İnsanın henüz ayak basmadığı topraklar ve o toprakların
(iklimin, coğrafyanın vs) ürünü olan insanları hakkında yazması pek de doğru
bir davranış sayılmaz. Bir hafta sonra gideceğim Çin’e. Şimdiye kadar üç kitap
bitirdim Çin hakkında. Bunlar: The Problem of China (Bertrand Russell), The
Civilization of China (Herbert Allen Giles) ve Çin Hakkında Bilmek İstediğiniz
Her Şey (Jeffrey Wasserstorm). Bir de Mo Yan’ın Kızıl Darı Tarlaları romanı var
yarısına geldiğim. Daha önce de Çinli yazarlardan iki roman okumuştum. Ha Jin’in
“Waiting”i ve Adeline Yen Mah’ın “Falling Leaves”i. Bu kadar az sayıda okumanın
zayıf ışığı altında Çin üzerine ne söylesem eksik olacaktır. Zaten
yazacaklarımda şimdilik Çin’i biliyorum iddiası olmayacak. Gittikten sonra uzun
süre de olmayacak böylesi bir iddia.
Yalnız asla ayak basmadığı topraklar hakkında yazan pek çok
yazar var tarihte. Örneğin Kafka “Amerika” adında bir roman yazmış. Oysa Kafka
hayatı boyunca Amerika’da bir kere bile bulunmamış birisidir. Ben Kafka değilim
ama şunu da kabul etmek lazım, Kafka da Kafka değildi yaşarken. Doğal olarak
bir ön hazırlık olması açısından gitmediğin ama yakında gideceğin bir ülke
hakkında okumak ve az da olsa –mütevazılığı elden bırakmadan- yazmak fena bir
fikir gibi gelmiyor kulağa.
Daha önce Vietnam’ı, yani sosyalist geçmişi olup da son 30-40
yılda serbest piyasa ekonomisine kademeli geçişe izin vermiş bir ülkeyi görmüş
birisi olarak Çin hakkında okuduklarım beni çok şaşırtmadı. Mao’nun kuramsal sosyalist
idealizminden Deng’in pragmatik ve ılımlı yaklaşımına uzanan, sonuç olarak
makroekonomik düzeyde, hızlı büyüme ve genişleyen gelir dağılımı uçurumları
yaratan bir ekonomi Çin’inkisi. Vietnam’da da olduğu gibi ucuz iş gücünün getirdiği
hızlı –sürdürülebilir olmasa da- bir büyüme var ülkede.
Büyük şirketler
batıdaki fabrikalarını kapatıp, Çin’de fabrika açıyorlar. Böylece hem ucuz iş
gücünden yararlanıyorlar hem de Çin hükümetinin batı ülkelerine kıyasla daha
gevşek olan ticari, çevresel ve sağlıksal yaptırımların etrafından dolanıp açıklarını sömürüyorlar. Öyle ya,
kendi ülkesinde atığını doğaya salamayan bir fabrika gelip Çin’de istediği gibi
çevreyi kirletebiliyor, istediği gibi insanların sağlıklarını tehdit
edebiliyor, istediği gibi ticari (gümrük) açıklardan yararlanabiliyor. Hepimiz biliyoruz bir zamanlar nasıl ki
İngiltere için kullanılan dünyanın atölyesi terimi bugün Çin için kullanılıyor.
Ve bir zamanlar ABD için kullanılan ucuz ve kalitesiz malların üretim merkezi
algısı bugün Çin için kullanılıyor. Öyle ki Charles Dickens’ın romanları ABD’de
korsan olarak basılıp, satıldığında Dickens çok kızıyor bu duruma ve acı acı
yakınıyor. ABD 1900’ların ortalarında büyük çaplı otoban ve demiryolu inşaatı
gerçekleştiriyor, bu sayede birbirinden kopuk bölgeleri birbirine bağlıyor.
Tıpkı bugünkü Çin’in mermi trenlerle büyük kentleri birbirine bağlaması gibi. Aynı Çin dev barajlar ve madenlerle enerji
ihtiyacını karşılamaya çalışıyor. ABD de 1900’lü yıllarda dev enerji
projeleriyle ekonomisini desteklemişti. Peki bütün bu koşut icraatlar Çin’i
geleceğin süper gücü yapmaya yeter mi? Bu soruya yanıt vermek için daha çok
okuma yapmak, daha çok gezmek ve dünya ekonomisini daha yakından takip etmek
gerekecektir. Bu noktada en büyük faktörler, eğitimde ve demokratik yönetim
biçiminde yapılacak düzenlemeler olacaktır. Blogları yasaklayan, muhalif
düşünen sanatçıları ev hapsine zorlayan, Konfüçyüsçü eğitim batağından
kurtulamayan bir Çin ortalamada zenginleşse bile halk olarak gelişemeyecektir.
Konfüçyüs demişken
Russell’ın Çin hakkında söylediği ve Çin’in alamet-i farikası olarak öne
sürdüğü üç ana öğeden söz edeyim. Bunların birincisi fonetik olmayan alfabesi,
ikincisi Konfüçyüsçü ahlaki / dini / geleneksel değerler, üçüncüsü de sınav
geçmeye dayanan devlet memurluğu sistemi. Tabii Russell bunları 1900’lü
yılların başında yazıyor. Ortada daha ne sosyalist devrim var ne Mao’nun büyük
sıçrama hamlesi ne de Deng’in açılım politikaları. Yalnız beş bin yıllık bir
kültürün son yüzyılda pat diye değişmesi söz konusu olamayacağına göre Russell’ın
gözlemlerini tamamıyla geçersiz sayamayız.
Çin’in fonetik olmayan bir alfabesinin oluşu eğitim
açısından bir takım engeller teşkil edebileceği gibi bizim henüz farkına
varmadığımız tuhaf yararlar da sağlayabilir. Tabii ki bir çocuğun gazete
okuyacak düzeyde dil bilmesi için liseyi bitirmesi gerekiyorsa, o alfabede bir
yenilik yapılması arzulanabilir. Bu gayet de anlaşılabilir bir reform hareketi
olurdu. Örneğin Vietnam uzun yıllar Çin alfabesini (Bu arada Çin alfabesi
terimi de yanlış bir terim çünkü alfabe kelimesi Yunanca’daki ilk iki harf olan
alfa ve betadan türetilmiştir. Tıpkı Arapça’daki Elifba gibi. Bu durumda
Çinlileri kullandığı yazı sistemine ne demeliyim bilmiyorum. Daha iyisini
bulana kadar Çin alfabesi diyeceğim.) kullandıktan sonra Latin alfabesine
geçmişlerdir. Aynı şekilde Kore de eskiden Çin alfabesini kullanırken, kendi
fonetik alfabesini geliştirmiş ve kullanmaya başlamıştır. Öyle ki Kore’nin “hangul”ü
bugün en kolay öğrenilen alfabelerden birisidir. Bugün Vietnam’ın da Kore’nin
de okur yazar oranı Çin’inkinden yüksektir. Bu farkı alfabelere bağlayabilir
miyiz bilemiyorum ama bu konuda araştırma yapmaya değer. Vietnam ve Kore bu
reformları yapmışken, Çin, Pinyin ile Çince yazıları Latin alfabesine
dönüştürmeyi sağlayan bir sistem geliştirmiş ama okullarda Pinyin değil de
fonetik olmayan Çince yazım sistemini öğretmeye devam etmiştir. Öyle ki
dünyanın her yerinde yaşayan Çinliler çocuklarına Çince yazmayı ve okumayı
öğretmişler, bunu kültürel bir görev olarak üzerlerine almışlardır.
Bunun yanında Çince yazım şeklinin sesleri değil de düşünceleri
kâğıda dökmeye yarayan bir sistem olduğunu akla getirdiğimizde iş biraz
değişir. Belki de bu durum Çinlilerin matematikte ve benzeri soyut hayal gücü
gerektiren disiplinlerde neden güçlü olduklarını izah etmemize yardımcı
olacaktır. Düşünsenize! Birkaç çizgi ve noktayla bir duyguyu, düşünceyi,
matematiksel - mantıksal bir öğeyi çizebiliyorsunuz. Öneğin “mutluluk”
kelimesini biz sesleri yan yana yazarak ifade ediyoruz. Çinliler ise mutluluğu
çizerek (Abidin Dino kolaya kaçıp Çince yazabilirdi aslında.) ifade ediyorlar.
Aynı şeyi matematiğe uyguladığımızda ortaya çıkacak olan resim beni bile
heyecanlandırıyor, her ne kadar henüz dili bilmiyor olsam da.
Russell, fonetik alfabelere sahip medeniyetlerin bir süre
yükseldikten sonra çöküşe geçmelerini de kıyısından köşesinden de olsa aslen
pek de sağlam olmayan bu alfabelere bağlıyor. Bu fikir ne kadar savunulabilir,
dilin gösterim şekli bir medeniyetin bekasına ne kadar etkili olur, ya da
tam tersi durumda fonetik alfabeler bazı medeniyetlerin sonlarını nasıl
çabuklaştırır? Fazlasıyla spekülatif kaçan bu tespiti Russell’ın kendi
sözleriyle aşağıya geçiyorum:
Now, with all
respects to alphabetical civilization, it must be frankly stated that it has a
grave and inherent defect in its lack of solidity. The most civilized portion
under the alphabetical culture is also inhabited by the most fickled people.
The history of the Western land repeats the same story over and over again.
Thus up and down with the Greeks; up and down with Rome; up and down with the
Arabs. The ancient Semitic and Hametic peoples are essentially alphabetic
users, and their civilizations show the same lack of solidity as the Greeks and
the Romans. Certainly this phenomenon can be partially
explained by the extra-fluidity of the alphabetical language which cannot be
depended upon as a suitable organ to conserve any solid idea. Intellectual
contents of these people may be likened to waterfalls and cataracts, rather
than seas and oceans. No other people is richer in ideas than they; but no
people would give up their valuable ideas as quickly as they do....
The Chinese language is by all means the
counterpart of the alphabetic stock. It lacks most of the virtues that are
found in the alphabetic language; but as an embodiment of simple and final
truth, it is invulnerable to storm and stress. It has already protected the
Chinese civilization for more than forty centuries. It is solid, square, and
beautiful, exactly as the spirit of it represents. Whether it is the spirit
that has produced this language or whether this language has in turn
accentuated the spirit remains to be determined.
Kendime koyduğum 1000 kelimelik sınıra ulaştım. Çin’i Çin yapan diğer iki öğeden
bir sonraki mektupta söz edeceğim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder