Çin’i Çin yapan özelliklerden belki de en önemli ve etkin
olanı Konfüçyüsçülüktür. İki bin beş yüz yıldır Çin halkının zihninde yer etmiş
olan; gündelik hayatı düzenlemeden, ahlaki ve sosyal normları belirlemeye kadar
pek çok noktada Çin insanını şekillendiren bir kurallar bütünü olmuştur
Konfüçyüs’ün ortaya koyduğu prensipler. Dolayısıyla Konfüçyüs’ü anlamadan Çin’i
anlamak mümkün değildir.
Öncelikle şunu söylemekte yarar var: Konfüçyüs (Doğumu MÖ
551) bir dini lider değildir, asla da böyle bir iddiası olmamıştır. Hatta öğrencileriyle
yaptığı konuşmalarda doğaüstü olayları tartışmayı yasaklamış, ölüm sonrası
hakkında yorum yapılmasını hoş karşılamamıştır. Diğer dini liderlerle
kıyaslandığında hayatı hakkında iki temel fark göze batmaktadır. Birincisi
hayat hikâyesinde muallaklıklar yoktur. Yaşadığı devir, yaptığı işler,
söylediği sözler iyi not edilmiş ve arkasında sağlam bir düşünsel miras
bırakmıştır. İkincisi ise yukarıda da sözünü ettiğim gibi doğaüstüyle, yani
mucizelerle ve ruhsal âlemle ilgilenmemiş, ölüm sonrasını kurtarmak gibi bir
amacı olmamıştır.
Yaşadığı dönemin mevcut dini motiflerine bir ekleme
yapmamış, dinsel konulara değinmekten kaçınmıştır. Bu noktadan bakınca statükocu
bir dinsel görüşü olduğu savunulabilir. Daha doğrusu insanların hayatlarını
yönlendirirken dinin önemini ya inkâr etmiştir ya da ona rakip olarak
ahlaki/toplumsal değerler bütünü ortaya koymuştur. Zamanında
var olan tek tanrılı inancı korumuş, bunun yanında ölenlerin ruhlarının dünyada
gezindiğine dair yarı Paganist yarı Şamanist anlayışı olduğu gibi
benimsemiştir. Zaten ortaya koyduğu doktrinleri görünce anlıyoruz ki Konfüçyüs’ün
en büyük derdi sosyal yaşamı düzenlemek, huzurlu bir toplumsal ortamı garanti
altına almak, adaletli hükümdarların himayesi altında yeşerecek olan edebiyat
ve kültür ağaçlarını büyütmektir. Belki de bu yüzden 19. Yüzyılda veya
öncesinde Çin’e ulaşan oryantalist kafalı batılılar “Sizin dininiz ne?” diye
sorduklarında pek çok Çinli hem soruyu anlamadıklarından hem de verecekleri
yanıtın yanlış anlamaya neden olacağını bildiklerinden, afallamışlardır.
Çünkü batılıların dinleri hem dışlamacı (Benim cennetime
girmek istiyorsan benim peygamberime biat edeceksin anlayışı) hem de kurtuluş (Bu
dünyada mutluluk ve adalet mümkün değildir. Asıl hayat öldükten sonra başlar.
Burada adaletsizliğe maruz kalırsan ya da mutsuz olursan kafaya takma. Bunun
bir de rövanşı var.) eksenlidir. Oysa Konfüçyüs her iki noktada da
ayrışmaktadır batılı anlayıştan. Onun felsefesi tamamıyla dünya hayatını tanzim
etmeye, insanların hayatına düzen ve huzur getirmeye, yaşamı zevk alınan bir
sürece dönüştürmeye yöneliktir. Bu yüzden Konfüçyüs’ün yolundan giden birisinin
din konusunda kafasının karışık olması normaldir. Belki din konusunda kafası
karışıktır ama dünya hayatı mutlu, huzurlu ve en azından kindarlıktan ve
intikam duygusundan uzaktadır. Bunu ne kadar başarabilmiştir sorusu burada
sorulabilir ama soruya verilecek olumsuz yanıt kuramsal olarak Konfüçyüs’ün
prensiplerini yanlışlamaz. Tıpkı geri kalmış İslam devletlerinin suçu İslam’ın
çağa ayak uydurmayan prensiplerinde değil de İslam’ı yanlış uygulayan Müslümanlarda
bulması gibi.
Konfüçyüsçülüğe dönersek, bu kadim felsefi birikimi birbiriyle
iç içe geçmiş iki ana kurallar kümesi olarak inceleyebiliriz.
1.
Bireyin ve ailenin yaşamını şekillendiren ahlaki
kurallar.
2.
Yöneticilerin adil ve barışsever olmalarını
sağlayan siyaset bilimsel kurallar.
Ahlaki kurallar ya da etik kod diyebileceğimiz kısımda en
önemli öğe ailedir. Konfüçyüs’e göre anne babaya saygı –ölmüş olsalar bile- bir
evlat için uyulması gereken en önemli kuraldır. Bu o kadar önemlidir ki anne
babayı üzmek ya da onlara saygısızlık yapmak olası en büyük ahlâksızlıklardan
birisidir. Ölmüş olan aile üyelerini periyodik olarak anmak, onlar adına
tütsüler yakmak, onların ruhu için oyuncak da olsa evler ve arabalar yakmak (Bu
çeşit anma Vietnam’da ve Bangkok’un Yorawat semtinde de çok yaygındı), bir
çeşit ibadet sayılmaktadır. Bunun yanında bir insanın çocuk yapmaması
anne-babasına yapacağı en büyük saygısızlıktır çünkü bu durum soyun
sonlanmasına, anne-babanın ruhlarının sonsuza kadar acı çekmesine neden
olacaktır. Aslında bu inanç Çin’in nüfusunun neden bu kadar çok olduğu hakkında
bize ufak da olsa bir ipucu vermektedir.
Bazı oryantalist düşünürler aile bağının bu kadar güçlü
olmasının, bireylerin ülkeye, kente ya da içinde yaşanılan mahalleye olan
bağlılığı zayıflattığı görüşünü savunmaktadır. Yani, Çinlilerin yanı başlarında
meydana gelen kazalara duyarsız kalmalarını, bu olayda mağdur olan kişinin bir
aile üyesi olmamasına bağlamaktalar. Ben bunun bir abartı olduğunu, benzer
duyarsızlıkların dünyanın hemen her yerinde olduğunu düşünüyorum. İstatistiksel
olarak her dört duyarsızlıktan birisinin Çin’de olma olasılığı yüksektir. Eğer
oran 1 / 4’den çok çok fazla ise bu farkın neden kaynaklandığını tartışabiliriz
ama böylesi bir iddiayı doğrulayacak somut kanıtın bulunabileceğine imkân
vermiyorum (var olduğunu da sanmıyorum).
Yalnız ailenin bu denli ahlaki ilkelerin merkezine konmuş
olması ister istemez nepotizm tarzı ahlaksızlıkların önünü açmaktadır. Öyle ki
Konfüçyüs’e atfedilen aşağıdaki mesel buna güzel bir örnek teşkil eder:
Küçük bir bölgenin valisi kendisinin hükmettiği topraklarda ahlâki
değerlerin ne derece yüksek olduğunu anlatmak için şöyle der: “Bizim
topraklarımızda insanların en ahlâklılarını bulacaksınız. Eğer bir baba koyun
çalarsa, oğlu onun aleyhine kanıt bulmaktan ve bu kanıtları ortaya dökmekten
çekinmez.” Buna karşılık olarak Konfüçyüs şöyle demiştir: “Bizim oralarda
standartlar farklıdır. Baba oğlunu korumak için kendisini siper eder, oğul
babasını korumak için. Erdemi biz böyle tanımlarız.” (Kaynak: B Russell, The
Problem of China)
Buradan da anlaşılıyor ki aile üyeleri birbirlerini korumak
için ellerinden geleni yapmalı, ucunda yalan söylemek ya da başkasının hakkını
gasp etmek olsa da bu konuda taviz vermemelidir. Bir başka örnekte de
Konfüçyüs, hak etmediği halde kendisine verilen iyi maaşlı bir devlet
memurluğunu reddeden adamın, bu kararı vermekle yaşlanmış olan anne-babasını
inciteceğini söylemiştir. Çünkü kazanacağı parayla anne-babasına daha iyi
bakabilir, evlatlık görevini daha etkin bir şekilde yerine getirebilir.
Atalara saygıdan başka Konfüçyüsçülük genel olarak orta
yolun müdavimi olma olarak da tanımlanabilir. Her şeyde mutedil olmak, aşırıya
kaçmamak, tutkuların ve hırsların çekiciliklerine aldırmamak, nefsini kontrol
etmek Konfüçyüsçülüğün genel özellikleri arasındadır. Ben bu anlayışın
Konfüçyüs ile aynı dönemde yaşamış Buda’dan kaynaklandığını ya da en azından
ondan beslendiğini düşünüyorum. Belki de ikisinin kaynağı da ikisinden de eski
olan Hinduizmdir. Orta yolu seçmek, aşırıya kaçmamak, huzuru bozacak
eylemlerden kaçınmak zaten doğu denilince hemen hepimizin aklında canlanan ilk
birkaç resimden birisidir. Dolayısıyla “aşırıya kaçmama” bahanesi hemen her davranışın
yanına kulp olabilecek türden bir "ad hoc" söylem olabilir.
Örneğin, Çinlileri pek öyle aşırı soğuk su içerken
göremezsiniz. Vietnam’da ve Tayland’da tanıştığım Çinli arkadaşların hemen
hepsi yanlarında termosla ılık çay taşıyan ve asla buzlu içeceklere dokunmayan
insanlardı. Neden böyle yaptıklarını sorduğumda bana genelde aşırı sıcak ve
aşırı soğuğun sağlığa zararlı olduğunu söylerler, ardından da daha büyük bir
genelleme yapıp, aşırı olan her şeyin kötü olacağı sonucuna ulaşırlardı. Bu
durumda ben çıkıp “Bütün gün elinde termosla gezmek aşırıya kaçmaktır.” desem daha
mı çok Konfüçyüsçü olurum yoksa daha mı az? Bunu da gidince deneyeceğim.
Şanghay'daki Konfüçyüs Heykeli
Konfüçyüsçülüğün ikinci ayağı olan devlet yönetimiyle ilgili
siyaset bilimsel kurallar ise daha çok yöneticilerin adil ve barışçıl
olmalarını sağlamak amacıyla geliştirilmiştir. Bu noktadan bakınca Konfüçyüs, ermiş
bir liderden çok, tıpkı Spartalı Lycurgus ya da Antik Yunanlı Solon gibi bir
kanun koyucu görünümündedir. Toplumun huzurunu korumak, insanların kazançlarını
garanti altına almak ve dış ülkelerle barışçıl ilişkiler yürütmektir
yöneticinin görevi. Bunu başarmak için de zaten eğitim ve sınavlar devlet
kurumlarının vaz geçilmez parçaları haline getirilmiştir. Çinli bir ebeveyn
için çocuklarını okutmak ve onu olabilecek en iyi okullara göndermek birinci ve
asli vazifedir. Bu yüzden Çinli öğrenciler batıdaki üniversitelerde sivrilmeye
ve sınıfların en iyisi olmaya –özellikle teknik derslerde- özen gösterir ve bu
konuda hırslı davranırlar.
Şimdilik bu kadar yetsin. Bir sonraki yazıyı Şangay’dan
yazacağım. Artık kitabi bilgilerden çok gözleme dayalı deneyimlerden söz
edebilirim yazılarda. Aslında kafamda Taoism ve Budizm hakkında yazmak vardı çünkü bu iki din Çin'de Konfüçyüsçülüğü en fazla etkilemiş iki din. Olmazsa onu erteler, başka bir ara yazarım.
Plana göre Cumartesi akşamı Şangay’da bir otelde kalıp, Pazar
sabahı hızlı trenle yaşayacağım kent olan Çanco’ya (Changzhou) gideceğim.
Not: Yukarıdaki resimlerin bazıların üzerinde yazılmış olan metinler Konfüçyüs'e mi ait bilmiyorum. Malum, internette her türlü bilgi var. Konfüçyüs hakkında daha derin okumak isterseniz http://en.wikipedia.org/wiki/Confucius ya da http://tr.wikipedia.org/wiki/Konf%C3%BC%C3%A7y%C3%BCs adreslerinden bol bol okuma yapabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder