Bu Blogda Ara

20 Ağustos 2013

Çin Mektupları (5) - 20130819

Havaalanında uyuyabilmek ayrı bir kabiliyet olsa gerek. Uyumak için iki koşul sağlanmalı benim için. Birincisi bedensel yorgunluk (ya da uzun süre uyumamış olma durumu), ikincisi ise psikolojik olarak kendini güvende hissedebilme. Bu ikisinden birisi olmazsa uyku zor bana. Havaalanında, buldukları yere kurulup, fosur fosur uyuyanları bu yüzden kıskanırım. Şangay uçağının kalkacağı kapıya gittim ki uyuyup da uçağı kaçırmayayım –duyan da uykum derin sanacak-. Millet çoktan gelmiş, kurulmuş bile. Zar zor kendime üçlü bir oturak buldum. Uzandım ama uyuyamadım. Önce ışık rahatsız etti, sonra boyunluk, sonra karşımda horlayan adam. 

Kalktım, hayranlıkla adamı izledim. Ayağının biri oturağın ucunda, diğeri aşağıda yerde; sırt üstü uzanmış, kendinden geçercesine uyuyor. Öyle böyle değil, gözümde Everest’e çıkan ilk insan gibi büyüdü adam bir anda. Hem o pozisyonda, bunca ışığın ve insanın arasında uyuyor olması hem de çıkardığı sese rağmen uyuyabilmesi… Gürültüden tek uyanan ben değildim. Çinli bir kız da gözündeki karartıcıyı çıkarmış, adama bakıyordu yorgun gözlerle. Bir süre öyle bekledik, adam da sezmiş olmalı ki kesti horlamayı. O susunca bir daha deneyeyim dedim. Saat sabahın dördü olmuş, ben halen uykuya dalmaya çalışıyorum. Gözüm azıcık aldı ama bu sefer de saatle ilgili kuşkularım uyutmadı beni. Bir de üşümeye başladım. Tamamıyla vazgeçtim, açtım kitap okudum. Bir saat sonra da uçağa bindik zaten.

Uçuş rahat ve sorunsuzdu. Film seçeneği bol oluyor uzun mesafeli uçuşlarda. Bir Kore filmi izledim. Bir de Hindistan. Normal zamanlarda yüzlerine bakmayacağım iki film. Yine de Kore filmi fena sayılmazdı. Kurt adama aşık olan kızın hikayesini anlatıyordu. İyiler cennete, kötüler her yere mesajı veren bir film. Hindistan filmi ise Cüneyt Arkın tarzındaydı. Aksiyon, aşk ve entrika… Ne kadar da yavan yaşıyoruz diyor insan bu filmi izleyince. Film izlemediğim zamanlarda da ya uyudum ya da yemek yedim.  

Akşam 9’da Şangay’a vardık. Zaten bu uçak seyahatleri beni hep şaşırtır. Bir tüpe giriyorsun, bir uğultu başlıyor, uğultu kesilince tüpten çıkıyorsun. Uçağı hiç görmesem ve zaman kavramımı yitirsem, ışınlandığımı iddia edebilirim. Hepsi bir tüpten girip, başka bir tüpten çıkma olayı aslında. Örneğin, uçağı havada dolandırıp aynı yere indirsek, pek çok insan havaalanına girmeden önce durumun farkına varmaz.

Neyse, lafı uzatmaya gerek yok. Havaalanı sakindi. Belki saatin geç olmasından dolayı, belki de günlerden cumartesi olmasından. İlk izlenimlerim nedense hiç de yeni bir yere varmışım gibi düşüncelere daldırmadı beni. Havaalanı pek çok yönüyle Bangkok’daki Suvarnaphum’a benziyordu. Dev cüsseli konstrüksiyon, yüksek tavanlar, kocaman reklam panoları. Çıkışta Amanda bekliyordu. Hiç vakit kaybetmeden taksilerin olduğu kata indik. Çok beklememize gerek kalmadan sıra bize geldi. Taksi şoförü, bavulları arabaya koymama yardım etti. Toplamda 45 kg’a yakın yüküm var. İlk defa bu kadar fazla yükle yolculuğa çıktım. Bunda, beni işe alan eğitim firmasının belli bir miktara kadar “Fazla Ağırlık” masrafını karşılayacak olması önemli bir rol oynuyor tabii. Onlar ödemeyecek olsa Türk Kahvesi Yapma Makinesini, Masa Lambamı, eşek gibi Calculus kitabını, Sait Faik’in tüm öykülerini (1500 küsür sayfa) neden alayım yanıma?

Taksi şoförü beyaz bir eldiven takmış eline. Koltuğunun etrafı da camdan bir fanusla sarmalanmış. Adam sanki uzay mekiği kullanıyor. Birazdan “Kemerlerinizi bağlayın, CZ2001232 kodlu Mars seyahatimiz başlıyor.” diyebilir. Ben arkama yaslandım, havaalanını gözlemliyorum. Gerçekten de Suvarnaphum’a benziyor. Şangay’a geldiğimi bilmesem, birazdan evimde olacağım diye sevinirdim. Amanda şoförün koruyucu kalkanının önüne doğru eğilerek konuşuyor. Tuhaf bir görüntü bu. Tamam, şoförün güvenliği için yapılmış böylesi bir şey ama yine de tuhaf. Araba çok yeni değil ama kliması çalışıyor. Taksimetrenin açılış ücreti 3,6 RMB (1,2 TL) 14 RMB (4,7 TL) Üst yollardan gidiyoruz. Biraz sonra yüksek binalar görünüyor. Herhalde az kalmıştır diyorum içimden. Bir yandan da Amanda ile sohbet ediyorum. Şangay’da anne-babası ve erkek kardeşiyle birlikte yaşıyormuş, bir aydır bu şirkette çalışıyormuş, Çin’de yaşayacaksam telefonuma weChat ya da QQ indirmeliymişim, badminton oynamayı seviyormuş ve gerçek adı Wang’mış. Çin’de okumuş insanların genelde İngilizce adı olurmuş ve bu adı kendileri seçermiş. Ben de kendime Çince ad seçeceğim diyorum. Ne olsun diyor? “Adım Ali, bana Lii diyebilirsin” diyorum. Tıpkı Bruce Lee’nin Lee’si gibi. Gülüyor.

Bu İngilizce ad meselesi bir yandan canımı sıksa da bir yandan da beni sevindiriyor. Gıcık olduğum tarafı hemen herkesin Holywood’dan duydukları İngilizce –ya da nece olduğunu bile bilmedikleri- adları tercih etmeleri. Bu durumda basit bir ad değiştirme işi kültürel emperyalizme dönüşüyor. Hani genç kardeşimiz Jude Law’un aktörlüğüne hayrandır, onun gibi aktör olmak, onun gibi bir sanatçı olmak istiyordur. Bu durumda anlarım. Aynı şekilde Marx’ı okuyup seven bir genç kendine Marx diyebilmeli, Lenin’in devrimciliğine hayran olan birisi kendisini Lenin diye çağırabilmeli, Tolstoy’un kitaplarını seven birisi kendisine Tolstoy diyebilmelidir. En azından bu durumda kendin için seçtiğin ad karakterin hakkında bir şey söyleyecektir. Ejderhalarla savaşıp, Toran dağındaki kara elması alıp, sevgilisi İlayna’ya götüren Una’nın adını alan çocuk bu kurgu ürünü karakterin hangi özelliğini kendinde görmek istemektedir? Kafama koydum, çocuklara derste bu durumu soracağım. İçlerinde bir tane Dostoyevsky, bir tane Raskolnikov, bir tane Esmeralda, bir tane Çehov, bir tane Şekspir, bir tane Newton, bir tane Gauss ya da Euler yoksa soracağım onlara hesabını… Yoksa da ben vereceğim onlara yeni adlar. Kendime de Zatopek adını vereceğim. Efsanevi Çek koşucudan dolayı. Onun gibi koşmak istediğim için belki de…

Neyse –Bu ikinci oldu konudan uzaklaşmam- . Biz sohbet ediyoruz, Türkiye’den ve Çin’den söz ediyoruz. Bir yakını birkaç ay önce Türkiye’ye gitmiş, çoook sevmiş. O da gidecekmiş fırsatını bulursa. Yemeklerden konu açıyoruz, benim neleri yiyip neleri yemediğimden. Sonra Şangay’daki hayattan. Şangay’ı çoook seviyormuş, bir yere ayrılamazmış. Bazen soracak soru bulamıyorum ama yol bitmiyor. Kitaplardan söz aralamaya çalışıyorum ama Amanda okumayı sevmiyormuş, paaaat kapı suratıma kapanıyor. Film seviyormuş. Söylediği filmlerin hiçbirisini bilmiyorum ben. Konu kendiliğinden kapanıyor. Ne kadar da sıkıcı bir adamım ben ya! Susuyorum en sonunda, pencereden dışarıyı izliyorum. Gökdelenlerin arasında dolanıp duruyoruz ve sürekli üst yoldan gittiğimiz için kenti göremiyorum. Bu yönüyle de Şangay, Bangkok’a çok benziyor. Daha doğrusu Bangkok gelişirken Şangay’ı örnek almış sanırım. Ya da ikisi de ortak bir başka kenti örnek almış olabilir: New York mesela. Kentin üzerinde bir başka kent oluşuyor bu üst yollar sayesinde, sadece araçların kullandığı. İnsan yok, hayvan yok, ticaret yok, trafik ışıkları yok… Bangkok’dayken çok severdim bu üst yollara girmeyi. Trafiğe hiç takılmadan kentin bir ucundan diğer ucuna gidebilirsin, hem de çok kısa bir sürede…

55 km sonra varıyoruz otele. 190 Yuan (63 TL) tutuyor taksi. Havaalanının kentin merkezinden çok uzakta olduğunu öğrenmiş oluyorum. Yanlış hatırlamıyorsam havaalanına giden bir metro hattı var. Yoksa bu kadar uzakta havaalanı yapılmasının pek bir anlamı olmazdı. Otelin önünde görevliler var, bize yer açıyorlar. Beklediğimden çok daha iyi bir yer kalacağım yer. İnsan sormadan edemiyor böylesi bir oteli görünce “Acaba ne iş yaptıracaklar bize de bu kadar kıyak geçiyorlar?”. Odama çıkıyorum. 22. kattayım, perdeyi açıyorum. Karşımdaki bina Hilton Şangay. Üzerimde hiç Yuan olmadığı için bavulları taşımama yardımcı olan gence bahşiş veremiyorum. Bunun için neredeyse özür dileyeceğim adamdan. O beklemekten mahcup, ben onu bekletmekten, öylece kalıyoruz. Sonra o gidiyor. Ben pencereden dışarıyı izliyorum bir ara. Gökdelenlerin arasında bir yerdeyim. Etraf ışıl ışıl, bankaların ve reklam panolarının ışıkları seçiliyor. Her yerde kocaman harflerle Çince bir şeyler yazıyor. İçimden “Burada herkes Çince konuşuyor.” diyorum. “Burada bakkaldan çakkaldan alacağın her ürün Çin malı. Bu yüzden üzerine “Made in China” yazmazlar.”

Yorgunum ama yine de bir şekilde internete bağlanıp Tayland’a ve Türkiye’ye durum bildiriminde bulunmam gerekiyor. Odada internet yok –Haydaaa! Bu kadar lüks otel yap ama odaya internet koyma. 20 dolarlık konukevlerinde bile kablosuz internet oluyor artık.- Lobiye iniyorum, zar zor da olsa bağlanıyorum. Gmail’e girmek çok uzun sürüyor. Kapatıp VPN’i açıyorum. Çin’de pek çok sayfa yasak. Facebook, Youtube, Google’ın pek çok ürünü, Blogger… Bunu  biliyor olduğum için gelmeden önce Astrill adlı bir programı bilgisayarıma indirdim ve bir yıllık abonelik satın aldım. Facebook ve youtube çok önemli değil, onlarsız yaşayabilirim ama wikipedia’nın ve blogger’ın yasak olması çok rahatsız edici. Benim içinde kaybolmaktan zevk aldığım tek orman wikipedia. Blogger ise öyle ya da böyle son yedi yıldır sıkıntılarımı içine döktüğüm evim sayılır.

Eve ve J’ye mesajlar gönderiyorum, facebook’da yerimi Şangay olarak işaretliyorum. Üzerine de “feels like home” yazıyorum. Çünkü gerçekten de öyle. Asyalı insan yüzü görmek beni rahatlatıyor, kendimi emin ellerde hissediyorum onlara bakınca ya da onlar tarafından bakılınca. Bunun nedeni onlardan bana zarar gelmeyecek olması değil –pekala da zarar verebilirler bana, eğer isterlerse-; eğer onların yardımına muhtaç olursam yardım etmek için ellerinden geleni yapacaklarını biliyor olmamdır. Asya’da kurallar genelde –mutlaka istisnaları vardır- hayatı kolaylaştırmak için, pragmatik yönler göz önüne alınarak konur. Önemli olan işler yürüsün, mağduriyet azalsın, kimse zor durumda kalmasın. Bununa ilgili güzel bir örneği aşağıya yorumsuz olarak ekliyorum.  
                                  Tayland'da bir hastanenin ilaç dağıtım bölümü

Mesajları gönderdikten sonra yukarı odama çıkıyorum. Saat neredeyse gece yarısı 12, ben yorgun ve kirliyim. Çabucak bir duş alıp yatağa uzanıyorum. Sabah 8’de Amanda ile lobby’de buluşup, 9’daki Çanco (Changzhou) trenine yetişeceğim. Dolayısıyla en geç 7’de uyanmam, kahvaltıya inmem gerekir. Uykuya dalmam çok uzun sürmüyor. 

* Gelecek yazıda: Tüm Çinliler birbirine benziyor, nasıl ayırt ediyorsun?, adab-ı muaşeret (kapalı alanda sigara içme, ağız şapırdatma, sağa sola tükürme, bağırarak konuşma), hızlı tren, elektrik santralleri, Çanco'ya varış.   

2 yorum:

  1. Yazılarınız hem içerik hem de dil olarak keyifle okunuyor.. Ellerinize sağlık..

    Bu arada küçük bir düzeltme: Taksimetre açılış ücreti "3,6 RMB (1,2 TL)" demişsiniz, doğrusu 14 RMB olmalıydı sanırım :)

    YanıtlaSil
  2. Büyük bir olasılıkla taksimetredeki yanlış sayıya baktım. Birazdan düzelteceğim. Teşekkürler. A.

    YanıtlaSil