ÖĞRENMENLER GÜNÜ
Bugün öğretmenler günü, yani eğitimin ve öğretimin toplum ve
gelecek açısından tartışılacağı, geleceği inşa edecek nesillerin sahip olması
gereken vasıflarının masaya yatırılacağı, eğitimin sorunlarının sansürsüz ve
makyajsız bir şekilde enine boyuna ele alınacağı gün. Böyle bir günün önemini
anlatmaya başlamadan önce, eğitimin 21. Yüzyıl dünyasında ne anlama geldiğini
anlamamız ve bu anlayışın bize vereceği olası aydınlanma sayesinde yol
haritamızı çizmemiz gerekir.
Eskiden eğitim, bir çocuğu/genci terbiye etmek ve fiziksel
olarak olanakların sınırlı olduğu bir yerde ona olası en fazla bilgiyi vermek
olarak tanımlanırdı. Öğrenci derse girer, öğretmenini dinler, itiraz etmeksizin
duyduklarını ezberler ya da zorla da olsa kanıksar ve sürecin sonunda verilen
bir sınavı geçip, diplomasına kavuşur. Bu tanımda öğretmen dolu bir sürahiye,
öğrenci ise boş bir bardağa benzetilebilir. Öğretmen bardağı doldurur, kendinde
olup öğrencide olmayanı öğrenciye aktarır.
Oysa günümüzde eğitim, en azından gelişmiş ve gelişmekte
olan ülkelerde, farklı bir tanımlamanın sınırları içerisinde algılanıyor. Artık
ne öğretmen dolu bir sürahi, ne öğrenci boş bir bardak olarak algılanmaktalar.
Öğretmen yaptığı işin her aşamasında yeni şeyler öğrenir, dolayısıyla aynı
zamanda bir “öğrenmendir”. Öğrenci de boş değildir sınıfa girdiğinde, bir
birikimi vardır, bir karakteri vardır, bildiklerinin üzerine inşa edebileceği
şeyler vardır. Öğrenci olduğu kadar hem öğrenmenine hem de sınıftaki diğer
arkadaşlarına karşı “öğretcidir” de. Öğrenci okula bir şeyler öğrenmek için
değil, bir şeyler öğrenmeye hazır hale gelmek için gelmelidir. Yani, öğretmenin
görevi öğrenciye bilgi vermek değil, öğrenciyi bilgi almaya hazır hale getirmek
ve onu bilgi “talep” eden bir “talebe” haline getirmektir. Bilgiyi arayıp
bulacağı ilk yer tabii ki okuldur ama öğrencinin, bilginin sınırsızlığının
farkına varacağı yer de okuldan başka bir yer değildir.
Öğretmenin görevi, sınıfın karşısına geçip, öğrenciye bilgi
vermek, doğruyu dayatmak ya da ahlakın değişmez kurallarını anlatmak değildir.
Öğretmenin görevi, öğrencinin bilgiye ulaşmasını sağlamak ve bu süreç sırasında
olası vakit kaybını en aza indirmektir. Dik üçgeninin en uzun kenarının
uzunluğunun karesinin diğer iki kenarın uzunluklarının karelerinin toplamına
eşit olduğunu, öğretmenin yol gösterici yönergeleriyle, öğrenci kendisi
keşfetmelidir. Bu sonuca ulaşmak kimi zaman birkaç saat alabilir ama sonuçta
öğrenci keşfetmenin tadına varacaktır. Pisagor’u, işi gücü karmaşık
matematiksel kuramlar üreten bir dahi olarak değil de kendisi gibi düşünen bir
insan olarak görecektir. Hepsinin ötesinde, öğrenci neyi neden yaptığını
anlayacak ve yapmış olduğu keşfin verdiği zevkle yeni keşiflere yelken açmak
isteyecektir. Kısacası matematiği ve matematiksel bilgi edinim yöntemini
içselleştirecek, onu sevecek ve hayatın farklı alanlarında matematiksel
düşünceyi severek kullanacaktır.
Günümüzde “öğrenci merkezli eğitim” denilen bu akım aslında
Sokrat’tan beri bildiğimiz bir yöntemin günümüze uyarlanmış halidir. Eflatun’un
diyaloglarından birinde Sokrat bir öğrenciye karenin alanının iki kenarının
uzunluklarının çarpılmasıyla bulunduğunu öğretir. Yalnız bunu öğretirken
yaptığı tek şey soru sormak ve her sorudan sonra öğrencinin teyidini almaktır.
Sonunda öğrenci karenin alanını nasıl hesaplayacağını öğrenir. Sokrat ise
(aslında Eflatun) işin yönteminde takılmıştır. Öğrenciye sorar “Şimdi ben sana
yeni bir şey öğrettim mi?”. Öğrenci “Hayır” der. Eflatun’un “Matematik bir
hatırlamadır” sözüne çok güzel bir açıklama olabilecek bu diyalog aynı zamanda
günümüzün eğitim anlayışına da ciddi bir yakınlık arz eder.
Kısaca özetlemek gerekirse, öğretmen öğrencinin öğrenmesine
yardımcı olan bir etkinlik düzenleyicidir (facilitator). Ortamı hazırlar,
öğrencinin olası sorularının yanıtlarını kullanıma hazır hale getirir,
öğrenciyi soru sordurmaya teşvik eder. Böylece öğrenci öğretmeni karanlığı
aydınlatan bir fener olarak değil, karanlık yollara konmuş işaretleri gözden
kaçırmamasını sağlayan bir iç ses olarak algılar. İşaretleri söylemez öğretmen,
“Şunu yap, bunu yap” demez, elinden geldiğince geri planda kalıp, öğrenciyi
aktif hale getirmeye çalışır. Kolay gibi görünen bu yöntem aslında aktif ders
anlatmaktan daha zor ve yorucudur. Ayrıca daha çok entelektüel birikim ve
öngörü gerektirir. Öğretmen öğrenciyi tanımalı, öğrencinin bilişsel birikiminin
ve entelektüel yeteneklerinin düzeyine vakıf olmalıdır.
Gelelim günümüzde Türkiye’de uygulanan sisteme. Maalesef
yukarıda anlattığım ideal yöntemlerden çok uzak bir noktadayız Türkiye’de.
Başbakan dershaneleri kapatma tehdidini bir takım çevrelere savuradursun,
okulların birer dershaneye dönüşmüş olması gerçeği, alabildiğine acı verici,
alabildiğine gerçektir. Hem okullar dershanelere dönüştükten sonra, yani
eğitimin can damarı olan ulusal eğitim sistemi, dershaneci bir sisteme
indirgendikten sonra, hükümet isterse kapatsın dershaneleri, bir değişiklik
olmayacaktır ülkenin yakın geleceğinde.
İngilizcede örgün eğitim kurumlarında çalışan eğitmenlerle,
öğrencileri bir takım sınavlara hazırlayan kurumlarda çalışanları ayıran
kelimeler vardır. Örgün eğitim kurumlarında çalışanlara “teacher” denirken,
öğrencileri sınavlara hazırlayanlara “tutor” denilir. Batıda bu ayırımın ciddi
bir ontolojik anlamı vardır. “Teacher”ın görevi bilgiyi öğretmek; nedeniyle, nasılıyla işlemek ve öğrenciyi
bilgiye aşina kılmaktır. “Teacher” öğrencinin akademik gelişimi kadar onun
sosyal ve ahlaki gelişimini de gözlemler, kayıt altında tutar ve gerekirse,
uzmanların da desteğiyle, sürece müdahale eder. “Teacher” bilim ve matematik
sevgisini aşılamakla yükümlüdür, bilime ve bilimsel düşünceye saygılı olmak
zorundadır, bilimsel yöntemi tek bilgi edinme yöntemi olarak kabul etmelidir.
Oysa “tutor”un böyle bir sorumluluğu yoktur. “Tutor” sınavda
çıkabilecek soru türlerine odaklanır, o türde soruları öğrencinin nasıl en
çabuk ve en doğru biçimde çözebileceği üzerine kafa yorar. Hedef bilgi vermek
ya da bilim sevgisi aşılamak değildir. Hedef bir sınavı geçmek ve sonuçta
istenilen bir üst okula gitmektir. Durum bu olunca “tutor” ile “teacher”
arasındaki ontolojik fark kapanmayacak bir uçurum olarak algılanabilir. Birincisi
alabildiğine pragmatist ve işlevseldir, diğeri kuramsal ve idealist.
Yukarıda da yazdığım gibi, günümüzde okullarımız birer
dershane havasında idare ediliyorlar. Özellikle özel okulların başarıları,
üniversiteye gönderebildikleri öğrenci sayısıyla ölçüldüğü için, durum daha bir
içler acısı hale geliyor. Laboratuvarda deney yapıp öğrenciye yerçekimi
ivmesini ölçtürmenin ne gereği var, 10 m/s2 olarak kabul edelim
yeter. Öğrenci bir kere bile kimya laboratuvarına girmeden bitirebilir liseyi.
Dört sene boyunca kimya dersi alır ama derslerde sürekli sözü edilen
moleküller, bileşimler, asitler, bazlar; üç-beş harfin yan yana gelip,
sağlarına sollarına birkaç sayı kabul ettikleri soyut nesneler olarak kalırlar
zihinlerde. Hayatında hiç asit görmez, hiç baz da görmez. Limonun asidik,
sabunun bazik olduğunu da, eğer şanslıysa ve bir şekilde bilime merak
sarabilmişse, çok sonraları okuduğu kitaplardan öğrenir.
Durum böyle olunca insan durup düşünmeden edemiyor: Neyin
öğretmenler gününü kutluyoruz? Eğitim sistemimizin hal-i pür melali
gözlerimizin önünde. Bir de bunun yanında okulsuz köylerimiz, okulsuz
öğretmenlerimiz, öğretmensiz okullarımız varken, nasıl oluyor da insanlar
öğretmenlerin gününden bahsedebiliyorlar? Öyle okul girişi öğretmenlere bir çiçek
vererek, öyle okulun “herkes” butonundan tüm çalışanlara “Öğretmenler Gününüz
Kutlu Olsun” mesajları atarak mutlu olmuyor öğretmenler maalesef. Bu ülkede
sınıfında bıçaklanıp öldürülen öğretmenler var, bu ülkede kaçırılıp günlerce
ailelerinden uzak tutulan öğretmenler var, bu ülkede bir şeyler değiştirmek
istediği halde sürekli bürokrasinin kalın duvarına çarpan, azarlanan, haddi
bildirilen, aptal yerine konan öğretmenler var. Beş yıldızlı otellerde akşam
yemekleri verip, kürsüye çıkıp, vatan-millet-gelecek tekerlemelerini sittin
kere tekrar ederek, öğretmenlerin günü gün olmuyor maalesef…
Son olarak da saygı sorununa değinmek istiyorum. Ben hiçbir
mesleğin bir diğerinden daha üstün ya da daha fazla saygıyı hak ettiğini
düşünmüyorum. Dolayısıyla öğretmenler de bir marangoz ustasından ya da bir
manavdan daha fazla saygı hak etmezler. İlla bir saygı görecekse bu saygıyı
kazanmalıdır öğretmen. Öğrencinin gözünde yükselerek, öğrencinin kalbini
kazanarak, öğrenciye kendini sevdirerek yapar bunu. Yapamazsa da sorun değildir
zaten. Yani öğrenme işlemi, öğrenci öğretmene saygı duymasa da gerçekleşir.
Nasıl ki lokantada karnımızı doyurmamız için garsona şekilci bir saygı
gösterisinde bulunmuyoruz –bu garsonun emeğine saygı duymadığımız anlamına
gelmez-, nasıl ki bindiğimiz otobüsün şoförünün önünde ceketimizi
iliklemiyoruz, aynı şekilde öğretmenin karşısında da olduğumuzdan farklı
görünmemiz gerekmez. Bir insan, işini yapan bir görevli, ne kadar saygıyı hak
ediyorsa o da o kadar saygı hak ediyordur etrafından. Öğrenci bu kadarını bile
anlasa, yani “karşısında işini yapmak isteyen bir insan var ve sırf insan
olduğu için saygıyı hak ediyor” düşüncesine kendisini alıştırsa, aslında o
tuhaf saygı güzellemelerine de gerek kalmayacak ve eğitim gereksiz
kutuplaşmalardan uzak bir şekilde, kendi varlığını ikame edebilecektir.
Bu şekilci saygı kültüründen kurtulduğumuz gün, öğretmenler
gününe de gerek kalmayacaktır. Tıpkı diğer emekçiler gibi, öğretmenler de 1
Mayıs’ta meydanlara çıkıp, baharın ılık güneşi altında şarkılar söyleyip,
işçinin bayramını kutlarlar. Nihayetinde öğretmenler de birer işçidir, hem
fiziksel olarak hem de zihinsel olarak elini taşın altına koyan bir işçidir.
Onun bayramı da diğer emekçilerin bayramıyla aynı gündür. Özel günler üretip,
gereksiz taltifler ve tezyinlerle alay edileceklerine, en azından gerçekle
yüzleşmiş olurlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder