Sabah, telefonun alarmıyla uyanıyorum. Çoktan gündüz olmuş. Hava
kapalı ama yakın zamanda açacak. Bavulları kapattım, etrafı toparladım, duş
aldım ve kahvaltı yapmak için aşağıya indim. Saat daha yedi bile değil. Acele
etmeden yemeğimi yiyebilir, gazeteye göz gezdirebilirim. Nedense pek iştahım
yok. Sabah mahmurluğu ya da beyefendi çekingenliği! Uçakta çok yediğimden belki
de! Bir de akşam yatmadan önce Amanda’nın verdiği “Ay Çöreği”ni (Moon Cake)
yemiştim. Mideme öylece, kilden bir kitle gibi oturmuştu, içi fasulyeyle
doldurulmuş çörek.
Çantalarımı emanete bırakıp kahvaltı salonuna girdim. Salata
aldım, bir tane ufak patates böreği, iki tane de sebzeli “spring roll”.
Tayland’da yol kenarlarında satarlardı bunları. Acılı tavuk sosuna batırıp
yerdik. Aslında dimsumları denemek istiyordum ama içlerinde ne olduğunu
bilemediğim için cesaret edemedim. Sormaktan da çekindim açıkçası. Bunca
yenecek şey varken ne gerek var bilmediğim bir dilde derdimi anlatmaya
çalışmaya. Hem domuz taklidi yapmak zor iş, inek ve tavuk gibi kolay değil. Bu
yüzden üşendim. Bir de kahve aldım. Gelmeyin keyfime. Kimsenin rahatsız
etmeyeceği, sessiz bir köşeye çekildim. Elimde de China Daily. Yedikçe iştahım
açıldı; gittim biraz daha “spring roll” aldım, sonra soya soslu yumurta ve
şimdi adını hatırlamadığım ama içinde güvercin yumurtası olan sarı renkli hamur
işlerinden aldım. Karnım doyunca resepsiyona gidip Amanda’yı aradım. Henüz
gelmemişti. Zaten saat de henüz sekiz olmamıştı. O gelene kadar internete
bakayım deyip, lobideki bir koltuğa kuruldum.
Saat sekize az kalmıştı. Amanda birazdan gelir deyip
bilgisayarı kapattım. O sırada resepsiyon masasının az ilerisinde bir para
değiştirme makinesi çarptı gözüme. Üzerimde hiç Çin Yuan’ı olmaması hoş bir
durum değildi. Ne olur ne olmaz, en azından 100 Dolar bozdurmalıydım. Makinenin
başına geçtim ama ekrandaki yazılar Çinceydi. Biraz kurcaladım, belki metni İngilizceye çeviririm diye ama beceremedim.
Arkamı döndüm, resepsiyondaki görevlilerden birisi
yardımcı olur diye. Tam o sırada Amanda’yı otelin kapısından giriyorken gördüm.
“Ne kadar şanslıyım.” dedim içimden. Hemen yanına gittim. İnsanlara genelde
adlarıyla hitap etmediğim için adları öğrenmekte zorlanırım. Hoş, Amanda adı
aklıma kazınmıştı ama ben yine de “Hi Amanda!” yerine, “Hi” dedim. O da bana
gülümsedi. “Hi” dedi. “Bana yardımcı olur musun? Para bozduracağım.” dedim.
Gülümsedi. “Tabii ki!” dedi. Bir yandan da saatine bakıyordu. Tren istasyonuna
yetişememekten korkuyordu besbelli. “Çok vakit almayacak, söz veriyorum.”
dedim.
Onu makinenin başına götürdüm. Birkaç tuşa bastı, ekranda
bir şeyler seçti. “Pasaportun gerekli.” dedi. Hemen çantamdan pasaportumu
çıkardım. Amanda pasaportun üzerinde kimlik bilgileri olan sayfasını açıp,
makinenin önündeki tarayıcıya doğru tuttu. Makine bızzzz bızzzz gibi sesler
çıkardıktan sonra, durdu. Ekranda bir şeyler belirdi. Amanda tekrar bana dönüp
“Ne kadar bozduracaksın?” dedi. “100 Dolar” dedim. Parayı uzattım. O da aldığı
parayı makinenin deliğine soktu. Bu noktadan sonra makinenin parayı içine
çekmesi ve birkaç saniye sonra bize 598 Yuan vermesi gerekiyordu. Oysa makinede
tık yoktu. Ne Doları alıyordu, ne de Yuanı veriyordu. “Olmuyor” dedi. Arkaya
dönüp yardım isteyen gözlerle resepsiyondakilere baktı. Kimse ilgilenmeyince
resepsiyon masasına doğru yürüdü. Ben de onunla yürüdüm. Amanda resepsiyondaki
kadına durumu izah ediyordu ki Amanda’yla aramıza tanıdık bir yüz girdi. Bana
baktı ve “Check out yaptın mı?” diye sordu.
Benim kontak o anda kısa devre yapmaya başladı, dumanlar
hafif hafif çıkıyordu. Bu oydu, bu Amanda’ydı. Benim afallamış olmama bakmadan
konuşuyordu. “Kusura bakma geciktim. Kardeşime beni uyandırmasını söylemiştim.
Uyandırmadan gitmiş. Otobüse zor yetiştim.” Soluk soluğa konuşuyor, benim
şaşkınlığımın farkına bile varmıyordu. Bu arada diğer Amanda –sahte olan- halen
benim işimi halletmeye çalışıyordu. Gerçek Amanda’dan “Bir saniye!” diyerek
izin aldım ve sahte Amanda’nın yanına gittim. “Siz kimsiniz?” dedim. Kız bana
şöyle bir baktı, bir de yanındaki gerçek Amanda’ya baktı. Sonrasında bozuntuya
vermeden “Nasıl yani? Size yardımcı olmaya çalışıyorum işte!” dedi. Belki de
benim aptallığımın farkına henüz varmamıştı. Hakikaten bu iki kız birbirine hiç
benzemiyordu. Gerçek Amanda hafif tombul ve uzunca boylu (165 falan).
Yardımsever kız ise hem ince hem de kısa. Ben işleri daha fazla karıştırmamak
için hemen durumu izah ettim. “Kusura bakmayın. Ben sizi başkasıyla
karıştırdım. Bakın ben bu arkadaşı bekliyordum.” dedim elimle gerçek Amanda’yı
göstererek. Yardımsever kız gülümsedi ve “Ahh, sorun değil. Parayı hala
bozdurmak istiyor musunuz? Nasıl yapılacağını öğrendim.”
İki Amanda arasında kalmıştım. Gerek Amanda’ya “Sen check
out işlemini hallet, ben de para bozdurayım. Mini bara dokunmadım bile.” dedim.
Gerçek Amanda bir kahkaha attı, belki benim o kızı kendisine benzetmiş olmama,
belki de kızarıp bozaran yüzüme. Neyse ki sonunda iki iş de halloldu. Sahte
Amanda’ya mükerrer kere teşekkür ettim otelden ayrılırken. Gerçek Amanda ise
takside beni soru yağmuruna tuttu. Nasıl olur da onunla kendisini karıştırırmışım?
Kendisi daha uzun boyluymuş. Hem o kızın saçları daha kısaymış, gözleri daha
çekikmiş. Hiç sesimi çıkarmadım. Ne bahane uydursam yalan olacaktı. Belki o
anda yardıma muhtaç olduğum için kız bana Amanda gibi göründü, belki de benim
beynimde onların ortak yanlarını ön plana çıkaran bir mekanizma çalıştı, kısa
süreliğine de olsa. Hem zaten Türkler hep demiyorlar mı nasıl ayırıyorsunuz
Çinlileri, hepsi birbirine benziyor diye. Demek ki ayıramıyormuşum! Bunu da
böylesi gülünç bir deneyimle öğrenmiş oldum.
Taksi yolculuğumuz kısa sürdü. Şangay tren istasyonuna
vardığımızda saat dokuza çeyrek vardı. Çabuk adımlarla istasyona girdik, benim
trene bineceğim peronu bulduk. İstasyon insan kaynıyor. Öyle böyle değil, her
yer insan, karınca gibiler… Bir de bağırarak konuşmalarından kaynaklanan dayanılmaz
gürültü. Benzer bir duruma uçakta da şahit olmuştum. İki Çinli aralarında
konuşuyorken birbirleriyle konuşuyormuş gibi ayarlamıyorlar ses tonlarını. En
az 15 metre yarıçaplı bir daireyi kapsayacak bir ses gücüyle –Acaba bu güçlü
sesin sürekli içtikleri ılık/sıcak çayla bir ilişkisi var mı?- konuşuyorlar. Dolayısıyla
rahatsız olmamak elde değil. Gerçi bu söyleme karşılık olarak şu da
söylenebilir: Bilmediğin dilde konuşan insanların sesleri her zaman için olması
gerekenden daha fazla rahatsız eder kulak kabartan kişiyi. Mesela benzer
söylemleri İtalyanlar, İrlandalılar ve Japonlar için de duymuştum. Bu durumda
benim şikayet ettiğim şey basit bir ayrımcılık oluyor. Yine de şunu söyleyeyim:
telefonda ne zaman bir Çinliyi konuşuyorken duysam, hattın karşı tarafındaki
kişiyle kavga ediyorlarmış gibi bir his uyanıyor içimde. Nedense buna engel
olamıyorum…
Çin’e gelmeden önce, Çin’le ilgili pek çok negatif şey
duymuş birisi olarak gürültüye şaşırmıyorum. İnsanların Çin hakkındaki
söylemleri zaten genel olarak taraflı oluyor –bilerek önyargılı demiyorum-.
Ucuz malların memleketinde yaşayan ucuz insanlar! “Çinliler pistir.”, “Çinliler
gaddardır.”, “Çinliler merhametsizdir.”, “Çinliler her şeyi yer.” Sanki
Çinliler anne olmuyor, sanki Çinliler evlerinde kedi/köpek beslemiyor, sanki
Çinliler banyo yapmıyor, sanki Çinliler yardıma muhtaç birisine hiç yardım
etmiyor… Hayır bunları söyleyenler sütten çıkmış ak kaşık. Kırmızı ışıkta bir
saniye fazla durdu diye koltuğunun altından levyesini kapıp öndeki arabanın
şoförün kafasını patlatmaya giden taksiciler var Türkiye’de. Senin koyunların
benim arazimde otlamış diye kavga edip, ardından kavgayı aileler arasına
taşıyıp, birkaç saat içinde yarım düzine insanın ölümüne neden olan hiddetimiz
var bizim. Sohbet odasında kavga edip, hesabı dürmek için parkta buluşan ve
birbirini bıçaklayan gençler var. Bunlar varken, yani kendi söküğümüzü
görmezden gelirken, başkalarının yamalarına laf atmak hoş değil tabii.
Yalnız, uzun süre bu ülkede yaşayacak birisi olarak, adabı
muaşeret konusunda beni şimdiye kadar rahatsız eden konulara değinmeden de
geçemeyeceğim. Beni rahatsız ediyorlar demek bunlar yanlış şeylerdir anlamına
gelmez. Zaten yazacaklarımın pek çoğunun kültürel ya da ekonomik altyapısının
olduğuna inanıyorum. Bunlardan da kısaca söz edeceğim.
Örneğin Çinliler yemek yerken ağız şapırdatmaktan
çekinmiyorlar. Daha bugün öğlen yemeğinde emlakçı kadın karşımda höpürdeterek “noodle”
(nudıl) yiyordu. Bunu yadırgamıyorum ama başıma ilk kez geldiği için bana tuhaf
geliyor. Ayrıca benden başka kimse rahatsız olmadığına göre bu toplumun bir
normu olmuş demektir. Bu durum üzerine biraz düşündüm ve şöyle bir hipoteze
vardım. Çinlilerin geleneksel pirinç yeme yöntemi kâseyi ağza yaklaştırıp,
çubuklarla pirinci ağza itmektir. Yani çocukluktan beri pirincin yanına katık
yaptıkları yemeği ağızlarına attıktan sonra –bazen pirinçle karıştırabilirler-,
lapa haldeki haşlanmış pirinci ağza doğru küreklerler. Yalnız pirinç ısıyı uzun
süre tutmadığı için pirincin içinde olduğu kâse çok sıcak olmaz. Dolayısıyla
rahatlıkla bu işi yaparlar. Aynı şey nudıl için geçerli değildir. Su ısıyı uzun
süre muhafaza eder. Yemek yiyen kişi koca nudıl kabını eline alıp, ağzına
yaklaştıramaz. En azından yemek önüne konduktan sonra uzun süre bunu yapamaz.
Ne yapacak o zaman? Kâse masada kalacak, o kafasını eğecek. Eğik kafa da yemeği rahat yutamayacağı için nudılı,
ağzına aldıktan birkaç saniye sonra –zaten sıcak ağzını yakacaktır- dişiyle
koparacaktır. İşte ağız şapırdatma olayı bu birkaç saniyelik zaman diliminde
gerçekleşiyor. Nudılı ağzına doğru çeken ama tam kesemeyen, bir yandan suyu
akan çorbayı ağzına doldurmaya çalışan Çinli kardeşimiz, ister istemez bu hengâmede
bir şapur şupur bir şarıltıya neden oluyor. Yer çekimiyle içeri çekilen nefesin
mücadelesi, kolay değil tabii! Çare yok mu? Var. Nudılı pirinç gibi yemekten
vazgeçersin, olur biter. İtalyanların spagettiyi çatala sarması gibi isterse Çinliler
de nudılı çubuklara sarabilir. Yapanlar mutlaka vardır, ama görünen o ki
yapmayanlar da var. J çok iyi beceriyor bu işi mesela. Zor zanaat iki çubuğu
tek elle kullanarak, uzun nudılları makaraya sarar gibi sarıyor, kaşığı da
çubukların altında tutuyor ki akan su tekrar kâseye düşmesin, nahoş bir görüntü
oluşturmasın.
Bana rahatsızlık veren bir başka şey ise insanların yerlere
tükürmesi. Buraya İngilizce öğretmeye gelen bir kadın, ABD’ye dönünce
hatıralarını yazmış. Kitabın adı da ”Tüküren Kadın”. Kitabın ilk birkaç
bölümünü okudum. Aşırı derecede Amerikancı (sömürgeci ve başkalarını
aşağılayıcı) dille yazılmış olduğu için devam etmedim, bıraktım. Tamam, yola
tükürmek, boğazını temizleyip, yeşilimsi sıvılarını sağa sola atmak hoş değil. Bu
konuda ciddi eğitim ve kamu reklamı şart. Yalnız soruna yine nesnel gözle
bakacak olursak tükürmelerin arkasında ciddi bir çevresel sorun olduğunu
görebiliriz. Çin’deki büyük kentlerin büyük bir çoğunluğu, özellikle kış
aylarında, aşırı derecede hava kirliliği yaşıyorlar. Enerji ihtiyacını kömür
yakarak karşılayan Çin doğal olarak yanan kömürden çıkan dumanı atmosfere
salıyor. O duman da dönüp dolaşıp, kentlerde yaşayan insanları, özellikle
çocukları ve yaşlıları, sabahları ve akşamları işe giden/işten dönen insanları
avlıyor. Durum böyle olunca, yani soluk borusundan aşağıya bol bol kükürt
dioksit inince, insan ister istemez tükürme ihtiyacı hissediyor. Geçen yıl
Derbent’de yaşıyorken ben de benzer bir sorunla karşılaşmıştım. Çareyi selpak
mendil taşımakta bulmuştum. Hadi ben yapıyordum çünkü az çok utanıyorum sokağa
tükürmekten. Herkes utanmak zorunda değil. Hem o kirli havayı yaratan kişi, onu
engellemeyen kişi utanmıyorsa; ondan hastalık kapacak kişi neden utansın?
Son olarak da kapalı alanlarda sigara içme meselesine
değineyim. Hadi büyük ve havadar bir yerde çok rahatsızlık vermiyor ama adam
asansöre sigarayla biniyor. Kusacak gibi oluyorum ben öyle bir yerde. Zaten g*t
kadar asansör kabinleri, bir de sen üflüyorsun dumanı; çıkınca en az bir dakika
aralıksız öksürüyorum. Dün asansöre bindim. Baktım benden önce inen kişi elinde
sigarayla çıktı asansörden. Sisli bir günde Boztepe’den Karadeniz’e bakar gibi
baktım ben de asansörün kat numaralarına. Bir de öksürük! Dayanamadım, indim
hemen. Diğer asansörü bekledim. Demem o ki sigara içecek olan kişi bundan
hakikaten keyif alıyorsa buna bir diyeceğim yok. Ama benim gibi dumana tahammül
edemeyen kişiye zulüm yapmaya hakkı olmamalı. Umarım bir an önce kapalı
alanlarda sigara içme yasağını koyar Çin.
Nereden nereye geldim yine. Tren istasyonundaki gürültüden
başladım, saçma sapan şeylerden bahsettim. Bilincim akıyor, parmaklarım
yazıyor. Günce değil mi bu sonuçta. Kuralı yok, vardıysa da artık yok. Neyse, hızlı trene vardık. Saatte 400 küsür
km yapabilen, adeta bir kara uçağı. Sağ olsun Amanda benimle taaa içeriye kadar
geldi –oysa yolcu olmayanların perona girmeleri yasak -, beni trene bindirdi,
doğru vagona bindiğime, doğru koltuğa oturduğuma emin oldu. Sabahki
karışıklıktan sonra bana güvenmemesi normal artık. Tren tıklım tıklım dolu. Sağım,
solum, önüm, arkam… Herkes Çinli. Tek bir farklı yüz göremiyorum. Hemen herkes
de cep telefonuyla meşgul. Kimisi oyun oynuyor, kimisi mesaj çekiyor. Ben
telefonumu cebimden çıkarmıyorum bile. Zaten hattım yok, ne işe yarayacak ki.
Camdan dışarıyı izlemeye, hızlı trenin keyfini çıkarmaya hazırlanıyorum. Tren
tam saat 9’da hareket ediyor. Kısa sürede hızımız 254 km/s’i buluyor.
İlk hızlı tren deneyiminden hemen önce.
Bir sonraki yazıda: Kısa süren tren yolculuğu, sisli-puslu ufuk çizgisi, elektrik santralleri, Ann ile
tanışma, Pazar günü gerçekleşen mucizeler, kentin merkezinde kısa bir yürüyüş,
ilk süpermarket deneyimi, tuhaf bir iltifat.
Ben de Turkiye'ye geldigimde bol bol gorusuruz belki bu sefer diyordum. Kismet olamayacak demek ki. Yolun acik olsun. ACS
YanıtlaSilSağ ol. Buraya yazacağına bir elmek yazsaydın daha iyi olurdu. Neyse, ben sana yazarım yakın bir zamanda. ARA
YanıtlaSilSahte Amanda hikayesi süpermiş :)
YanıtlaSil