Bugün kendimden söz etmek istiyorum. Bunu yaparken derdim
kimseye kendimi anlatmak değil, daha çok kendime kendimi anlatmak. Yazılı olmayan
bir şey benim kafama girmiyor. Her ne kadar elimden geldiğimce beş duyumu
kullanarak ve duyumlarımı kâğıda dökerek yazmaya özen göstersem de sonradan
öğrenilen bu durum, benim, neredeyse tamamıyla “görsel” yollarla öğrenebilen
bir insan olduğum gerçeğini değiştirmiyor. Bu yüzden de kendimi yazacağım bu
akşam, belki kendime sürekli tekrar ederek öğretemediğim şeyleri, yazarak
öğretebilirim. Hem zaten günlerdir bir şey yazamadım.
Okuldaki işler ASLA bitmiyorlar, ASLA da bitmeyecekler. Onlar
bitmeyince de ben, beni bekleyen bir sorumluluktan dolayı huzursuz oluyorum.
Huzursuz olduğum bir zamanda da yazamıyorum. Yazmaya otursam okumam gereken
yazılı kağıtları ya da ödevler boyunlarını büküp bakacaklar sanki,
kıskanacaklar benim yalnızlığımı, zevk alarak bir şeyler yapmamı. Yok ama, bu
akşam getirmedim kağıtları eve, meydan okudum işlere. Bundan sonra da
getirmeyeceğim. Evdeyken öğretmen olmayacağım artık. Okunacak bu kadar çok
kitap, yazılacak bu kadar çok konu varken, mesai saatlerinin dışında çalışmak
yakışmıyor bana. İşlerin yoğunluğu konusuna daha sonra değineceğim ama şimdi
biraz kendimden söz edeyim. Neleri sevmediğimden. En vahşi ve kızgın (en çok da
kendime) halimle yazıyorum dolayısıyla yazdıklarımdan sorumlu değilim.
1. Müzik sevmem:
Herkes gibi ben de dinlerim müzik –şu anda da dinliyorum-, yolda yürürken, metroda
giderken, ders çalışırken; etraftaki gürültüyü bastırmak için iyi bir araçtır
müzik ya da kafayı bulmak için. Yalnız ben, öyle başkaları gibi, bir şarkıyı
özlemem, bir konsere gidip öyle iki-üç saat müzik dinleyemem –ya uykum gelir ya
canım sıkılır, bitse de gitsem diye saniyeleri sayarım-. Benim için müzikle
gürültü arasındaki tek fark ikincisinin daha çok rahatsız edici olmasıdır. Müzik
biraz daha düzenlidir, periyodik bir fonksiyon gibidir, dalgalanır, ara sıra
kırılmalara uğrar, tepelere çıkar, yerlerde sürünür; insanın iç dünyası gibi
durağan değildir, duygu fırtınalarına gebedir… Bir de bazı şarkıların
sözlerinin şiirsel olması etkiler beni. Yoksa ne saksafonun sesine aşinayımdır,
ne de piyanonun tınılarına. Çalarsa dinlerim, iyi gider kitabın ya da yazının
yanında. Mozart’dan Bach’ı ayırabilecek kadar müzik bilgim vardır ama ikisi de
yaklaşık aynı duyguları yaşatır bana. Vivaldi’yi, Wagner’i, Rahmaninof’u severim
ama bu sevgi bir kedi nankörlüğü ile ölçülebilecek kadar yüzeyseldir.
Olmazlarsa hayatımın sonu gelmez, hiçbir eksiklik hissetmem, hiçbir açlık da
duymam. Varsa bir yerlerde açarım, o çalar ben de işime bakarım. Müziksiz bir
hayat benim için müziklisinden farksızdır. Ofiste çalışırken rock dinlerim
çünkü en iyi rock müziğin tantanası bastırabiliyor ofisteki, kimi zaman benim
de dahil olduğum gürültüyü. Yazarken genelde klasik dinlerim böylece şarkıların
sözleri dikkatimi dağıtmaz. Yollarda radyo dinlerim, bir sonraki parçanın
bilinmiyor olması işi daha zevkli hale getirir.
Müzik sevmememin bir nedeni de müzikte sevilecek şeyin ne
olduğunu bilmememdir. Yani tınıları mı sever insan, ritmi mi, müzik aletinden
çıkan sesi mi, o sesin yüreğinde yarattığı kıvılcımları mı, anımsadığı eski
aşkları mı? Bunları ayırt edemediğim ve değerlerini anlayamadığım için de müzik
benim için bir ihtiyaç değildir. Hayatım boyunca gittiğim konserlerin sayısı
bir elin parmaklarının sayısını geçmez. Onların da çoğu klasik müziktir. Hadi
gittiğim kafede, barda birileri rock ya da jazz çalıyorsa benim de hoşuma gider
bu ama oturup orada aval aval müzik dinleyemem. Ben arkadaşımla muhabbetimi
ederim, arka fonda müzik çalsın.
Müzik dinlemem, müzik hakkında saatlerce yorum yapanları da
anlayamam. Neyi tartıştıklarını, neyi dert edindiklerini merak ederim, çoğu
zaman da kafam basmadığı için ortamdan sıvışmaya bakarım. Belki biraz müzik
eğitimi alsaymışım ve nota algısı geliştirebilseydim durum farklı olurdu ama
artık çok geç. Müzik de sonuçta başlı başına bir dil, bir iletişim aracı. O
dilin kurallarını, harflerini, kelimelerini küçük yaşlarda öğrenmezsen bir daha
çok zor öğrenirsin. Örneğin, neden Mozart büyük bir besteci olabilmiştir. Bir
kere müziğin değer verildiği bir ülkede ve devirde doğuyor. Sonra babası Mozart’a
her türlü müzik eğitimini çok erken yaşlarda veriyor. Küçük Mozart okuma yazma
öğrenmeden, belki ikiyle ikiyi toplamadan çok çok önce notaları biliyordu,
zihninde onları canlandırabiliyor, duyduğu bir tınıyı anında hafızasına
aktarabiliyordu. Doğru zamanda, doğru yerde, doğru ebeveyne doğmak şart dahi
olmak için. Ondan sonrası da sıkı çalışma ve durmaksızın üretme. Çang
May’dayken ben keman dersleri almıştım da nasıl rezil olmuştum hem kendime hem
oradaki arkadaşlarıma. Ben kim, keman çalmak kim…
2. İşle/Parayla
İlgili Sözlü iletişimi Sevmem: Elimden gelse tüm gün hiç konuşmasam,
herkesle yazarak anlaşsam. Ne insanlarla yüz yüze konuşmayı severim ben ne de
telefonda konuşmayı. Telefon çaldığında daha açmadan “bitse de kapatsam” derim
içimden. Tabii ki severim dostlarla bir araya gelmeyi, kahkahalar atmayı,
kafayı demlemeyi. İyi bir ortamda muhabbet etmek çok farklı bir şey. Benim
kastım işyerinde, bankada, postanede, gerekli gereksiz bilumum mekanlarda
konuşmak zorunda kalmak, tanımadığın insanlara durumu izah etmek.
Ofiste bazen telefon çalıyor. Normalde bölüm başkanımız açar
telefonu ama kendisi ofiste olmayınca telefona o anda yakın olan kim varsa o
bakıyor. Karşıdaki kişi telefondaki kişinin bölüm başkanı olmadığını anlasa
bile sorar “Bölüm başkanı orda mı?”. “Kendisi burada değil” derim nazik bir
dille ama aslında içimden “Ya kardeşim, bölüm başkanı burada olsaydı zaten o
açardı. Açmadığına göre demek yok. Hadi kapat da işimize bakalım.” derim. Ben
olsam arayan, başkasının sesini duyar duymaz, çaaat diye kapatırdım suratına.
Eskiden olsa bu davranışı kaba bulurdum ama o kadar çok kabaca davranış gördüm
ki son 3-4 ayda, artık hiçbir şey bana kaba gelmiyor. Ne gerek var boş
muhabbete. İki taraf da rahat etsin, zamandan tasarruf sağlayalım. Ha bir de not
bırakanlar var. Deli midir nedir? İnternet çağındayız beyfendiiiii/hanfendiiiiii,
gönder bir elmek, okusun işte. Ne gerek var elçiye. Hem telefondan bırakılıp,
kağıda yazılan mesajın karşı tarafa ulaşıp ulaşmadığını da bilemeyeceksin.
Sonra bölüm başkanı gelir, notu görür/görmez, not masanın altına düşer, notun
kimden geldiği ya da saati yazılmamıştır, nottaki el yazısı okunaklı değildir,
notu alınca ne yapacağını bilemez ve notu yazana sorar, notu yazan da orada
olmadığı için hareket gecikir…
Sanırım insanlar konuşmayı işten saymıyorlar ama yazmayı
işten sayıyorlar. Benim için de tam tersi. Benim için konuşmak meşakkatli bir
iş. Yazmak zevkli, kalıcı, doğrudan, öyle sesin tonuna falan ayar vermen de
gerekmiyor… Verin bana klavyeyi, akşama kadar yazayım. Zaten okunup okunmamak
da çok umurumda değil. Her şeyi yazayım, planlayayım, kuralları açık ve seçik
hale getireyim. Konuşarak anlaşmak iletişim yöntemlerinden en etkisizi ve en
çetrefillisi gibi gelir bana. Bazen düşünüyorum, yazıyı keşfeden insanlar neden
yasaklamamışlar konuşmayı. Rahat ederdik işte, gereksiz bir sürü dırdırdan
kurtulurduk. Dünya daha sessiz olurdu. İnsanlar gereksiz yere bir sürü boş
muhabbete girmezdi. Yazışarak
hallederdik işlerimizi. İnsan yazarken daha dikkatlidir, mesajını göndermeden
önce kontrol eder, yanlışları siler. Yanlış anlaşılmalardan arındırır. Hem yazılı
olan kalıcıdır, dönüp bakarsın, tekrar tekrar kontrol edersin.
3. Fiziksel
kataloglamaları sevmem: Bilgisayarda bir klasörün içine yüzlerce klasör, bu
klasörlerin her birinin içine de yine yüzlerce klasör ve dosya koyabiliriz.
Neredeyse sonsuz bir sınıflandırma yapabiliriz. İç içe girmiş dünyalar
yaratabilir, çok düzenli ve anlamlı kataloglamalar yapabiliriz. Böyle bir olanak varken, tutup da halen
dosyalara kağıt sıkıştıranları, koca koca klasörlerde ders notlarını,
sınavları, bilumum öğretmenlik dosyalarını saklayanları anlayamıyorum ben.
Sınıflarda birer bilgisayarımız olsa da rahat rahat kullanabilsek
hazırladığımız dosyaları ders esnasında. Hem kağıda yazılı olmadığı için,
istediğin zaman git değiştir metni, üzerinde oyna, yanlış varsa düzelt.
4. Mekanik
olabilecekken olmayan şeyleri sevmem: Ben hayatı alabildiğince
mekanikleştirme taraftarıyım. Evet, tam da öyle, trim tikitak, trim tikitak… Kurallar,
kullanma talimatları, son tarihler, elektronik takvimler, e-takvim yoluyla
toplantıya çağırmalar, dosya paylaşım programları sayesinde pek çok kişinin
aynı dosyalar üzerinde çalışabiliyor olması… Hayat zaten o mekanikleşmenin
dokunamadığı yerlerden deliğini bulup, bir şekilde fışkırır havaya, bizim
telaşlanmamıza gerek yok. Yani biz çok fazla bilgisayarlarla haşır neşir
olunca, Türk kahvesinin tadı değişmeyecek. Yine gideceğiz öğlen yemeğinden
sonra, yine içip kahvemizi, edeceğiz muhabbetimizi. Ben zaten mantı yerine
doygunluk hissi veren ve bizi yeteri kadar besleyen haplar içelim,
tuvaletlerimize otomatik kıç temizleyiciler koyalım, sokağa çıkıp işe gitmek
yerine bizi temsil eden robotlarımızı gönderelim demiyorum. Hayatı kolaylaştıran
ve insanın doğasından kaynaklanan hataları en aza indirgeyecek teknolojileri
kullanalım.
Bir şey öneriyorum, “İnsanlar bilgisayar kullanmaya o kadar
alışık değiller burada” diyorlar. Alışsınlar efendim, eğer birilerinin azıcık
zorlayıp bilgisayarı anlamaları işleri kolaylaştıracaksa, alışsınlar,
zorlasınlar azıcık kendilerini. Biz de anamızın karnından bilgisayarla doğmadık
herhalde, biz de öğrendik gayet zahmetli bir şekilde. Her türlü gelişmeye ayak
diretenlere gerici derler ve aslında gericilik öyle çok da sandığımızdan uzakta
değildir. Bırakalım hayat mekanikleştiği yerde mekanikleşsin. Ford arabayı
bulduğunda da aynı itirazı yapmışlardı insanlar, sonra ne oldu? Var mı
İstanbul’da işine at arabasıyla giden şimdi? Evinizin yanında orman bile olsa
ata binip gitmeyeceksiniz, arabaya bineceksiniz ya da otobüse/metroya. Bırakın
makineler, bilgisayarlar kontrol etsinler hayatımızı. Çünkü onlar kontrol
ettikleri zaman kavga, dövüş olmuyor. Onlar daha iyi görüyorlar programda
yaşanacak bir sorunu, onlar daha iyi algılıyorlar sonuna varılamayacak
projeleri. İşimizde alabildiğine mekanik olalım, kalan vakitlerde de şiir
okuyalım, saz çalıp dans edelim, spor yapalım. Ben demiyorum ki her bokumuzu
elektronikleştirip, çayımıza da çip katıp içelim. Mekanikleşmenin en güzel yanı
insana zaman kazandırması ve bunu yaparken kişisel/kurumsal çatışmaları
minimuma indirgemesidir. İnsan mekanikleştikçe daha fazla zaman ayırabilir
yaşamaya/yaratmaya. İş yerinden çıkınca, at telefonu bir köşeye, git sporunu
yap, yogayla nirvanaya ulaş, sevgiline gerçek çiçekler al, kokla toprağı, sür
yüzüne gözüne… Hayatı mekanikleştirmek hayatı yaşamaya engel değildir, tam
tersine hayatı mekanikleştirememek hayatı yaşamaya engeldir çünkü zamanını
kemirir ufak tefek şeyler, bitin pirenin hesabını yaparsın onu senin yerine
yapacak makineler varken. Bırakalım yapsınlar, çalışsın makineler bizim
yerimize. Ki yapıyorlar da! Her yeni nesil bir öncekine göre daha mekanik, daha
teknolojiye uyumludur. Bu uyumu sağlayamayan kurumlar geride kalırlar, bir
türlü de anlayamazlar neyi nerede yanlış yaptıklarını. Çırpınır dururlar
oldukları yerde, daha da çabuk batarlar çamura. Bir de bu karmaşanın ceremesini
alttakiler çeker. Patronlar bitmeyen işlerden, başarıyla sonuçlanmayan
projelerden işçileri sorumlu tutarlar.
5. Toplantıları sevmem: Gereklilerini de
sevmem, gereksizlerini de. Toplanıyoruz, muhabbet ediyoruz, şundan bundan
konuşuyoruz, ayrılıyoruz. Hiçbir şey olmuyor. Tamamıyla vakit kaybı, tamamıyla
yaratıcılığa vurulan bir balta. Ben Vietnam’dayken toplantı yapmazdım. İşler
çok güzel tıkırında yürürdü. Kimse de şikayetçi değildi. Öğretmenler de
memnundu İstatistik dersinin gidişatından öğrenciler de. Hemen her şey
alabildiğine mekanikti, öğretmenler ders notlarını hazırlamakta özgürdü. Yani
öğretmen sınıf içerisinde istediği gibi dersi anlatabilirdi. Böylece onların
yaratıcılıklarını engellememiş olurdum. Yalnız tüm öğrencilerin erişebildiği
bir ders kitabı, yine herkesin sorularına ve çözümlerine ulaşabildiği bir
alıştırma kitapçığı vardı. Benim vermem gereken kararları ben verir ve
takımdaki arkadaşlara elmekle bildirirdim, her şeyin prosedürünü uzun uzun,
etrafını cami ağyarını mani bir şekilde yazar, ortak klasörümüze koyardım. Soru
işareti bırakmazdım ki toplantıya gerek olsun. Tek tük prosedürleri, kuralları
okumayanlar bana sorarlardı ve ben de izah ederdim durumu ya da bazen izah bile
etmez soru soranı doğrudan bahsi geçen kuralın olduğu sayfaya yönlendirirdim.
Pek çok toplantıda kararlar oylamayla verilmiyor dolayısıyla
zaten verilmiş olan kararları dinlemek için oraya çağrılmışız. Toplantının
tutanağı bir şekilde elinize ulaştırılacağı için yazmanıza da gerek yok.
Diyelim bir iş için oylama gerekiyor. Bunun için de bir sürü online site var.
Gidersiniz, kaydolursunuz, oylanacak soruları oraya yazarsınız, herkes adını
kullanmaksızın oyunu kullanır. Bunun için toplanmanın, laklak etmenin bir
anlamı var mı? Birbirimizin yüzünü de görmeyelim mi? Görmeyelim efendim, zaten
görüyoruz akşama kadar, istesek de istemesek de görüyoruz. Ne gerek var hiçbir
yararı olmayan etkileşimlere?
Eve iş götürmeyi sevmem:
Aslına bakılırsa öğretmene, eve iş götürmesi yasaklanmalıdır. Siz hiç eve iş götüren fabrika işçisi gördünüz mü? Bizim kanun önünde ve çalışma şartları göz önüne alındığında, bir işçiden ne farkımız var. Hiçbir farkımız yok -gurur duymalıyız bu farksızlıktan- aslında, boynumuza taktığımız kıravattan başka. Eğer bir
öğretmen mesai saatleri içinde kendisine verilen işleri yapamıyorsa –ki bu
içler acısı bir durumdur çünkü aynı öğretmenden bir de kendisini geliştirmesi
ve yaratıcı olması beklenir-, ya verilen işlerin miktarında bir sorun vardır ya
da öğretmen ortalama bir insandan çok yavaş çalışıyordur. Sonuçta memurlar gibi
belli mesai saatleri dahilinde çalışan insanlarız. Vietnam’dayken haftada 40
saat çalışma yükümlülüğümüz vardı. Dolayısıyla dersim yoksa okula 9’da ya da 10’da
gidebilirdim. Yine aynı şekilde sınav kağıdı okuyacaksam, akşam 10’a, 11’e
kadar okulda kalabilirdim. Çalışma saatleri rahat olunca, insanın eve iş
götürmesinde mantıksal olarak bir sorun yok. Önemli olan işin yapılması ve
kurumun işlevselliğini yerine getiriyor olması. Gelelim şimdiki okuluma. Tamam,
burası bir lise ve durum çok farklı. Mesai saatlerimiz sabah 7:45’den akşam 5’e
kadar. Ama bu saatler dahilinde bizden beklenen işlerin bitmesi olanaksız.
Böyle olunca da bazı öğretmenler eve iş götürüyorlar. Onları gören diğerleri de
arkada kalmamak için aynı şeyi yapıyorlar. Sonunda da anormal olan eve iş götürme
eylemi normal oluveriyor ve eve iş götürmeyi reddedenler yanlış bir şey
yapıyorlarmış gibi bir zan altında bırakılıyorlar.
Böyle bir kurumda yapılması gereken ilk şey yöneticilerin,
öğretmenlerin sorumluluklarını gözden geçirmeleridir. Bir öğretmenden haftada
beklenen kağıt okuma, sınav yazma, ders anlatma, nöbet tutma gibi görevlerin ne
kadar zaman tutacağı, öğretmenin lehine olacak bir duyarlılıkla hesaplanmalıdır
ve ardından en gereksiz olanlar öğretmenin omuzlarından alınmalıdır. Ancak böyle
bir şey yapıldıktan sonra, öğretmen yaratıcı olmak için vakit bulacaktır. Bütün
samimiyetimle yazıyorum, yaratıcılık için gerekli ilk şeylerden birisi “başarısız
olabilme lüksüne sahip olmaktır”. Bu yoksa insan yaratıcılığı deneyemez, böyle
bir deney için gerekli cesareti kendinde bulamaz. Sabahtan akşama kadar bir saniyesi bile boş
olmayan –öyle ki artık yemeği bile alelacele yiyip, hemen masamın başına
dönüyorum kalan işleri bitirmeye- bir
insan nasıl olur da derste yaratıcı örnekler verebilir, nasıl olur da kendisine
“ne yapayım da öğrencilerin ilgisini çekebilecek bir ders anlatayım” sorusunu
sorar? Gerçi bunu düşünmesine gerek yoktur çünkü bir makine gibi elimize
tutuşturulan ders notlarını öğretmemiz istenir bizden, tek bir kelimeyi es
geçmeden, tek bir soruyu atlamadan, bana göre hiç de anlamı olmayan yüzlerce
birbirinden karışık örneği çözerek, öğretmenlik yapmamız istenir. Bunları
yaparken, bir maraton koşucusu gibi durmaksızın yol alırız. Her şeye rağmen
zaman yine yetmez çünkü öğrenciler en akla gelmez bahanelerle dersten alınırlar,
geride kalırlar. Biz onlara okuldan sonra bizleri görmelerini isteriz, kimisi
gelir, kimisi eker.
Bir de bu zamansızlığın üzerine, yöneticilerin bilgisizliği
ve egoizmi eklenince, öğretmenin omuzlarına bir yük daha biniyor. Sanki o
iletişim hatalarını, yanlış toplantı saatlerini, zırt pırt değişen etkinlik
planlarını, hiç de işlevsel olmayan iletişim sistemini kendisi yapmış gibi
yükün altına girer ve nihayetinde ezilir, küçülür, hiçbir işe yaramayan, sadece
kağıda yazılı olanları tekrarlayan, kendisinden istenileni minimum
yaratıcılıkla yapan bir robotcuğa dönüşür. Asıl mekanikleşmesi gereken şeyler
ihmal edildikleri için öğretmenin dersteki en önemli –öğrenciye en fazla etkide
bulunabileceği, kendinden bir şeyler verebileceği- saatleri mekanik bir anlatıma dönüşür. Sıkıcı,
tekdüze bir ders, içinde öğretmenin kişiliğinin/kişisel tarihinin/kişisel birikiminin
olmadığı hilkat garibesi bir makine kalır geriye.
Çok şey yazılabilir bu konularda ama daha önce de yazdığım
gibi benim bunları burada yazmış olmam hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Sırf
kızgınlığım geçsin, içimde kalmasın diye yazıyorum. Bir yerlerde, birilerinin
yüzüne patlamaktan çok daha iyidir burada yazmak ve boşalmak. O yüzden daha derine girsem de, sorunları
sosyal ya da psikolojik açıdan incelesem de değişen bir şey olmayacak. Belki
gereksiz yere vaktimi harcamış olacağım. Onu da ben pek istemiyorum. Belki ileride, bu
okuldan ayrıldıktan sonra, bu okulda geçirdiğim acı tatlı günler üzerine bir
kitap çıkarırım. Onu da zaman gösterecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder