Şanssızlık daha havaalanına varmadan başladı. Telefona gelen
bir mesaj, uçuşun ertelendiğini ve daha fazla bilgi için verilen numarayı
aramamı yazıyordu. Bu kadar bilgiyi veren bir iletinin neden yeni uçuş saatini
yazmamış olması da ayrı bir muamma tabii! O telefon numaralarını yazacaklarına,
uçuşunuz şu saate ertelenmiştir gibi bir ileti geçselerdi hem daha makbule
geçerlerdi hem de benim daha az vaktimi çalmış olurlardı. Şimdi işim yok, bir
de telefonla, telesekreterle, basılacak tuşlarla uğraş. En sevmediğim işlerden
birisi.
Neyse, korkunun ecele faydası yok. Telefon numarasını
çevirdim. 1’e bastım, 2’ye bastım, tekrar 1’e bastım… Sonunda insanca konuşan
birisine ulaştım. Uğultulu bir ses tonuyla konuşan bu genç bana uçağın altı
saat rötar yaptığını söyledi. Ben de ne diyeceğim, “haydaaaaa” dedim. Şaka
gibi. En azından erkenden haber verdiler. Bu da benim avuntum oldu. Zaten hep
böyle avuntulara, her olaya pozitif yönünden baktığım için düzelmiyor
hayatımdaki hiçbir şey! Hoş, uçuşun altı saat gecikecek olması benim
havaalanına gidiş saatimi değiştirmedi. Sonuçta J de benimle havaalanına
gelecek ve benden 10 dakika önce Bangkok’a uçacak. Tek sorun şurada: Onun uçağı
rötar yapmadı! Onu yalnız bırakmamak ve sabahın köründe havaalanına giden taşıt
bulma zorluğuna katlanmamak için J ile birlikte hareket ettik. Sağ olsun, büyük
birader getirdi bizi, yeğenler de sıkıcı geçen trafiği zevkli hale getirdiler.
Havaalanlarını severim ben. Şaka bir yana, tuhaf bürokratik
çıkmazların kıskacında kalıp hava alanında aylar, hatta yıllar geçirmek zorunda
kalan insanları biraz kıskanırım bile. Neden mi? Çünkü insan hava alanlarında
daha kolay ortalamaya yaklaşıyor, burada daha çabuk karışıyor kalabalığa.
Kimlik dediğimiz sosyal etiket burada önemsizleşiyor, en azından yaptırım
gücünü kaybediyor. Hani istatistikte sürekli sözü edilen “regression to the
mean” denilen şey var ya, işte o, burada farkların görsel bir illüzyondan başka
bir şey olmadığını haykırıyor adeta.
Çeşit çok; her renkten, her dinden, her dilden insan var. Burası bir
insanın kişisel görüşlerini ya da aidiyetlerini –gayri aidiyetler de olabilir-
rahat bir şekilde yaşayabileceği nadir yerlerden birisi. Bir yerde Umre
yolcularını namaz kılarken görüyorsunuz, önlerine koydukları çantaların hemen arkasında
kısacık şortuyla sarışın bir kız geçiyor. Çinli gençler maçong oynuyorlar
(gruba dahil olmak istemeyen bir genç kız tırnaklarını kesiyor ve kesilen tırnaklarını
avucunda biriktiriyor). Yanlarında sakallı bir amca kebap yiyor. Başka yerde
olsa bu amca müdahale eder, kumarın haram olduğu üzerine bir vaaz verirdi.
Bangkok uçağını bekleyen gençlerin ellerinde bira şişeleri, kahkahalarla
gülüyorlar. Uçakta ne içecekleri şimdiden belli! Onların yanında Vietnamlı bir
aile, anne ve baba kendi aralarında Vietnamca, çocuklarıyla Almanca
konuşuyorlar.
Havaalanlarının bir başka güzelliği de buranın bir geçiş
tünelinden ibaret olması. Bir değişim hali hakim herkese. Evine dönenler,
sevgilisine kavuşacak olanlar, iş için seyahat edenler, tatile çıkanlar… Bir
değişim, bir umut, bir beklenti sinmiş insanların yüzlerine. İnsanlar biliyorlar
içlerinde bulundukları durumun geçici olduğunu. Herkes yolcu, herkes geçici, herkes
içinde bulunduğu anı değil de bir sonraki anı düşünmekle meşgul. Herakleitos’un
“Bir nehirde iki kere yıkanmaz.” sözü geliyor aklıma.
J gittikten sonra ben de havaalanında mahsur kalan yolcular
için hazırlanmış olan misafirhaneye gidiyorum. Daha önce gördüğüm misafirhane
–Kar nedeniyle mahsur kalmıştık ve 24 saat geçirmiştik
burada- kapalı. Küçük bir odayı açmışlar. Orada da kapasitenin üzerinde insan
var. Vaz geçiyorum ve yukarıya, kapıların olduğu yere geri dönüyorum. Misafirhaneden
uçak kalkış kapılarına gitmek için tekrar güvenlikten geçmek gerekiyor. Uzun mu
uzun –aynı zamanda sessiz ve sakin- koridorda yürüyorken iki hava alanı
görevlisi arasındaki kavgaya şahit oluyorum. Durup ağız dalaşını izliyorum,
tıpkı olaya neden olan ama ne olup bittiğini anlamadığı için “Sizi şikayet
edeceğim” diyerek uzaklaşan Taşkent yolcusu bayan gibi. Anladığım kadarıyla
tipik bir haddini bildirme olayı bu. Ehh, deneyimliyim artık. Kaybede kaybede
savaş meydanlarının ruhunu kavradım. Toplam üç kişi var oyunda. Taşkent Yolcusu
Bayan (TYB), Güvenlik Görevlisi (GG), Hava Alanı Görevlisi (HAG). Bir de oyunu
bitiren polis memuru.
TYB: Ben Taşkent’e gideceğim. İşte belgelerim.
HAG: Tamam, bir saniye.
GG: Oradan sürekli yolcu gönderiyorsun.
HAG: Bu hanım Taşkent yolcusuymuş.
GG: Ver bakayım kağıtları (Kadının kimliğini, pasaportunu ve
uçuş kağıdını alır.)
HAG: Ben biliyorum. Bu kadın ileriden girecek. Kağıtları
verir misin?
GG: (HAG’nin kolundan tutar) Hayır, deminden beri bizim
oraya yolcu gönderiyorsun.
HAG: Tamam ya, onların oraya gelmesi gerekiyordu. Bunun
gelmesi gerekmiyor.
GG: (HAG’nin yaka kartını alır ve uzaklaşmaya çalışır) Ver
bakayım şunu.
HAG: Yaka kartımı niye aldın ya.
GG: İşini yap. Ben bakarım bu kağıtlara.
TYB: Ne kavga ediyorsunuz ya! Şikayet edeceğim şimdi.
GG: Bak gördün mü? Senin yüzünden.
HAG: Ne benim yüzümden ya, manyak mısın lan sen?
GG: Ben kimim sen biliyor musun?
HAG: Kim olursan ol. Bana ne! S*ktir ol git buradan!
GG: Sen kime küfrediyon olum! Haddini bil, yoksa
HAG: Yoksa! N’apcan? Beni mi dövecen? Neyle? Belindeki o
sopayla mı? Bi’kere sen kimsin de benim yaka kartımı alıyorsun. Polis misin?
Amirim misin?
GG: Sana ne lan! Gel şurada konuşalım. Gel, gel, böyle gel…
(Gitmeye yeltenir, elinde TYB’nin kağıtlarıyla.)
HAG: Nereye gidiyorsun ya? (GG’nin kolundan tutar ve çeker) Ver
şu kağıtları bana. Yaka kartımı da ver. Def ol git buradan. Ne işin var senin
burada?
GG: Vermiyorum lan.
HAG: Versene oğlum. Neyin kavgasını yapıyorsun. Bırak da
işimizi yapalım.
GG: (Kağıtları elinde buruşturur, bir tanesini yırtar ve
yere atar.) Al sana belgeler. Benimle doğru konuş. Lan deme bana.
HAG: Lan versene yaka kartımı!
Dışarıdan bu tartışmayı duyan birileri gelir ama iki kızgın
genci durduramaz. İleride, metal algılayıcı makinelerin yanında bekleşen polis
memurlarından birisini çağırırlar. Polis gelir, gençlerin arasına girer. TYB
bir şeyler demek ister ama beceremez. Ağız dalaşı devam etmektedir. HAG üste
çıkmıştır. GG’nin HAG’nin yaka kartını gasp etmesi bir haddini aşma olduğu için
bununla iyi saldırabilecektir. Polis memuru ikisini de dinlemeye çalışır ama
suçlamalar bitmez. Hep birlikte güvenlik şeridinin arkasına giderler. Yaklaşık
on dakika sonra aynı noktadan geçerken tartışma aynı hararetle sürüyordu.
Olaya tipik demem, geçtiğimiz bir yıl içinde Türkiye’de
benzer kavgaları çok görmüş olmamdan kaynaklanıyor. Diyaloğu bitiren ifadelerle
dolu konuşmalar. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”, “İşini yap”, “Haddini
bil”. Bir de fiziksel müdahaleler var tabii işin vahametini artıran. Adamların
elleri ayakları yerinde durmuyor ki barışçıl bir yolla sorunu çözsünler.
Ağızları tatlı olsa bile, yumrukları eksik olmuyor. Sadece konuşmaya
odaklandıkları için de birbirlerini dinlemeye hiç vakit ayırmıyorlar.
Dolayısıyla da sorun derinleştikçe derinleşiyor, içinden çıkılmaz bir hal
alıyor. Tabii dışarıdan bakınca bu değerlendirmeleri yapmak kolaydır.
Tartışmayı yapanlar için olay objektif bir sorun çözme işinden çok “kim daha
üstün” kavgasına dönüşmüştür. Her yerde gördüğüm dayanaksız özgüvenin kaynağının
karşındakine güvenmemek olduğu basit bir olayla kanıtlanmış oluyor.
Şimdi yemek yeme holünde oturdum bunları yazıyorum. Arkamda
Çinli bir çocuk, Çince bir kitap okuyor. Solumdaki masada Arap bir aile çay
içiyor. Solumda ise yaşlı bir Japon, genç bir Avrupalıyla dostluk kuruyor. Saat
2’yi geçti. Gözlerim kapanıyor. Uçuşa daha dört saat var… Bize yemek vermeleri
gerekir böylesi bir rötar durumunda. Gidip sorayım bari…
Bu mektup da Çin ile alakalı olmadı ama bunun sorumlusu ben
değilim. Türk Hava Yolları. Şimdi uçakta uyuyor olmalıydım ya da en azından Lao
Tzu’nun hayat hikayesini okuyor olacaktım…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder