan bana hayır yok, büyük çantayı bagaja koymaktan vazgeçiyorum.  Arka koltuğa, şoför koltuğunun arkasına, dik bir şekilde sıkıştırıyorum. Diğer üç çantayı da bagaja koyuyorum. Ben bu cebelleşmeyle meşgulken şoför beni izlemeye devam ediyor. Baktı ben arabaya kuruldum, o da koltuğuna oturuyor ve yola çıkıyoruz.

Tren istasyonu kentin merkezinde, okula da birkaç gün kalacağım otele de yakın. Yolculuk çok kısa sürüyor. Pek bir şey görmüyorum yolda. Ağaçlar, bisiklet ya da e-bisiklet süren insanlar, arabalar falan. Sadece otele varmadan önce kentin simgesi olan Tianning Pagodasını görüyorum ağaçların arasından. Pagoda okulun hemen yanında, otel de okulun karşısında. Neyse ki otelde ki genç, çantaları taşımama yardım ediyor. Odaya yerleşiyorum. Çocuğa ne kadar bahşiş vermem gerektiğini kestiremediğim için Ann’e soruyorum. “Hiç” diyor. “Bahşiş vermeyiz biz burada.” Belki Çinliler Çinlilere bahşiş vermiyor olabilir ama eminim otelde çalışan görevliler yabancılardan bahşiş almaya alışmışlardır ve doğal olarak böylesi bir beklentiye girmiş olabilirler. En azından Şangay’daki eleman öyleydi. Bu düşünceme rağmen sesimi çıkarmıyorum. Genç odadan çıkıyor.

                 Otelin penceresinden bakınca görülen okul ve Tianning Pagodası

Pencereden bakınca okul ve pagoda görünüyor. Manzara güzel, en azından gri binalar ve fabrikalar yok gözümün önünde. Ann çantasından kocaman para desteleri çıkarıyor, şirketin bana vereceği borç parayı teslim ediyor. Çin’de en büyük banknot 100 RMB, yani 33 TL. Dolayısıyla 1000 Dolar değerinde para için dolar olarak 10 banknot, TL olarak yaklaşık 20 banknot, RMB olarak yaklaşık 61 banknot yapıyor. (Tayland Bahtı olarak 30, Vietnam Dongu olarak 40 banknot gerekirdi). Dolayısıyla paranın hacmi büyük oluyor.  Bu parayı önümüzdeki aylarda maaşımdan ödeyeceğime dair bir belgeyi imzalıyorum. Sonra birlikte çıkıyoruz. Hedefimiz banka hesabı açmak, telefona sim kartı almak, okulu gezmek, otobüs kartı almak, öğlen yemeği yemek ve oturma izninde kullanılması için fotoğraf çekmek. Ben “Bugün Pazar, bankalar kapalı olur.” diyorum. Ann, “Merak etme. Burası Çin.” diyor.
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder