Bu Blogda Ara

18 Ağustos 2013

Çin Mektupları (4) - 20130817


Şanssızlık daha havaalanına varmadan başladı. Telefona gelen bir mesaj, uçuşun ertelendiğini ve daha fazla bilgi için verilen numarayı aramamı yazıyordu. Bu kadar bilgiyi veren bir iletinin neden yeni uçuş saatini yazmamış olması da ayrı bir muamma tabii! O telefon numaralarını yazacaklarına, uçuşunuz şu saate ertelenmiştir gibi bir ileti geçselerdi hem daha makbule geçerlerdi hem de benim daha az vaktimi çalmış olurlardı. Şimdi işim yok, bir de telefonla, telesekreterle, basılacak tuşlarla uğraş. En sevmediğim işlerden birisi.

Neyse, korkunun ecele faydası yok. Telefon numarasını çevirdim. 1’e bastım, 2’ye bastım, tekrar 1’e bastım… Sonunda insanca konuşan birisine ulaştım. Uğultulu bir ses tonuyla konuşan bu genç bana uçağın altı saat rötar yaptığını söyledi. Ben de ne diyeceğim, “haydaaaaa” dedim. Şaka gibi. En azından erkenden haber verdiler. Bu da benim avuntum oldu. Zaten hep böyle avuntulara, her olaya pozitif yönünden baktığım için düzelmiyor hayatımdaki hiçbir şey! Hoş, uçuşun altı saat gecikecek olması benim havaalanına gidiş saatimi değiştirmedi. Sonuçta J de benimle havaalanına gelecek ve benden 10 dakika önce Bangkok’a uçacak. Tek sorun şurada: Onun uçağı rötar yapmadı! Onu yalnız bırakmamak ve sabahın köründe havaalanına giden taşıt bulma zorluğuna katlanmamak için J ile birlikte hareket ettik. Sağ olsun, büyük birader getirdi bizi, yeğenler de sıkıcı geçen trafiği zevkli hale getirdiler.

Havaalanlarını severim ben. Şaka bir yana, tuhaf bürokratik çıkmazların kıskacında kalıp hava alanında aylar, hatta yıllar geçirmek zorunda kalan insanları biraz kıskanırım bile. Neden mi? Çünkü insan hava alanlarında daha kolay ortalamaya yaklaşıyor, burada daha çabuk karışıyor kalabalığa. Kimlik dediğimiz sosyal etiket burada önemsizleşiyor, en azından yaptırım gücünü kaybediyor. Hani istatistikte sürekli sözü edilen “regression to the mean” denilen şey var ya, işte o, burada farkların görsel bir illüzyondan başka bir şey olmadığını haykırıyor adeta.  Çeşit çok; her renkten, her dinden, her dilden insan var. Burası bir insanın kişisel görüşlerini ya da aidiyetlerini –gayri aidiyetler de olabilir- rahat bir şekilde yaşayabileceği nadir yerlerden birisi. Bir yerde Umre yolcularını namaz kılarken görüyorsunuz, önlerine koydukları çantaların hemen arkasında kısacık şortuyla sarışın bir kız geçiyor. Çinli gençler maçong oynuyorlar (gruba dahil olmak istemeyen bir genç kız tırnaklarını kesiyor ve kesilen tırnaklarını avucunda biriktiriyor). Yanlarında sakallı bir amca kebap yiyor. Başka yerde olsa bu amca müdahale eder, kumarın haram olduğu üzerine bir vaaz verirdi. Bangkok uçağını bekleyen gençlerin ellerinde bira şişeleri, kahkahalarla gülüyorlar. Uçakta ne içecekleri şimdiden belli! Onların yanında Vietnamlı bir aile, anne ve baba kendi aralarında Vietnamca, çocuklarıyla Almanca konuşuyorlar.

Havaalanlarının bir başka güzelliği de buranın bir geçiş tünelinden ibaret olması. Bir değişim hali hakim herkese. Evine dönenler, sevgilisine kavuşacak olanlar, iş için seyahat edenler, tatile çıkanlar… Bir değişim, bir umut, bir beklenti sinmiş insanların yüzlerine. İnsanlar biliyorlar içlerinde bulundukları durumun geçici olduğunu. Herkes yolcu, herkes geçici, herkes içinde bulunduğu anı değil de bir sonraki anı düşünmekle meşgul. Herakleitos’un “Bir nehirde iki kere yıkanmaz.” sözü geliyor aklıma.

J gittikten sonra ben de havaalanında mahsur kalan yolcular için hazırlanmış olan misafirhaneye gidiyorum. Daha önce gördüğüm misafirhane –Kar nedeniyle mahsur kalmıştık ve 24 saat geçirmiştik burada- kapalı. Küçük bir odayı açmışlar. Orada da kapasitenin üzerinde insan var. Vaz geçiyorum ve yukarıya, kapıların olduğu yere geri dönüyorum. Misafirhaneden uçak kalkış kapılarına gitmek için tekrar güvenlikten geçmek gerekiyor. Uzun mu uzun –aynı zamanda sessiz ve sakin- koridorda yürüyorken iki hava alanı görevlisi arasındaki kavgaya şahit oluyorum. Durup ağız dalaşını izliyorum, tıpkı olaya neden olan ama ne olup bittiğini anlamadığı için “Sizi şikayet edeceğim” diyerek uzaklaşan Taşkent yolcusu bayan gibi. Anladığım kadarıyla tipik bir haddini bildirme olayı bu. Ehh, deneyimliyim artık. Kaybede kaybede savaş meydanlarının ruhunu kavradım. Toplam üç kişi var oyunda. Taşkent Yolcusu Bayan (TYB), Güvenlik Görevlisi (GG), Hava Alanı Görevlisi (HAG). Bir de oyunu bitiren polis memuru.

TYB: Ben Taşkent’e gideceğim. İşte belgelerim.
HAG: Tamam, bir saniye.
GG: Oradan sürekli yolcu gönderiyorsun.
HAG: Bu hanım Taşkent yolcusuymuş.
GG: Ver bakayım kağıtları (Kadının kimliğini, pasaportunu ve uçuş kağıdını alır.)
HAG: Ben biliyorum. Bu kadın ileriden girecek. Kağıtları verir misin?
GG: (HAG’nin kolundan tutar) Hayır, deminden beri bizim oraya yolcu gönderiyorsun.
HAG: Tamam ya, onların oraya gelmesi gerekiyordu. Bunun gelmesi gerekmiyor.
GG: (HAG’nin yaka kartını alır ve uzaklaşmaya çalışır) Ver bakayım şunu.
HAG: Yaka kartımı niye aldın ya.
GG: İşini yap. Ben bakarım bu kağıtlara.
TYB: Ne kavga ediyorsunuz ya! Şikayet edeceğim şimdi.
GG: Bak gördün mü? Senin yüzünden.
HAG: Ne benim yüzümden ya, manyak mısın lan sen?
GG: Ben kimim sen biliyor musun?
HAG: Kim olursan ol. Bana ne! S*ktir ol git buradan!
GG: Sen kime küfrediyon olum! Haddini bil, yoksa
HAG: Yoksa! N’apcan? Beni mi dövecen? Neyle? Belindeki o sopayla mı? Bi’kere sen kimsin de benim yaka kartımı alıyorsun. Polis misin? Amirim misin?
GG: Sana ne lan! Gel şurada konuşalım. Gel, gel, böyle gel… (Gitmeye yeltenir, elinde TYB’nin kağıtlarıyla.)
HAG: Nereye gidiyorsun ya? (GG’nin kolundan tutar ve çeker) Ver şu kağıtları bana. Yaka kartımı da ver. Def ol git buradan. Ne işin var senin burada?
GG: Vermiyorum lan.
HAG: Versene oğlum. Neyin kavgasını yapıyorsun. Bırak da işimizi yapalım.
GG: (Kağıtları elinde buruşturur, bir tanesini yırtar ve yere atar.) Al sana belgeler. Benimle doğru konuş. Lan deme bana.
HAG: Lan versene yaka kartımı!

Dışarıdan bu tartışmayı duyan birileri gelir ama iki kızgın genci durduramaz. İleride, metal algılayıcı makinelerin yanında bekleşen polis memurlarından birisini çağırırlar. Polis gelir, gençlerin arasına girer. TYB bir şeyler demek ister ama beceremez. Ağız dalaşı devam etmektedir. HAG üste çıkmıştır. GG’nin HAG’nin yaka kartını gasp etmesi bir haddini aşma olduğu için bununla iyi saldırabilecektir. Polis memuru ikisini de dinlemeye çalışır ama suçlamalar bitmez. Hep birlikte güvenlik şeridinin arkasına giderler. Yaklaşık on dakika sonra aynı noktadan geçerken tartışma aynı hararetle sürüyordu.

Olaya tipik demem, geçtiğimiz bir yıl içinde Türkiye’de benzer kavgaları çok görmüş olmamdan kaynaklanıyor. Diyaloğu bitiren ifadelerle dolu konuşmalar. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”, “İşini yap”, “Haddini bil”. Bir de fiziksel müdahaleler var tabii işin vahametini artıran. Adamların elleri ayakları yerinde durmuyor ki barışçıl bir yolla sorunu çözsünler. Ağızları tatlı olsa bile, yumrukları eksik olmuyor. Sadece konuşmaya odaklandıkları için de birbirlerini dinlemeye hiç vakit ayırmıyorlar. Dolayısıyla da sorun derinleştikçe derinleşiyor, içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Tabii dışarıdan bakınca bu değerlendirmeleri yapmak kolaydır. Tartışmayı yapanlar için olay objektif bir sorun çözme işinden çok “kim daha üstün” kavgasına dönüşmüştür. Her yerde gördüğüm dayanaksız özgüvenin kaynağının karşındakine güvenmemek olduğu basit bir olayla kanıtlanmış oluyor.

Şimdi yemek yeme holünde oturdum bunları yazıyorum. Arkamda Çinli bir çocuk, Çince bir kitap okuyor. Solumdaki masada Arap bir aile çay içiyor. Solumda ise yaşlı bir Japon, genç bir Avrupalıyla dostluk kuruyor. Saat 2’yi geçti. Gözlerim kapanıyor. Uçuşa daha dört saat var… Bize yemek vermeleri gerekir böylesi bir rötar durumunda. Gidip sorayım bari…

Bu mektup da Çin ile alakalı olmadı ama bunun sorumlusu ben değilim. Türk Hava Yolları. Şimdi uçakta uyuyor olmalıydım ya da en azından Lao Tzu’nun hayat hikayesini okuyor olacaktım…

Bir sonraki yazıda Şangay izlenimlerime (çok az da olsa) ve Çanco’ya giden treni anlatacağım. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder