Bu Blogda Ara

21 Ağustos 2013

Çin Mektupları (6) - 20130821

Sabah, telefonun alarmıyla uyanıyorum. Çoktan gündüz olmuş. Hava kapalı ama yakın zamanda açacak. Bavulları kapattım, etrafı toparladım, duş aldım ve kahvaltı yapmak için aşağıya indim. Saat daha yedi bile değil. Acele etmeden yemeğimi yiyebilir, gazeteye göz gezdirebilirim. Nedense pek iştahım yok. Sabah mahmurluğu ya da beyefendi çekingenliği! Uçakta çok yediğimden belki de! Bir de akşam yatmadan önce Amanda’nın verdiği “Ay Çöreği”ni (Moon Cake) yemiştim. Mideme öylece, kilden bir kitle gibi oturmuştu, içi fasulyeyle doldurulmuş çörek.

Çantalarımı emanete bırakıp kahvaltı salonuna girdim. Salata aldım, bir tane ufak patates böreği, iki tane de sebzeli “spring roll”. Tayland’da yol kenarlarında satarlardı bunları. Acılı tavuk sosuna batırıp yerdik. Aslında dimsumları denemek istiyordum ama içlerinde ne olduğunu bilemediğim için cesaret edemedim. Sormaktan da çekindim açıkçası. Bunca yenecek şey varken ne gerek var bilmediğim bir dilde derdimi anlatmaya çalışmaya. Hem domuz taklidi yapmak zor iş, inek ve tavuk gibi kolay değil. Bu yüzden üşendim. Bir de kahve aldım. Gelmeyin keyfime. Kimsenin rahatsız etmeyeceği, sessiz bir köşeye çekildim. Elimde de China Daily. Yedikçe iştahım açıldı; gittim biraz daha “spring roll” aldım, sonra soya soslu yumurta ve şimdi adını hatırlamadığım ama içinde güvercin yumurtası olan sarı renkli hamur işlerinden aldım. Karnım doyunca resepsiyona gidip Amanda’yı aradım. Henüz gelmemişti. Zaten saat de henüz sekiz olmamıştı. O gelene kadar internete bakayım deyip, lobideki bir koltuğa kuruldum.

Saat sekize az kalmıştı. Amanda birazdan gelir deyip bilgisayarı kapattım. O sırada resepsiyon masasının az ilerisinde bir para değiştirme makinesi çarptı gözüme. Üzerimde hiç Çin Yuan’ı olmaması hoş bir durum değildi. Ne olur ne olmaz, en azından 100 Dolar bozdurmalıydım. Makinenin başına geçtim ama ekrandaki yazılar Çinceydi. Biraz kurcaladım, belki metni İngilizceye çeviririm diye ama beceremedim.

Arkamı döndüm, resepsiyondaki görevlilerden birisi yardımcı olur diye. Tam o sırada Amanda’yı otelin kapısından giriyorken gördüm. “Ne kadar şanslıyım.” dedim içimden. Hemen yanına gittim. İnsanlara genelde adlarıyla hitap etmediğim için adları öğrenmekte zorlanırım. Hoş, Amanda adı aklıma kazınmıştı ama ben yine de “Hi Amanda!” yerine, “Hi” dedim. O da bana gülümsedi. “Hi” dedi. “Bana yardımcı olur musun? Para bozduracağım.” dedim. Gülümsedi. “Tabii ki!” dedi. Bir yandan da saatine bakıyordu. Tren istasyonuna yetişememekten korkuyordu besbelli. “Çok vakit almayacak, söz veriyorum.” dedim.

Onu makinenin başına götürdüm. Birkaç tuşa bastı, ekranda bir şeyler seçti. “Pasaportun gerekli.” dedi. Hemen çantamdan pasaportumu çıkardım. Amanda pasaportun üzerinde kimlik bilgileri olan sayfasını açıp, makinenin önündeki tarayıcıya doğru tuttu. Makine bızzzz bızzzz gibi sesler çıkardıktan sonra, durdu. Ekranda bir şeyler belirdi. Amanda tekrar bana dönüp “Ne kadar bozduracaksın?” dedi. “100 Dolar” dedim. Parayı uzattım. O da aldığı parayı makinenin deliğine soktu. Bu noktadan sonra makinenin parayı içine çekmesi ve birkaç saniye sonra bize 598 Yuan vermesi gerekiyordu. Oysa makinede tık yoktu. Ne Doları alıyordu, ne de Yuanı veriyordu. “Olmuyor” dedi. Arkaya dönüp yardım isteyen gözlerle resepsiyondakilere baktı. Kimse ilgilenmeyince resepsiyon masasına doğru yürüdü. Ben de onunla yürüdüm. Amanda resepsiyondaki kadına durumu izah ediyordu ki Amanda’yla aramıza tanıdık bir yüz girdi. Bana baktı ve “Check out yaptın mı?” diye sordu.

Benim kontak o anda kısa devre yapmaya başladı, dumanlar hafif hafif çıkıyordu. Bu oydu, bu Amanda’ydı. Benim afallamış olmama bakmadan konuşuyordu. “Kusura bakma geciktim. Kardeşime beni uyandırmasını söylemiştim. Uyandırmadan gitmiş. Otobüse zor yetiştim.” Soluk soluğa konuşuyor, benim şaşkınlığımın farkına bile varmıyordu. Bu arada diğer Amanda –sahte olan- halen benim işimi halletmeye çalışıyordu. Gerçek Amanda’dan “Bir saniye!” diyerek izin aldım ve sahte Amanda’nın yanına gittim. “Siz kimsiniz?” dedim. Kız bana şöyle bir baktı, bir de yanındaki gerçek Amanda’ya baktı. Sonrasında bozuntuya vermeden “Nasıl yani? Size yardımcı olmaya çalışıyorum işte!” dedi. Belki de benim aptallığımın farkına henüz varmamıştı. Hakikaten bu iki kız birbirine hiç benzemiyordu. Gerçek Amanda hafif tombul ve uzunca boylu (165 falan). Yardımsever kız ise hem ince hem de kısa. Ben işleri daha fazla karıştırmamak için hemen durumu izah ettim. “Kusura bakmayın. Ben sizi başkasıyla karıştırdım. Bakın ben bu arkadaşı bekliyordum.” dedim elimle gerçek Amanda’yı göstererek. Yardımsever kız gülümsedi ve “Ahh, sorun değil. Parayı hala bozdurmak istiyor musunuz? Nasıl yapılacağını öğrendim.”

İki Amanda arasında kalmıştım. Gerek Amanda’ya “Sen check out işlemini hallet, ben de para bozdurayım. Mini bara dokunmadım bile.” dedim. Gerçek Amanda bir kahkaha attı, belki benim o kızı kendisine benzetmiş olmama, belki de kızarıp bozaran yüzüme. Neyse ki sonunda iki iş de halloldu. Sahte Amanda’ya mükerrer kere teşekkür ettim otelden ayrılırken. Gerçek Amanda ise takside beni soru yağmuruna tuttu. Nasıl olur da onunla kendisini karıştırırmışım? Kendisi daha uzun boyluymuş. Hem o kızın saçları daha kısaymış, gözleri daha çekikmiş. Hiç sesimi çıkarmadım. Ne bahane uydursam yalan olacaktı. Belki o anda yardıma muhtaç olduğum için kız bana Amanda gibi göründü, belki de benim beynimde onların ortak yanlarını ön plana çıkaran bir mekanizma çalıştı, kısa süreliğine de olsa. Hem zaten Türkler hep demiyorlar mı nasıl ayırıyorsunuz Çinlileri, hepsi birbirine benziyor diye. Demek ki ayıramıyormuşum! Bunu da böylesi gülünç bir deneyimle öğrenmiş oldum.

Taksi yolculuğumuz kısa sürdü. Şangay tren istasyonuna vardığımızda saat dokuza çeyrek vardı. Çabuk adımlarla istasyona girdik, benim trene bineceğim peronu bulduk. İstasyon insan kaynıyor. Öyle böyle değil, her yer insan, karınca gibiler… Bir de bağırarak konuşmalarından kaynaklanan dayanılmaz gürültü. Benzer bir duruma uçakta da şahit olmuştum. İki Çinli aralarında konuşuyorken birbirleriyle konuşuyormuş gibi ayarlamıyorlar ses tonlarını. En az 15 metre yarıçaplı bir daireyi kapsayacak bir ses gücüyle –Acaba bu güçlü sesin sürekli içtikleri ılık/sıcak çayla bir ilişkisi var mı?- konuşuyorlar. Dolayısıyla rahatsız olmamak elde değil. Gerçi bu söyleme karşılık olarak şu da söylenebilir: Bilmediğin dilde konuşan insanların sesleri her zaman için olması gerekenden daha fazla rahatsız eder kulak kabartan kişiyi. Mesela benzer söylemleri İtalyanlar, İrlandalılar ve Japonlar için de duymuştum. Bu durumda benim şikayet ettiğim şey basit bir ayrımcılık oluyor. Yine de şunu söyleyeyim: telefonda ne zaman bir Çinliyi konuşuyorken duysam, hattın karşı tarafındaki kişiyle kavga ediyorlarmış gibi bir his uyanıyor içimde. Nedense buna engel olamıyorum…

Çin’e gelmeden önce, Çin’le ilgili pek çok negatif şey duymuş birisi olarak gürültüye şaşırmıyorum. İnsanların Çin hakkındaki söylemleri zaten genel olarak taraflı oluyor –bilerek önyargılı demiyorum-. Ucuz malların memleketinde yaşayan ucuz insanlar! “Çinliler pistir.”, “Çinliler gaddardır.”, “Çinliler merhametsizdir.”, “Çinliler her şeyi yer.” Sanki Çinliler anne olmuyor, sanki Çinliler evlerinde kedi/köpek beslemiyor, sanki Çinliler banyo yapmıyor, sanki Çinliler yardıma muhtaç birisine hiç yardım etmiyor… Hayır bunları söyleyenler sütten çıkmış ak kaşık. Kırmızı ışıkta bir saniye fazla durdu diye koltuğunun altından levyesini kapıp öndeki arabanın şoförün kafasını patlatmaya giden taksiciler var Türkiye’de. Senin koyunların benim arazimde otlamış diye kavga edip, ardından kavgayı aileler arasına taşıyıp, birkaç saat içinde yarım düzine insanın ölümüne neden olan hiddetimiz var bizim. Sohbet odasında kavga edip, hesabı dürmek için parkta buluşan ve birbirini bıçaklayan gençler var. Bunlar varken, yani kendi söküğümüzü görmezden gelirken, başkalarının yamalarına laf atmak hoş değil tabii.

Yalnız, uzun süre bu ülkede yaşayacak birisi olarak, adabı muaşeret konusunda beni şimdiye kadar rahatsız eden konulara değinmeden de geçemeyeceğim. Beni rahatsız ediyorlar demek bunlar yanlış şeylerdir anlamına gelmez. Zaten yazacaklarımın pek çoğunun kültürel ya da ekonomik altyapısının olduğuna inanıyorum. Bunlardan da kısaca söz edeceğim.

Örneğin Çinliler yemek yerken ağız şapırdatmaktan çekinmiyorlar. Daha bugün öğlen yemeğinde emlakçı kadın karşımda höpürdeterek “noodle” (nudıl) yiyordu. Bunu yadırgamıyorum ama başıma ilk kez geldiği için bana tuhaf geliyor. Ayrıca benden başka kimse rahatsız olmadığına göre bu toplumun bir normu olmuş demektir. Bu durum üzerine biraz düşündüm ve şöyle bir hipoteze vardım. Çinlilerin geleneksel pirinç yeme yöntemi kâseyi ağza yaklaştırıp, çubuklarla pirinci ağza itmektir. Yani çocukluktan beri pirincin yanına katık yaptıkları yemeği ağızlarına attıktan sonra –bazen pirinçle karıştırabilirler-, lapa haldeki haşlanmış pirinci ağza doğru küreklerler. Yalnız pirinç ısıyı uzun süre tutmadığı için pirincin içinde olduğu kâse çok sıcak olmaz. Dolayısıyla rahatlıkla bu işi yaparlar. Aynı şey nudıl için geçerli değildir. Su ısıyı uzun süre muhafaza eder. Yemek yiyen kişi koca nudıl kabını eline alıp, ağzına yaklaştıramaz. En azından yemek önüne konduktan sonra uzun süre bunu yapamaz. Ne yapacak o zaman? Kâse masada kalacak, o kafasını eğecek.  Eğik kafa da yemeği rahat yutamayacağı için nudılı, ağzına aldıktan birkaç saniye sonra –zaten sıcak ağzını yakacaktır- dişiyle koparacaktır. İşte ağız şapırdatma olayı bu birkaç saniyelik zaman diliminde gerçekleşiyor. Nudılı ağzına doğru çeken ama tam kesemeyen, bir yandan suyu akan çorbayı ağzına doldurmaya çalışan Çinli kardeşimiz, ister istemez bu hengâmede bir şapur şupur bir şarıltıya neden oluyor. Yer çekimiyle içeri çekilen nefesin mücadelesi, kolay değil tabii! Çare yok mu? Var. Nudılı pirinç gibi yemekten vazgeçersin, olur biter. İtalyanların spagettiyi çatala sarması gibi isterse Çinliler de nudılı çubuklara sarabilir. Yapanlar mutlaka vardır, ama görünen o ki yapmayanlar da var. J çok iyi beceriyor bu işi mesela. Zor zanaat iki çubuğu tek elle kullanarak, uzun nudılları makaraya sarar gibi sarıyor, kaşığı da çubukların altında tutuyor ki akan su tekrar kâseye düşmesin, nahoş bir görüntü oluşturmasın.

Bana rahatsızlık veren bir başka şey ise insanların yerlere tükürmesi. Buraya İngilizce öğretmeye gelen bir kadın, ABD’ye dönünce hatıralarını yazmış. Kitabın adı da ”Tüküren Kadın”. Kitabın ilk birkaç bölümünü okudum. Aşırı derecede Amerikancı (sömürgeci ve başkalarını aşağılayıcı) dille yazılmış olduğu için devam etmedim, bıraktım. Tamam, yola tükürmek, boğazını temizleyip, yeşilimsi sıvılarını sağa sola atmak hoş değil. Bu konuda ciddi eğitim ve kamu reklamı şart. Yalnız soruna yine nesnel gözle bakacak olursak tükürmelerin arkasında ciddi bir çevresel sorun olduğunu görebiliriz. Çin’deki büyük kentlerin büyük bir çoğunluğu, özellikle kış aylarında, aşırı derecede hava kirliliği yaşıyorlar. Enerji ihtiyacını kömür yakarak karşılayan Çin doğal olarak yanan kömürden çıkan dumanı atmosfere salıyor. O duman da dönüp dolaşıp, kentlerde yaşayan insanları, özellikle çocukları ve yaşlıları, sabahları ve akşamları işe giden/işten dönen insanları avlıyor. Durum böyle olunca, yani soluk borusundan aşağıya bol bol kükürt dioksit inince, insan ister istemez tükürme ihtiyacı hissediyor. Geçen yıl Derbent’de yaşıyorken ben de benzer bir sorunla karşılaşmıştım. Çareyi selpak mendil taşımakta bulmuştum. Hadi ben yapıyordum çünkü az çok utanıyorum sokağa tükürmekten. Herkes utanmak zorunda değil. Hem o kirli havayı yaratan kişi, onu engellemeyen kişi utanmıyorsa; ondan hastalık kapacak kişi neden utansın?

Son olarak da kapalı alanlarda sigara içme meselesine değineyim. Hadi büyük ve havadar bir yerde çok rahatsızlık vermiyor ama adam asansöre sigarayla biniyor. Kusacak gibi oluyorum ben öyle bir yerde. Zaten g*t kadar asansör kabinleri, bir de sen üflüyorsun dumanı; çıkınca en az bir dakika aralıksız öksürüyorum. Dün asansöre bindim. Baktım benden önce inen kişi elinde sigarayla çıktı asansörden. Sisli bir günde Boztepe’den Karadeniz’e bakar gibi baktım ben de asansörün kat numaralarına. Bir de öksürük! Dayanamadım, indim hemen. Diğer asansörü bekledim. Demem o ki sigara içecek olan kişi bundan hakikaten keyif alıyorsa buna bir diyeceğim yok. Ama benim gibi dumana tahammül edemeyen kişiye zulüm yapmaya hakkı olmamalı. Umarım bir an önce kapalı alanlarda sigara içme yasağını koyar Çin.

Nereden nereye geldim yine. Tren istasyonundaki gürültüden başladım, saçma sapan şeylerden bahsettim. Bilincim akıyor, parmaklarım yazıyor. Günce değil mi bu sonuçta. Kuralı yok, vardıysa da artık yok.  Neyse, hızlı trene vardık. Saatte 400 küsür km yapabilen, adeta bir kara uçağı. Sağ olsun Amanda benimle taaa içeriye kadar geldi –oysa yolcu olmayanların perona girmeleri yasak -, beni trene bindirdi, doğru vagona bindiğime, doğru koltuğa oturduğuma emin oldu. Sabahki karışıklıktan sonra bana güvenmemesi normal artık. Tren tıklım tıklım dolu. Sağım, solum, önüm, arkam… Herkes Çinli. Tek bir farklı yüz göremiyorum. Hemen herkes de cep telefonuyla meşgul. Kimisi oyun oynuyor, kimisi mesaj çekiyor. Ben telefonumu cebimden çıkarmıyorum bile. Zaten hattım yok, ne işe yarayacak ki. Camdan dışarıyı izlemeye, hızlı trenin keyfini çıkarmaya hazırlanıyorum. Tren tam saat 9’da hareket ediyor. Kısa sürede hızımız 254 km/s’i buluyor.


                              İlk hızlı tren deneyiminden hemen önce.

Bir sonraki yazıda: Kısa süren tren yolculuğu, sisli-puslu ufuk çizgisi, elektrik santralleri, Ann ile tanışma, Pazar günü gerçekleşen mucizeler, kentin merkezinde kısa bir yürüyüş, ilk süpermarket deneyimi, tuhaf bir iltifat. 

3 yorum:

  1. Adsız6:57 ÖS

    Ben de Turkiye'ye geldigimde bol bol gorusuruz belki bu sefer diyordum. Kismet olamayacak demek ki. Yolun acik olsun. ACS

    YanıtlaSil
  2. Sağ ol. Buraya yazacağına bir elmek yazsaydın daha iyi olurdu. Neyse, ben sana yazarım yakın bir zamanda. ARA

    YanıtlaSil
  3. Sahte Amanda hikayesi süpermiş :)

    YanıtlaSil