Bu Blogda Ara

15 Ağustos 2013

ÇİN MEKTUPLARI (3) – 20130815

                                                        
Çin’i Çin yapan özelliklerden belki de en önemli ve etkin olanı Konfüçyüsçülüktür. İki bin beş yüz yıldır Çin halkının zihninde yer etmiş olan; gündelik hayatı düzenlemeden, ahlaki ve sosyal normları belirlemeye kadar pek çok noktada Çin insanını şekillendiren bir kurallar bütünü olmuştur Konfüçyüs’ün ortaya koyduğu prensipler. Dolayısıyla Konfüçyüs’ü anlamadan Çin’i anlamak mümkün değildir.



Öncelikle şunu söylemekte yarar var: Konfüçyüs (Doğumu MÖ 551) bir dini lider değildir, asla da böyle bir iddiası olmamıştır. Hatta öğrencileriyle yaptığı konuşmalarda doğaüstü olayları tartışmayı yasaklamış, ölüm sonrası hakkında yorum yapılmasını hoş karşılamamıştır. Diğer dini liderlerle kıyaslandığında hayatı hakkında iki temel fark göze batmaktadır. Birincisi hayat hikâyesinde muallaklıklar yoktur. Yaşadığı devir, yaptığı işler, söylediği sözler iyi not edilmiş ve arkasında sağlam bir düşünsel miras bırakmıştır. İkincisi ise yukarıda da sözünü ettiğim gibi doğaüstüyle, yani mucizelerle ve ruhsal âlemle ilgilenmemiş, ölüm sonrasını kurtarmak gibi bir amacı olmamıştır.

Yaşadığı dönemin mevcut dini motiflerine bir ekleme yapmamış, dinsel konulara değinmekten kaçınmıştır. Bu noktadan bakınca statükocu bir dinsel görüşü olduğu savunulabilir. Daha doğrusu insanların hayatlarını yönlendirirken dinin önemini ya inkâr etmiştir ya da ona rakip olarak ahlaki/toplumsal değerler bütünü ortaya koymuştur. Zamanında var olan tek tanrılı inancı korumuş, bunun yanında ölenlerin ruhlarının dünyada gezindiğine dair yarı Paganist yarı Şamanist anlayışı olduğu gibi benimsemiştir. Zaten ortaya koyduğu doktrinleri görünce anlıyoruz ki Konfüçyüs’ün en büyük derdi sosyal yaşamı düzenlemek, huzurlu bir toplumsal ortamı garanti altına almak, adaletli hükümdarların himayesi altında yeşerecek olan edebiyat ve kültür ağaçlarını büyütmektir. Belki de bu yüzden 19. Yüzyılda veya öncesinde Çin’e ulaşan oryantalist kafalı batılılar “Sizin dininiz ne?” diye sorduklarında pek çok Çinli hem soruyu anlamadıklarından hem de verecekleri yanıtın yanlış anlamaya neden olacağını bildiklerinden, afallamışlardır.



Çünkü batılıların dinleri hem dışlamacı (Benim cennetime girmek istiyorsan benim peygamberime biat edeceksin anlayışı) hem de kurtuluş (Bu dünyada mutluluk ve adalet mümkün değildir. Asıl hayat öldükten sonra başlar. Burada adaletsizliğe maruz kalırsan ya da mutsuz olursan kafaya takma. Bunun bir de rövanşı var.) eksenlidir. Oysa Konfüçyüs her iki noktada da ayrışmaktadır batılı anlayıştan. Onun felsefesi tamamıyla dünya hayatını tanzim etmeye, insanların hayatına düzen ve huzur getirmeye, yaşamı zevk alınan bir sürece dönüştürmeye yöneliktir. Bu yüzden Konfüçyüs’ün yolundan giden birisinin din konusunda kafasının karışık olması normaldir. Belki din konusunda kafası karışıktır ama dünya hayatı mutlu, huzurlu ve en azından kindarlıktan ve intikam duygusundan uzaktadır. Bunu ne kadar başarabilmiştir sorusu burada sorulabilir ama soruya verilecek olumsuz yanıt kuramsal olarak Konfüçyüs’ün prensiplerini yanlışlamaz. Tıpkı geri kalmış İslam devletlerinin suçu İslam’ın çağa ayak uydurmayan prensiplerinde değil de İslam’ı yanlış uygulayan Müslümanlarda bulması gibi.



Konfüçyüsçülüğe dönersek, bu kadim felsefi birikimi birbiriyle iç içe geçmiş iki ana kurallar kümesi olarak inceleyebiliriz.

1.       Bireyin ve ailenin yaşamını şekillendiren ahlaki kurallar.  

2.       Yöneticilerin adil ve barışsever olmalarını sağlayan siyaset bilimsel kurallar.

Ahlaki kurallar ya da etik kod diyebileceğimiz kısımda en önemli öğe ailedir. Konfüçyüs’e göre anne babaya saygı –ölmüş olsalar bile- bir evlat için uyulması gereken en önemli kuraldır. Bu o kadar önemlidir ki anne babayı üzmek ya da onlara saygısızlık yapmak olası en büyük ahlâksızlıklardan birisidir. Ölmüş olan aile üyelerini periyodik olarak anmak, onlar adına tütsüler yakmak, onların ruhu için oyuncak da olsa evler ve arabalar yakmak (Bu çeşit anma Vietnam’da ve Bangkok’un Yorawat semtinde de çok yaygındı), bir çeşit ibadet sayılmaktadır. Bunun yanında bir insanın çocuk yapmaması anne-babasına yapacağı en büyük saygısızlıktır çünkü bu durum soyun sonlanmasına, anne-babanın ruhlarının sonsuza kadar acı çekmesine neden olacaktır. Aslında bu inanç Çin’in nüfusunun neden bu kadar çok olduğu hakkında bize ufak da olsa bir ipucu vermektedir.


Bazı oryantalist düşünürler aile bağının bu kadar güçlü olmasının, bireylerin ülkeye, kente ya da içinde yaşanılan mahalleye olan bağlılığı zayıflattığı görüşünü savunmaktadır. Yani, Çinlilerin yanı başlarında meydana gelen kazalara duyarsız kalmalarını, bu olayda mağdur olan kişinin bir aile üyesi olmamasına bağlamaktalar. Ben bunun bir abartı olduğunu, benzer duyarsızlıkların dünyanın hemen her yerinde olduğunu düşünüyorum. İstatistiksel olarak her dört duyarsızlıktan birisinin Çin’de olma olasılığı yüksektir. Eğer oran 1 / 4’den çok çok fazla ise bu farkın neden kaynaklandığını tartışabiliriz ama böylesi bir iddiayı doğrulayacak somut kanıtın bulunabileceğine imkân vermiyorum (var olduğunu da sanmıyorum).

Yalnız ailenin bu denli ahlaki ilkelerin merkezine konmuş olması ister istemez nepotizm tarzı ahlaksızlıkların önünü açmaktadır. Öyle ki Konfüçyüs’e atfedilen aşağıdaki mesel buna güzel bir örnek teşkil eder:

Küçük bir bölgenin valisi kendisinin hükmettiği topraklarda ahlâki değerlerin ne derece yüksek olduğunu anlatmak için şöyle der: “Bizim topraklarımızda insanların en ahlâklılarını bulacaksınız. Eğer bir baba koyun çalarsa, oğlu onun aleyhine kanıt bulmaktan ve bu kanıtları ortaya dökmekten çekinmez.” Buna karşılık olarak Konfüçyüs şöyle demiştir: “Bizim oralarda standartlar farklıdır. Baba oğlunu korumak için kendisini siper eder, oğul babasını korumak için. Erdemi biz böyle tanımlarız.” (Kaynak: B Russell, The Problem of China)

Buradan da anlaşılıyor ki aile üyeleri birbirlerini korumak için ellerinden geleni yapmalı, ucunda yalan söylemek ya da başkasının hakkını gasp etmek olsa da bu konuda taviz vermemelidir. Bir başka örnekte de Konfüçyüs, hak etmediği halde kendisine verilen iyi maaşlı bir devlet memurluğunu reddeden adamın, bu kararı vermekle yaşlanmış olan anne-babasını inciteceğini söylemiştir. Çünkü kazanacağı parayla anne-babasına daha iyi bakabilir, evlatlık görevini daha etkin bir şekilde yerine getirebilir.



Atalara saygıdan başka Konfüçyüsçülük genel olarak orta yolun müdavimi olma olarak da tanımlanabilir. Her şeyde mutedil olmak, aşırıya kaçmamak, tutkuların ve hırsların çekiciliklerine aldırmamak, nefsini kontrol etmek Konfüçyüsçülüğün genel özellikleri arasındadır. Ben bu anlayışın Konfüçyüs ile aynı dönemde yaşamış Buda’dan kaynaklandığını ya da en azından ondan beslendiğini düşünüyorum. Belki de ikisinin kaynağı da ikisinden de eski olan Hinduizmdir. Orta yolu seçmek, aşırıya kaçmamak, huzuru bozacak eylemlerden kaçınmak zaten doğu denilince hemen hepimizin aklında canlanan ilk birkaç resimden birisidir. Dolayısıyla “aşırıya kaçmama” bahanesi hemen her davranışın yanına kulp olabilecek türden bir "ad hoc" söylem olabilir.

Örneğin, Çinlileri pek öyle aşırı soğuk su içerken göremezsiniz. Vietnam’da ve Tayland’da tanıştığım Çinli arkadaşların hemen hepsi yanlarında termosla ılık çay taşıyan ve asla buzlu içeceklere dokunmayan insanlardı. Neden böyle yaptıklarını sorduğumda bana genelde aşırı sıcak ve aşırı soğuğun sağlığa zararlı olduğunu söylerler, ardından da daha büyük bir genelleme yapıp, aşırı olan her şeyin kötü olacağı sonucuna ulaşırlardı. Bu durumda ben çıkıp “Bütün gün elinde termosla gezmek aşırıya kaçmaktır.” desem daha mı çok Konfüçyüsçü olurum yoksa daha mı az? Bunu da gidince deneyeceğim.

                                                       Şanghay'daki Konfüçyüs Heykeli

Konfüçyüsçülüğün ikinci ayağı olan devlet yönetimiyle ilgili siyaset bilimsel kurallar ise daha çok yöneticilerin adil ve barışçıl olmalarını sağlamak amacıyla geliştirilmiştir. Bu noktadan bakınca Konfüçyüs, ermiş bir liderden çok, tıpkı Spartalı Lycurgus ya da Antik Yunanlı Solon gibi bir kanun koyucu görünümündedir. Toplumun huzurunu korumak, insanların kazançlarını garanti altına almak ve dış ülkelerle barışçıl ilişkiler yürütmektir yöneticinin görevi. Bunu başarmak için de zaten eğitim ve sınavlar devlet kurumlarının vaz geçilmez parçaları haline getirilmiştir. Çinli bir ebeveyn için çocuklarını okutmak ve onu olabilecek en iyi okullara göndermek birinci ve asli vazifedir. Bu yüzden Çinli öğrenciler batıdaki üniversitelerde sivrilmeye ve sınıfların en iyisi olmaya –özellikle teknik derslerde- özen gösterir ve bu konuda hırslı davranırlar.


Şimdilik bu kadar yetsin. Bir sonraki yazıyı Şangay’dan yazacağım. Artık kitabi bilgilerden çok gözleme dayalı deneyimlerden söz edebilirim yazılarda. Aslında kafamda Taoism ve Budizm hakkında yazmak vardı çünkü bu iki din Çin'de Konfüçyüsçülüğü en fazla etkilemiş iki din. Olmazsa onu erteler, başka bir ara yazarım. 

Plana göre Cumartesi akşamı Şangay’da bir otelde kalıp, Pazar sabahı hızlı trenle yaşayacağım kent olan Çanco’ya (Changzhou) gideceğim. 

Not: Yukarıdaki resimlerin bazıların üzerinde yazılmış olan metinler Konfüçyüs'e mi ait bilmiyorum. Malum, internette her türlü bilgi var. Konfüçyüs hakkında daha derin okumak isterseniz http://en.wikipedia.org/wiki/Confucius ya da  http://tr.wikipedia.org/wiki/Konf%C3%BC%C3%A7y%C3%BCs adreslerinden bol bol okuma yapabilirsiniz. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder