Geniş alnının ortasından belli belirsiz fışkıran taze bir
göze gibi çıkıyordu yola. İki kaşının arasındaki, araya bir kaş daha
sığabilecek o derin mesafenin tam ortasından, sanki iki çam ağacına bağlanmış
gevşek bir hamak gibi, tembel bir haykırışla başlıyordu diriliş. Sessiz ve
sakin, uzun bir yola çıkacağından habersiz, kendine has bir özgüvenle
beliriyordu, toprağı yarıp çıkan filiz gibi. İnce kaş çizgisinin, bir okun
ucunu andıran sivriliğiyle bitmesinden fırsat bulmuş da, en olmadık yerde, en
olmadık zamanda çıkmıştı sahneye. Bir çıkıntı olarak başlayan serüvenin, bir
doğallık olarak devam edeceğini o da bilmiyordu henüz. Aşağılara indikçe
uzaklaşıyordu yüzeyden, tuhaf bir sarhoşluk yaşatıyordu karşısındakine. Alabildiğine
pürüzsüz, alabildiğine yumuşak bir inişti bu. Çocuk parklarındaki kaydırakların
bitiş noktalarına benzer türden bir kavisle bitiyordu, çocuğun havaya doğru
fırladığı saliselik durumu andırırcasına.
Şimdiye kadar
gördüklerim içinde en güzeli değildi belki ama en etkileyici olanıydı. İlk
bakışta, sanki başka bir yüzden çalınmış da onun yüzüne yanlışlıkla konmuş
imajı verdiği doğruydu ama tüm ilk bakışlar ve ilk kararlar gibi yanlıştı bu
yargı da. Vaktim olsa, onu ürkütmeyeceğimi bilsem, burada oturur, saatlerce
izlerdim bu sanat eserini, bu kozmik kombinasyonu, bu evrensel çağrıyı... Onun
havaya kalkık, bir kiraz tanesi gibi parlak ucu içimde öylesine volkanik,
öylesine erkeksi duygular uyandırıyordu ki dayanamadım ve kalktım yerimden, bu
etkileyici burunla ve sahibiyle tanışabilmek için.
-Pardon, ateşiniz var mı?
Buğulu camın arkasında ağır ağır yağan karı izleyen iri
siyah gözleri, sıradan bir müdahaleyi savuşturuyormuş gibi umursuzca bana doğru
döndü.
-Var, evet. Var ama burada sigara içmek yasak değil mi?
-Sigara için değil, bir arkadaşım bu sabah iş yerime geldi,
eski metal bir kutu verdi içinde yirmi yıl öncesine ait mektuplar olan ama
kutuyu açamadım, kapağı sıkışmış sanırım. Belki bir köşesini çakmakla
ısıtırsam, metal hafiften genleşir de rahatlıkla açabilirim.
Burnu hafiften oynadı, belki de kulağıyla duyduğu yalana ilk
tepkiyi veren organı burnuydu. Sanki içinde bulunduğumuz kafenin havasından bir
element eksilmişti de burnu hemen sezivermişti bu değişimi. Yalanın evrenin
dengesinde tamir edilmez bir yara açtığı doğru muydu yoksa?
-Kutu nerede, getirin beraber ısıtalım. Ben de eski kutulara
meraklıyımdır. Evimde yüzlerce teneke kutu
vardır, kimisi Osmanlı zamanından
kalma, kimisi yurt dışından, kimisi yeni ama üzerlerindeki desenlerden dolayı
eşleri benzerleri yok… Kutuların içlerindekini tüketip, kutuya tamamıyla
arkasını dönenlerden değilimdir.
Cesareti karşısında kalakalmıştım, bir de beklenmedik kutu
seviciliği. Kutu vardı, kapağının
sıkıştığı da doğruydu ama içinde mektuplar değil, yirmi yıl önce ayrıldığım
sevgilimden kalan fotoğraflar vardı. En azından ben böyle hatırlıyorum. Bu
sabah evin döşemesini yenileyen ustalar bulmuştu, ben de karım görmesin diye
apar topar çantama koymuştum. Odada bir yerlere de saklayabilirdim ama o zaman
da evin her gizli köşesini onlar saklambaç oynasınlar diye var ettiğimizi sanan
çocuklar sorun çıkarırlardı. Metrodayken açayım dedim, açamadım, elimi acıttım.
Ofisteyken de unutmuştum işe dalıp.
-Getireyim, bir saniye. Yalnız açılınca içind…
- Merak etmeyin beyefendi, açılır açılmaz kutuyu alırsınız.
Ben sadece görmek istiyorum kutunun üzerindeki desenleri. Eğer az bulunan bir
kutuysa belki sizinle değiş tokuş yaparız.
Kutuyu çantanın dibinden çıkardım, getirdim, masanın
altında, elimde tutuyordum. Sanki hazır değildim henüz, bir şeyler fazla hızlı
gitmiş, bir şeyler raydan çıkma noktasına gelmişti. Artık aynı masaya oturmuş,
iki arkadaş, hatta iki sırdaş haline gelmiştik. Bütün bunların olması
gerekenden çok daha hızlı bir şekilde gelişmiş olması da şaşırtmıştı beni. Hem
ben evli, çocuklu, yaşı elliye dayanmış bir adamım. Şansın bu kadarı fazla
değil mi? Bir başka tuhaflık da burunla başlayan çekimin, kutuyla karşılık
bulmasıydı. Ben onun burnuna hayran kaldığım için görünmez bir çekimin etkisi
altında onun masasına yaklaşmış, o da sanki böyle bir yaklaşmayı bekliyormuş
gibi benim gönderdiğim pasa karşılık vermişti. Biraz sonra, on beş yıllık
karımın bile görmediği, varlığından bile haberdar olmadığı bir kutuya, henüz
adını bile öğrenmediğim bir kadın dokunacak, belki de kapağını açınca içini
azıcık görecekti.
-Bu arada benim adım Kemal, az ilerideki İhtiyat Sigorta’da
çalışıyorum. Hesap, kitap işleriyle uğraşıyorum. Bilirsiniz işte, sigortacılık…
-Benim adım da Selma, psikiyatristim. Benim de yakınlarda
bir ofisim var, genelde iş ve aile hayatında sorun yaşayan plaza çalışanlarına
yardımcı oluyorum. Kendim bir plaza çalışanı olmasam da sürekli onların
sorunlarını dinlediğim için bir hayli donanımlıyım bankacıların, brokerların,
sigortacıların hayatları hakkında.
- Ha ha, güzelmiş. Hoş hayatımızda öyle özenilecek pek bir
şey yok. İşçiyiz işte. Ha fabrikada, ha dev cam binalarda, fark eden bir şey
olmuyor. Birileri için çalışıyor, birilerinin çok para kazanması için geceni
gündüzüne katıyorsun. Bu arada, birer kahve daha söyleyelim mi?
- Siz kahve alın, ben bir bardak su alacağım. Öğleden sonra
birden fazla kahve içince akşam uykumu etkiliyor. Ha bu arada, kutuya bakabilir
miyim? Masanın altında, elinizde tutuyorsunuz sanırım.
Terlemişti elim, sanki avucumda pırpır kıpraşan bir serçe
tutuyordum. Ağır ağır çıkardım kutuyu masanın altından. Masaya, onun ters
çevrilmiş kahve fincanının yanına koydum.
- İşte kutu. Umarım açabiliriz.
Zaten büyük olan gözleri daha da açıldı. Burnu kıpraşmaya
başladı, leziz bir yemeğin kokusunu almış aç bir misafirin burnu gibi. Kutuya
önce işaret parmağıyla dokundu, uyuyan bir yavru kediye dokunur gibi.
-Bu kutuya çakmak değdirmeyin lütfen, sakın değdirmeyin,
sakın, lütfen, yani rica ediyorum, yapmayın böyle bir şey, kıymayın kutuya. Çok
yazık olur kutuya, hem de çook.
-Tamam, tamam, sakin olun lütfen. Neden değdirmeyeyim, çok
değerli bir kutu mu bu?
-Bakın bu kutu eski ve küçük bir çikolata şirketine ait.
Şirket, Belçika’da 1800’lerde ufak bir köyde başlamış üretime ama 1990’larda
Nestle tarafından satın alındı. Hiç büyümemiş, büyümek istememiş bir aile
şirketi. Bu kutular da artık yapılmıyor. Bakın kutunun kapağında köyün ve
köylülerin resmi var. Bende de var bu kutulardan bir tane, ama yeşil olanından.
Sizinkisi daha güzel.
"İyi ama, ne yapacağız şimdi?" diye sormak istedim
ama o kadar heyecanlı ve hevesli konuşuyordu ki durdurmak istemedim.
- Koleksiyoncular çok arıyorlar bu firmanın kutularını. Çok
değerli olduklarını söyleyemem ama şimdi toplama ve kuluçka devri, bir elli yıl
sonra çok değerlenecek bu kutular. Bilirsiniz, koleksiyonculuk sabır işidir. Ama
sağını solunu yakarsanız hem kutuya yazık olur hem de ileride edeceği değere. Bence
en iyisi, siz bunu hiç açmayın. Bu haliyle evde bir yere saklayın.
O bunları söylüyorken, dilini ağzının içinde o anaç
sözcükleri yaratmak için döndürüp dururken benim gözlerim tek bir şeye
odaklanmıştı: Burnuna. Pek çok kadın burnunun aksine, onunkisi yaklaştıkça
güzelleşiyordu. Ucundaki son kavis, hedefe varmadan önceki son ölümcül dönemeci
andırıyordu. Kim bilir ne erkekler takılmıştı bu son viraja! Bu kavisin altında
kalan iki delik alabildiğine ufak ve simetrikti. Çirkin bulduğum burunlardaki
gibi geniş kanatları yoktu onunkinin, varlığıyla yokluğu belli olmayan bir
tarzı vardı.
Öylesine bilgiç, öylesine dünyayı anlamış bir hali vardı. O böyle
karşıma oturup konuşsa, ara sıra diliyle dudaklarını ıslatıp burnunu teğet
geçse, benim onun burnuna baktığımı asla anlamasa…
-Saklayacaksınız değil mi, Kemal Bey? Nereye bakıyorsunuz
öyle? Dudağımın üzerinde çikolata falan mı yapışmış?
-Yok, yok, dalmışım. Dudağınızda bir şey yok.
-Bir an burnuma baktığınızı sandım. Gözleriniz o kadar derin
bakınca ne gördüklerini bilemediğim için biraz korktum açıkçası.
-Estağfurullah Selma Hanım, dalmışım işte. Şirketteki işler
işte. Birazdan çıkmam gerekecek. Kutuyu açmak için ateş kullanmayalım öyleyse. Dediğiniz
gibi yapalım.
Gözleri ışıldadı. Yüzü güldü. Burnu tereddütle oynadı, dansa
kalkmak isteyen ama utangaç olduğu için tüm davetleri reddeden bir ergen kız
gibi.
-Bir de ben deneyeyim isterseniz. Çatalla azıcık kanırtırsak
açılabilir belki. Kutuya zarar vermeyeceğim, merak etmeyin.
-Siz bilirsiniz. Dikkat edin, elinize zarar vermeyin. Kutu
benim için çok önemli değil.
-Korkmayın Kemal Bey, ben son dört yıldır yalnız yaşıyorum
ve eve hemen her akşam geç gittiğim için konserve ya da kavanoz açmak artık
ikinci işim oldu. Siz kahvenizi için, geldiğini bile fark etmediniz. Daha fazla
soğumasın.
-Ha evet, kahve. Nasıl da unutmuşum.
Çatalı farklı yerlerden kapağın altına sokmaya çalıştı ama
ilk iki denemesi başarısızlıkla sonuçlandı. Bir anlığına, kutu elinden fırlasa
da burnuna çarpsa diye içimden tuhaf bir dilek geçirdim. Böylece burnu hafiften
yaralanacak ve ben yarayı kontrol edebilmek için burnuna daha yakından
bakabilecektim, hatta belki de dokunabilecektim. İçimdeki kıpırtıyı artık
kontrol edemeyeceğimi biliyordum, fena halde iç gıdıklayıcı bir durumdu bu. Ahlaksızca
olduğu için de kendimden utandım biraz. Ama olsundu, hazırdım böylesi bir duygu
patlamasına. Yirmi yıldır hissetmediğim türden, tozlu raflardan indirilen çok
sevgili bir şiir kitabını tekrar okumak, tekrar o paslanmış duyguları diriltmek
gibi bir şeydi bu.
-Açılıyor galiba Kemal Bey, bakın burası aralandı. Sizin
çatalı da verir misiniz?
Çatalı ona uzatmıştım ki kapak elinden fırladı, kutu ise masanın
öteki tarafına gürültüyle düştü. Selma şaşırmış, sevinçle kahkaha atıyordu. Ben
hemen masanın altına eğildim ve dökülenleri toplamaya başladım. O sırada o da
yardım etmek için masanın altına girmişti.
-Aman Allahım, mahvettim her şeyi. Biz kadınlar böyleyizdir
işte. Bir meraklandık mı durdurulamaz oluruz. Açtık mı açtık, ama bunlar mektup
değil galiba. Fotoğraf bunlar. Bakmamalıyım, bakmamalıyım, bakmamalıyım…
-Sorun değil, sorun değil. Bence yeteri kadar yardım
ettiniz. Bundan sonrasını ben hallederim.
Artık ok yaydan çıkmıştı, saklayacak hiçbir şey kalmamıştı.Onun
da bu noktadan sonra vazgeçeceğini hiç sanmıyordum. Keşke eski sevgilimin
fotoğrafları ya da vahşi cinayetleri haber eden gazete kupürleri olsaydı
kutuda. Selma birkaç fotoğrafı yüzleri aşağıya dönük halde kutuya attıktan
sonra yüzü yukarı bakan bir fotoğrafa ister istemez bakıverdi.
-Bu yanlışlıkla çekilmiş herhalde. Bir burun resmi bu. He
he, ama güzel bir burunmuş. Yanlışlıkla da olsa çekilmeye değmiş.
Sesimi çıkarmadım. Bir an önce kutuyu alıp, oradan çıkmak
istedim. Bir daha da görmezdim onu, olur biterdi.
-Aaa, bu da bir burun. Bakın bu da… Bu biraz çirkin, üçgen burun, ha ha. İşte bu da sonuncusu! Ama
baktıklarım içinde en güzeli bu. Burunların kraliçesi, ha ha ha…
Masanın altından çıkıp, garsonu çağırdım. Selma halen
gülüyordu. “İyi ama o burunlar neydi, ha ha ha, nasıl açtım ama, ha ha ha, bir
kutu dolusu burun, çikolata kutusu, ha ha, siz kimsiniz Kemal Bey, bir
burunolog mu? Ha ha ha Yoksa burunları mı sigortalıyorsunuz? Ha ha…”
Hesabı ödedim, Selma’ya teşekkür ettim, elini sıktım, kutuyu çantaya attım
ve apar topar kalktım sandalyeden. Yüzüm kızarmış, kalın bir battaniyenin altında
iki saat geçirmişim gibi terlemiştim. Umarım onu bir daha görmezdim, bir daha
asla karşıma çıkmazdı. "Kusura bakmayın, hemen çıkmam gerekiyor. Şirkete çok geç kaldım" dedim titrek bir sesle. Arkamı göndüm ve kapıya yürüdüm. O halen gülüyordu, “Bir kutu dolusu burun”
diyordu kahkahalarını tutmaya çalışarak. Hızlı adımlarla ofise geçtim. İçimden bir
ses önümüzdeki günlerde kötü şeylerin olacağını söylüyordu.
Devam edecek...