Çabucak kentin dışına çıkıyoruz. Şangay bir anda bitiyor,
fabrikalar ve çiftlikler başlıyor. Balık, karides gibi su ürünlerinin
yetiştirildiği havuzlar gözüme ilişiyor. Bangkok’tan güneye doğru giderken de
çok görürdüm bunlardan. Yediğimiz balık, dom yam’a koyduğumuz karides, tavada
kızarttığımız midye denizden değil, işte bu suni havuzlardan geliyor.
Dolayısıyla içlerinde pek çok kimyasal madde barındırmaları normaldir. Bir de
araba fabrikaları var. Binlerce araba, hepsi aynı renkte, yan yana dizilmişler.
Puslu havanın içinde böylesi canlı renkleri görmek şaşırtıyor insanın zihnini.
Dünya yetişemiyor hızımıza, ne kadar gözü kapalı da olsa!
Tren 300 km/s hızla bir süre gidiyor ve ardından yavaşlamaya
başlıyor. Genel itibarıyla sessiz ama
yüksek hıza ulaşınca, elektrikli testereyle odun keserken çıkan sese benzer bir
ses duyuluyor. Bu da doğal olsa gerek. Karada gidiyoruz ve neredeyse bir uçağın
yarısı kadar hız yapıyoruz. İlk durak Suzhou (Sığco). Koca koca gökdelenlerin
hâkim olduğu bir kente benziyor. Bazı yolcular burada iniyor, yenileri biniyor.
İnsanlar hızlı tren istasyonlarında sıra konusunda bilinçliler. Tren daha
istasyona yanaşmadan herkes, içinde yolculuk yapacağı vagonun duracağı noktanın
önünde sıra olmuş. Herhangi bir kargaşa, koşuşturmaca yok. İstasyon kocaman ama
bekleyeceğin yeri bildiğin sürece tren ayağına geliyor, kapı tam önünde
açılıyor. Biletlerde sadece hangi vagonda ve hangi koltukta yolculuk
yapacağımız yazmıyor. Pasaport numaramız (ÇHC vatandaşlarının kimlik
numaraları) da yazıyor. Zaten pasaportunu göstermeden bilet alamıyorsun.
Telefonun kamerası bu kadarını becerebiliyor.
Sığco’dan sonraki durak Wuxi (Uçi), bir sonraki ise benim
ineceğim Changzhou (Çangco). Her bir kente girmeden önce bir elektrik santrali
çarpıyor gözüme. İki beyaz dev yapı, ortasından sıkılmış silindir şeklindeler.
Altlarında su var, dolayısıyla demir ya da tahta bir iskelet üzerine inşa
edilmişler. Kömür yakarak çalışan bu elektrik santralleri aslında havadaki pusun
da sorumlusu. Çin, 1 milyar 300 milyon nüfuslu bir ülke. Bu kadar insanın
enerji ihtiyacını karşılamak kolay bir iş değil. Yeraltı kaynakları da bol
olduğu için –özellikle kömür, linyit, demir- bulduğunu yakıyor Çin,
yakamadıklarını da ya kullanıyor ya da satıyor. Yakılan bu kömürler, her ne
kadar kentlerin dışında yakılmış olsalar da, hava kirliliği olarak geri dönüyor
insanlara. Bu yüzden, çevreci zihniyetle e-bisiklet kullandığını iddia eden
insanların samimiyetine pek inanmıyorum. Bisikleti yürüten enerjinin temel
kaynağı, kentin birkaç kilometre dışında yakılan kömür oluyor. Bu durumda
benzin yerine kömür yakarak çevrecilik yapmış oluyorlar ki pek bir faydası
olmayacağı aşikâr. Çin hükümetinin elektrik bisikletleri bu derece teşvik
etmesi de bana göre çevreci bilinçten çok petrol bağımlılığından muaf olma
arzusu. Çin’de kömür çok, petrol yok. E-bisiklet kullanarak insanlar ülkenin
dışa bağımlılığını, yani Yuanların dışarıya kaçmasını engellemiş oluyorlar.
Elektrik, kömür yakarak değil de nehirlerin üzerine kurulan
barajlardan elde edilmiş olsaydı, yine değişen bir şey olmayacaktı. Bu durumda
da nehrin ve çevresinin doğal hayatını öldürme pahasına kentlerimizi temiz
tutmuş olacaktık. Her durumda da amaç kentin merkezini hava kirliliğinden
korumakmış gibi görünüyor ve maalesef bunu yaparken kentin dışında yaşayan
insanları dumana, susuz nehir yataklarına, ölü balıklara, zehirlenmiş besin
maddelerine –Hoş, bunlar yine kentlere geliyorlar- mahkûm etmiş oluyoruz.
E-bisiklet yerine bisiklet kullansalar çevreye gerçek
anlamda katkıda bulunmuş olurlar. Böylesi bir çözümde de başka sorunlar öne
çıkmakta. Bisikletler yavaş oldukları için trafiğin dışına itilmeye mahkûm.
Ayrıca fiziksel enerji gerektirdikleri için herkes uzun süre bisiklet
süremeyebilir. Bir de eğer iş yeriniz evinizden uzaksa, bu sıcakta bisiklet
kullandığınızda, ister istemez terliyorsunuz. O terli halinizle de ofise
girmek, öğretmenseniz öğrencilerin karşısına çıkmak kolay kabul edilebilir bir
şey değil.
Bazı şirketler bisiklet kullanımını teşvik etmek için
çalışanlarına banyo servisi sunmakta. Spor kıyafetinle yola çıkıyorsun ama
çantanda ofis kıyafetin var. 10-15 km bisiklet kullanıyorsun ve şirket binasına
varınca ilk işin banyoya girmek, yıkanmak, üstünü değiştirmek ve ardından da
işinin başına geçmek. Aslında uygulanabilse çok güzel olur çünkü zaten her
sabah duş alıyorsun evden çıkmadan önce. Evden duş almadan çıkıp, iş yerinde
alınca zaman kaybı sorunu da çözülmüş oluyor. Geriye bir tek yaşlılar, gebe
kadınlar ve bisiklet kullanamayacak kadar kilolu olanlar kalıyor. Onlar da
arabaya binseler kentte ciddi bir kirliliğe yol açmış olmazlar.
Bu kadar çevre muhabbeti yaptıktan sonra kendimin ne
yapacağından da söz edeyim biraz. Büyük bir olasılıkla önce bir bisiklet
alacağım. Vietnam’da sahip olduğum türden, sağlam bir şey. Bir hafta kadar
deneyeceğim bisikleti. Eğer okula terlemeden varabiliyorsam bu şekilde devam
edeceğim. Baktım olmuyor, sırılsıklam oluyorum, bu durumda e-bisiklet alacağım.
Hem e-bisikletle kentin her yerine rahatlıkla gidebiliriz. Yolları öğrenir,
gidilecek yerlere hızlı bir şekilde varırız. Gerçi kenti görmeden, kışın tadına
varmadan bu tür kararları vermek zor. Kış soğuk olabiliyormuş, kar yağmış geçen
yıl. Bu durumda bisiklet ya da e-bisiklet ne derece doğru bir ulaşım aracı olur
bilemiyorum.
Bu düşüncelerle varıyorum Çanco’ya. Önümüzdeki iki yılı
geçireceğim kente. Hava yine puslu ama yer yer güneşin yakıcı ışığı beliriyor
sislerin arasından. Gökyüzünün maviliği görünmüyor ama güneşin ışığı
hissediliyor başımı yukarı çevirince. Sıcaklık 35 derece civarında olmalı.
Trenden iner inmez yüzüme vuruyor bir ısı dalgası. Tıpkı yıllar önce
İstanbul’dan uçağa binip Bangkok’ta inince çarpan dalga gibi. Önce geçici
sanıyorsun, avunuyorsun ama zamanla bu aşırı ısınmış havanın hayatın her
boşluğunu dolduran bir hayalet olduğunu kabul ediyorsun. İnsanı gündüz vakti
dışarı çıkarmayan, klimalı odalara mahkûm eden, gündüz yapılacak işleri akşama
erteleten bir hayalet bu.
İstasyonun çıkışına doğru ilerliyorum. Bulunduğum yerden
aşağıya inmem gerekiyor ama yürüyen merdiven yok. Elimdeki çantalarla
zorlanacağım belli. Büyük çantayı yukarıda bırakıp, diğer üç çantayla aşağıya
iniyorum. Ardından tekrar yukarı çıkıp,
büyük çantayı aşağıya indiriyorum. Sonra hepsini bir şekilde üst üste yığıp,
ağır aksak çıkışa doğru ilerliyorum. Hızlı trende de Bangkok’un gök treni (BTS)
gibi biletleri çıkışta da makineye sokmak gerekiyor. Bileti küçük bir deliğe
sokuyorsun, bilet yukarıda bir yerden çıkıyor. Sen bileti olduğu yerden alınca
kapı açılıyor. Çabucak geçmen lazım yoksa her an kapanabilir. Kıl bir durum ama
genelde becerebiliyorum. Bir de şu çantalar olmasa…
Çıkışın çıkışında elinde firma adı yazılı bir kâğıtla beni
bekleyen ufak tefek kızı görmem uzun sürmüyor. Adı Ann, boyu 150 cm civarında
olsa gerek, hafifçe şişman. Benim yerleşmeme, ev bulmama, çalışma izni
çıkarmama yardımcı olacak kişi. Güleç bir yüzü var, yani gülmediği zaman bile
gülüyormuş gibi görünüyor. Hemen tanışıyoruz ve vakit kaybetmeden taksi
durağına iniyoruz. Durak istasyonun altında ve hem arabaların motorlarının
ısısından hem de hava hareketinin kısıtlı olmasından dolayı aşırı derecede
sıcak. Bir de uzun bir sıra var taksi bekleyen insanlardan oluşan. Neyse ki
araç çok, sıra çabucak ilerliyor.
Sıra bize geldiğinde bir taksi şoförüne arkayı açmasını
söylüyorum. Çantalarla arkaya gittiğimde ufak bir hayal kırıklığı yaşıyorum.
Bagajda tüp var, yani bagajın yarısı işgal edilmiş durumda. Kalan yarısına da
benim büyük çantayı sığdırmam kolay değil. Denemeye karar veriyorum, koca
çantayı alıp bagaja sığdıracağım.
Zorluyorum ama olmuyor. Çantanın büyük bir kısmı dışarıda kalıyor. Şoför
yanıma geliyor, benim sıkıntımı anlıyor ama yardım edeceğine öylece bakıyor. Ne
bir çantaya dokunuyor, ne de o çanta oraya olmaz diyor. Heykel gibi dikiliyor,
kımıltısız. Baktım adamdan bana hayır yok, büyük çantayı bagaja koymaktan
vazgeçiyorum. Arka koltuğa, şoför
koltuğunun arkasına, dik bir şekilde sıkıştırıyorum. Diğer üç çantayı da bagaja
koyuyorum. Ben bu cebelleşmeyle meşgulken şoför beni izlemeye devam ediyor.
Baktı ben arabaya kuruldum, o da koltuğuna oturuyor ve yola çıkıyoruz.
Tren istasyonu kentin merkezinde, okula da birkaç gün
kalacağım otele de yakın. Yolculuk çok kısa sürüyor. Pek bir şey görmüyorum
yolda. Ağaçlar, bisiklet ya da e-bisiklet süren insanlar, arabalar falan. Sadece
otele varmadan önce kentin simgesi olan Tianning Pagodasını görüyorum ağaçların
arasından. Pagoda okulun hemen yanında, otel de okulun karşısında. Neyse ki
otelde ki genç, çantaları taşımama yardım ediyor. Odaya yerleşiyorum. Çocuğa ne
kadar bahşiş vermem gerektiğini kestiremediğim için Ann’e soruyorum. “Hiç”
diyor. “Bahşiş vermeyiz biz burada.” Belki Çinliler Çinlilere bahşiş vermiyor
olabilir ama eminim otelde çalışan görevliler yabancılardan bahşiş almaya
alışmışlardır ve doğal olarak böylesi bir beklentiye girmiş olabilirler. En
azından Şangay’daki eleman öyleydi. Bu düşünceme rağmen sesimi çıkarmıyorum.
Genç odadan çıkıyor.
Otelin penceresinden bakınca görülen okul ve Tianning Pagodası
Pencereden bakınca okul ve pagoda görünüyor. Manzara güzel,
en azından gri binalar ve fabrikalar yok gözümün önünde. Ann çantasından
kocaman para desteleri çıkarıyor, şirketin bana vereceği borç parayı teslim
ediyor. Çin’de en büyük banknot 100 RMB, yani 33 TL. Dolayısıyla 1000 Dolar
değerinde para için dolar olarak 10 banknot, TL olarak yaklaşık 20 banknot, RMB
olarak yaklaşık 61 banknot yapıyor. (Tayland Bahtı olarak 30, Vietnam Dongu
olarak 40 banknot gerekirdi). Dolayısıyla paranın hacmi büyük oluyor. Bu parayı önümüzdeki aylarda maaşımdan
ödeyeceğime dair bir belgeyi imzalıyorum. Sonra birlikte çıkıyoruz. Hedefimiz
banka hesabı açmak, telefona sim kartı almak, okulu gezmek, otobüs kartı almak,
öğlen yemeği yemek ve oturma izninde kullanılması için fotoğraf çekmek. Ben
“Bugün Pazar, bankalar kapalı olur.” diyorum. Ann, “Merak etme. Burası Çin.”
diyor.