Bir yerde okumuştum, dünyadaki sorunların pek çoğunun –belki
de hepsinin- iletişimsizlikten kaynaklandığını. İletişimsizlik; yanlış
iletişim, eksik iletişim, iletişim araçlarının işlevsel olmamaları ya da
işlevlerine uygun kullanılmamaları gibi yan kollara da ayrılabilir. Bir
iletişim mühendisi olmadığım için ve bu konuda tek bir kitap bile
okumadığım için konuya bodoslama dalacağım ve salt kendi deneyimlerime göre bir
sınıflandırmaya girişeceğim. Kısa başlıklar altında incelersek şöyle bir liste
çıkarabiliriz iletişimsizliğin çeşitliliği üzerine:
1. Eksik İletişim: İletenin iletilene eksik bilgi vermesi ve
buna rağmen iletilenden tam iş beklemesidir. Yapılması gerekenler a, b ve c
iken gönderilen iletide ya da takip edilmesi istenen emirde sadece a ve c
geçer. Dolayısıyla iletilen kişi işi tamamlayamaz. Eksik iletişim eksik işi
doğurur. Bu da zaman kaybını ve gereksiz stresi getirir.
2. Yanlış İletişim:
İletenin iletilene yanlış bilgi vermesi ve buna rağmen iletilenden doğru işi
beklemesidir. Yapılması gereken iş “a” iken, gönderilen iletide ya da takip
edilmesi istenen emirde “b” işi tarif edilmiştir. Bu durum, yanlış işin
yapılmasına yol açar. Yine gereksiz zaman kaybı kaçınılmazdır.
3. İletinin Muhatabını Bulamaması: Bu üç farklı şekilde olabilir.
a. İleti gereğinden fazla kişiye gönderilebilir: Bu durumda
iletiyle ilgisi olmayanlar gereksiz yere vakit kaybederler. Sürekli devam eden
benzer durumlarda aynı kişiden gelen iletilere karşı bir ilgisizlik doğabilir.
Bu ise ileride gönderilmesi muhtemel gerekli bir iletinin kaçırılmasına neden
olabilir.
b. İleti gereğinden az kişiye gönderilir: Bu durumda
toplantıya katılması gereken kişi toplantının varlığından haberdar olamaz, metnin
içeriğine katkıda bulunabilecek kişi es geçilir.
c. İleti tamamıyla yanlış kişilere gönderilir: Bu durum
çabucak fark edilecek bir sorundur. Basit bir özürle çabucak telafi edilebilir.
Yalnız, özrün ve telafinin geciktiği
durumlarda bilgi kirliliği ve kısa süreli kaos ortaya çıkabilir.
4. İletişim Araçlarıyla İlgili Sorunlar: Bunu da dört ana
kategoride inceleyebiliriz.
a. İşlevsel olamayan teknik altyapının kullanılması: Bir
çalışıp, bir çalışmayan bozuk bir sistemle iletişim kurmaktır. İleti gönderilir
ama karşı tarafın alıp almadığından emin olunamaz. Sistem sürekli arıza
veriyorsa doğru iletişimin, doğru zamanda yapılıyor olduğundan asla emin
olamazsınız.
b. İletenin ve iletilenin teknik bilgiden yoksun olması:
İletenin ya da iletilenin mevcut iletişim araçlarını yetkin bir şekilde
kullanamaması ya da kullanmamak için bahaneler uydurmasıdır. Örneğin, bir
toplantı duyurusu için sıradan bir elmek (e-posta) yerine elektronik takvim kullanmak
gereklidir. Böylece kimlerin katılacağını, kimlerin katılmayacağını ve kimlerin
iletiyi görmediğini anlayabilirsiniz. Elektronik iletişim araçlarını doğru ve
verimli bir şekilde kullanmak için de kurumların çalışanlarına eğitim vermeleri
zorunludur.
c. Kabul görmüş ortak
bir iletişim ortamının oluşmamış olması: İletenin ve iletilenin aynı iletişim ortamında
buluşamamaları durumudur. Birisi elektronik takvimi kullanırken, diğeri elmekle
yetinir. Biri dosya paylaşım programlarıyla işleri yürütürken diğeri yazılan
her şeyi yazıcıdan çıkarıp üzerinde çalışma yanlısıdır. Ortak bir payda
olmadığı için de iletişim sık sık kesintiye uğrayabilir.
d. İletişim aracının yanlış seçilmesi: Bu; yüz yüze sözlü,
telefonda sözlü, kağıda yazılı, ekrana yazılı ve benzeri iletişim ortamlarının
yanlış yerlerde –doğru içeriğe sahip olsalar da- kullanılmalarının bir
sonucudur. Örneğin, toplantı tutanakları elmekle herkese gönderilebilir ya da
ortak bir paylaşım klasöründe saklanabilir. Özellikle, toplantılarda alınan
kararlar kesinlikle yazılı bir şekilde herkese iletilmelidir. Sözlü iletişim,
iletişim yöntemlerinin en verimsiz olanıdır çünkü insan unutur, savsaklar, başka
şeylere takılır. Yazılı iletişim mümkün olduğunca sözlü iletişime tercih
edilmelidir. Hadi eskiden mürekkep israfı, kâğıt israfı derdik. Artık o bahane
de kalmadı. Bilgisayarlar zaten sabahtan akşama kadar açık. İnternete de
bağlıyız tüm gün. Kullanalım işte bilgisayarları, yazalım her şeyi, insanın
unutmasına giden yolları tıkayalım.
Doğru iletişim verimi arttırır, yanlış anlaşılmaları ve
pürüzleri en aza indirir. Bunun yanında iletişimsizlik kısa erimde zaman
kaybına, uzun erimde strese ve kişiler arası sürtüşmelere yol açar. Bunun
yanında iletişimsizlik amir-memur arasındaki zaten adaletsiz olarak dağıtılan
dengeyi iyice amirin tarafına çevirir. İletişimsizlik nedeniyle bir iş
yapılamayınca ya da yanlış yapılınca fırçayı memur yer. Yine aynı amirler,
iletişim araçlarını doğru kullanmayı beceremedikleri için memurlara durduk yere
sorumluluklar yüklerler. Kendilerini muaf tuttukları o iletişim araçları
memurlar için bir kâbusa dönüşebilir, özellikle de eğer amir plansız programsız
birisiyse. Böyle bir durumda, amir, otoritesini kullanarak, iletişimsizlikten
doğan açığı kapatmaya çalışır. Dolayısıyla var olan iletişimsizlik sorunu,
memurların verimsizliği adıyla anılır ve asla çözülemez.
Bu kısa iletişim seminerinden sonra şimdi asıl konuya
başlayabilirim. Başta da dediğim gibi iletişim konusunda uzman değilim –aslında
hiçbir konuda uzman değilim ben- ve yazdıklarım / yazacaklarım tamamıyla
kişisel deneyimlerimin birer sonucu. Bir profesyonel iletişimci çıkar da “Yok
kardeşim, öyle değil de böyle.” derse, o insanın elini öper başıma korum, dediklerine
göre de bu yazıyı tekrar düzenlerim.
Geçen hafta Pazartesi günü Fatih’teki İstanbul Emniyet
Müdürlüğü Yabancılar Şubesine gitmiştik. Amacımız J’ye ikametgah tezkeresi
almak ve böylece onun da tıpkı bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gibi genel
vatandaşlık hizmetlerinden faydalanmasını sağlamak. Bunun için, Türkiye’ye
gelir gelmez internetten başvuru yapmış, Temmuz ayının başında yaptığımız
başvuru için Ekim ayının ortası için randevu almıştık. Bu randevu o kadar
resmiydi ki J’nin vizesi bitmiş olacak olsa da randevu tarihine dayanarak
Türkiye’de kalabilecekti. Bana kalırsa saçma ve su-i istimale açık bir durum.
Yıllarca yurt dışında “çalışma izni”yle yaşamış birisi için pasaportta vizenin
dolum tarihi olmadan o ülkede kalıyor olmak saçma göründü bana. Öyle ya da böyle,
burası Türkiye ve işler bu şekilde yapılıyor.
Randevumuz saat 3:30’daydı. Benim kafamda canlandırdığım sahne
şu şekildeydi. Geniş bir kapıdan içeri gireceğiz, randevu saatim geldiğinde bir
odaya çağrılacağız. Bizden istenen belgeleri teslim edeceğiz. Polis memurları
bana ve J’ye bazı sorular soracak. Onları yanıtlayacağız. Bizim yalan
söylediğimizden emin olacaklar. Parayı yatıracağız ve iki hafta sonra tezkereyi
teslim almak için geri gelmek üzere yabancılar şubesinden ayrılıp, mutlu bir
şekilde eve gideceğiz. Ben bu kadar naif, bu kadar hayal dünyasında yaşadığım
için de saat 1:30 gibi Sultan Ahmet’de bir süreliğine durup, vakit öldürüyoruz.
Ne de olsa randevu saatimize daha iki saat var, ne de olsa bizden istenen –randevu
aldığımızda ekranda görünen dört belge- evrakın tamamı elimizde. Ne yanlış
gidebilir ki? Hem sistem tamamıyla elektronikleştirilmiş, sırası gelen girecek.
Kavga yok, açıkgözlülük yok, gittiğimiz yerde sıraya girmemize bile gerek yok.
Ne de olsa sıra numaramız var!
Sultan Ahmet’de biraz oyalandıktan ve kedilerin, köpeklerin,
dikili taşların, kuşların, turistlerin fotoğraflarını çektikten sonra tramvaya
binip tekrar çıktık yola. Randevu saatimizden önce gelmiştik. Olsun, erken
gelmek geç gelmekten iyidir. Bildik güvenlik tedbirlerini geçtikten sonra, her
yönüyle dev bir binaya girdik. Bina tadilat aşamasındaydı. Her tarafından bir
şeyler dökülüyordu, bir yanda iş makineleri, bir yanda boyacılar, tuğlacılar…
Neyse dedik, görüntünün ne önemi var. Dış cephesine bakarak almayacağız ya
tezkereyi. Binanın içi serindi ama giriş kattaki fotokopi ve vezne bölümlerinin
önlerinde uzun kuyruklar vardı. Bir kat yukarı çıktık. Merdivenlerin bittiği
yerdeki danışma kulübesinin yanında boya tenekeleri ve çuvallar vardı. Hiç kimseye
bir şey sormadan danışmanın önündeki sıraya girdim.
Sırada beklerken insanları dinleme fırsatını bulmuştum.
Etraftakilerin pek azı Türkçe konuşuyordu. Onlar da burada çalışan memurlar ya
da Orta Asya ülkelerinden gelen Türki göçmenler. Kulağıma en sık gelen ikinci
dil Rusçaydı. Bir de Farsça ve Arapça vardı, çarşaflı kadınların ve sakallı
adamların konuştuğu. Sıra bana gelince, elimdeki randevu kağıdını uzattım
memura. O kağıttaki numaraya ve saate baktı. Birkaç saniye aradaki diğer
belgelere baktıktan sonra bana “Tamam, şu ileriki koridora gidin, bekleyin.” dedi.
“Tamam” dedik ve gittik bize gösterilen koridora. Dar,
penceresiz bir koridordu burası. Beyaz duvarlar kirli ya da nemden dolayı
pürtüklü hale gelmiş. Tavandan gelen beyaz ışık oldukça yetersiz, zaten mutsuz
olan yüzleri gereğinden fazla mutsuz gösteriyor. İçeride kesif bir “çiş” kokusu
var. Evet, bildiğiniz çiş kokuyor mekân. Belki koridorun sonundaki tuvaletten
geliyor koku ya da başka türlü bir tuvalet sistemi arızasından. Koridorun her
iki tarafına oturmuş insanlar var. Her milletten insan, yüzleri bıkkın ve
yorgun, bacakları oturaklardan kalan ince şeriti kapatacak kadar gerilmiş,
kollar vazgeçmiş tutunmaktan. “Bitse de gitsek” türünden bir yakınma var
gözlerinde… Bu sahneyi görünce afallıyorum. Acaba kaç saattir bekliyorlar bu
koridorda. Belki de sabah geldiler ve belgelerini danışmaya teslim edip buraya
geldiler. Sabahtan beri de buradalar. Koridorda oturacak yer yok. Ayaklardan
kalan ince şeritte dikkatlice yürüyüp, koridorun sonundaki geniş bekleme
salonuna giriyorum. Burada da benzer yüzlü insanlar var ama en azından bu odada
bir pencere var. Dışarıdan inşaat sesi geliyor, pencerenin önünde ellerinde spatula
iki işçi şakalaşıyorlar.
Oturuyorum oturakların birisine, J de yanıma oturuyor. Yarım
saat bir şey yapmadan bekliyoruz. Oda koridor kadar sıcak değil ama yine de
dışarıya kıyasla azımsanmayacak bir sıcak var odada. Bir ara danışmaya gidip,
tekrar sıraya giriyorum. Sıram gelince soruyorum memur beye “Bize koridorda
bekleyin dediniz ama ne yapacağız orada? Bizi çağıracak mısınız? Ayrıca nerede
bekleyelim? Koridorda mı odada mı?” Memur bana bakıyor ve “Koridorda bekleyin beyefendi,
çağıracağız biz sizi!”diyor. Ben de tıpış tıpış gidiyorum odanın koridorun tam
karşısında yer alan oturağına. On-on beş dakika daha bekledikten sonra bir
memur gelip bir sürü adla birlikte her adın ardından bir rakam okuyor. J’nin
adı okunuyor, ardından da sayısı geliyor: 13
Hemen 13 numaralı vezneye gidiyoruz ama orada da ayrı bir
sıra var –ne zaman geldi bunlar-. Zaten vezne ile veznenin karşısındaki duvar
arasındaki mesafe bir insanı alabilecek genişlikte. Dolayısıyla kimin hangi
vezne için beklediğini anlamak zor. Tıkış pıkış araya sığışıyoruz. Saat 4’e
geliyor. Veznelerin üzerlerinde sıra numarasını gösterecek elektronik bir sayaç
var ama sayaçların hiçbirisi çalışmıyor. Benzer bir durumu ehliyet almak için
gittiğim Beşiktaş Emniyet Müdürlüğü’nde de görmüştüm. Hadi orası sadece biz
Türkiyelilerin gittiği bir yerdi ama bari yabancıların sürekli gelip gittiği
bir yeri insan düzenli ve temiz yapardı. Hani o çok övündüğümüz Türk misafirperverliği?
Ülkemize gelen yabancıları bu çiş kokan, daracık koridorlarda mı
karşılayacağız? Tabii, bunlar ülkeye para bırakıp giden turistler değiller.
Bunlar burada çalışmak zorunda olan ya da eş durumuyla / öğrencilik yüzünden
Türkiye’de yaşamak zorunda kalan insanlar. Ne gerek var bu insanlara güler yüz
göstermeye, onlara nezih ve tertipli bir mekân sunmaya?
Önümüzdeki adam ya Rusyalı ya da Kafkasyalı. Sert, kütüğü
andıran, kış gibi bir aksanı var. Çok da atarlı ve sinirli. Kendi kendine
sürekli konuşuyor ama bir şeylere ya da birilerine kızdığı belli. En sonunda beklenen
oluyor ve kavga etmeye başlıyor, polis buna Türkçe bağırıyor, bu kıt
Türkçesiyle bir şeyler söylüyor ama kimse anlamayınca Rusça bağırmaya başlıyor.
Elindeki kâğıtları da veznenin penceresinden içeriye atıp sıradan ayrılıyor. Sonradan
ben işlemlerimi halletmeye çalışırken bu adam geri geliyor ve kâğıtlarını
alıyor. Ne yapacak başka? Bu polis memurlarına muhtacız hepimiz! Anamıza da
sövseler, görünüşümüze bakıp bize zorluk da çıkarsalar elimizden gelen bir şey
olacağını sanmıyorum. Emniyet binasının içindesin. Kargaşa çıkarırsan seni
koyacakları bir kodes bulmakta zorlanmayacaklardır. Tükürdüğünü yalamaktan
başka çaren var mı? Ben daha işimi bitirmeden bir daha geliyor. Bir makbuz
veriyor. Bu sırada karşıdaki kadın polis memurunun buna doğru attığı kâğıda
sinirlenip bir daha kavga çıkarıyor. Kadını saygısızlıkla suçluyor. Kimsenin
anlamadığı küfürler ede ede, ip gibi uzun ve dar şeritte, insanlara çarpa çarpa
–ne gıcık bir durum, sinirliyken dokunmak ve dokunulmak istemez insan oysa-
odadan çıkıyor.
Gelelim benim işlemlere. Veriyorum belgeleri, bir süre
bekliyorum. Karşımdaki iki memur da işi pek bilmiyorlar, amirlerini
bekliyorlar. Bir süre sonra amir geliyor. O da belgelere tek tek bakıyor. Sonra
o içeride koltuğuna oturmuş bir halde, ben kafamı vezne deliğine doğru eğmiş
bir vaziyette konuşmaya başlıyoruz:
-Siz evli misiniz?
-Evet.
-Eşiniz nereli?
-Taylandlı
-Nerede tanıştınız?
-Tayland’da
-Tayland’a neden gittiniz?
-Çalıştım orada ben, altı yıl. Eşim ve ben aynı okulda
öğretmendik.
-Ne öğretmenisiniz?
-Matematik
-Eşiniz de mi öğretmen?
-Evet, ama şimdilik çalışmıyor. Sadece Türkçe öğreniyor.
-Hani evlilik cüzdanınız nerede?
-Evlilik cüzdanımız yok, Türkiye’de hiç olmadı. Başvurmak
için gittik, önce ikametgâh tezkeresi alın dediler.
- Peki ben sizin evli olduğunuzu nasıl bileceğim?
- Tayland’dan aldığımız bir evlilik belgesi var, Tayca ve
İngilizce. İngilizcesi tasdikli.
-Nerede o?
-Evde
-Neden getirmediniz?
-Randevu aldığımızda buraya gelirken getirmemiz gereken
belgelerin listesi ekranda belirmişti. Bakın bu kâğıtta da yazıyor bu belgeler.
Bunların hepsini getirdik. Burada evlilik belgesi yazılmamış.
-Olmaz öyle şey, evlilik belgesini Türkçeye çevirtin
noterden onaylatın. Yarın sabah bir daha gelin.
- Yarın gelemem. Bakın listede geçen tüm belgeleri getirdim.
Nereden bilebilirim listede olmayan bir belgeyi isteyeceğinizi?
-Onu ben bilemem beyefendi. O belge olmadan işinizi
halledemeyiz.
-Ama bu saçmalık değil mi? Madem öyle neden yazmadınız
istenen belgeler listesine.
-Beyefendi, gidin şikâyet edin çok istiyorsanız. Yarın
evlilik belgesini getirirseniz işinizi yaparız. Sonuç odaklı çalışalım. Ben
size çözümü öneriyorum. Bundan başka çözümü de yok bu işin.
-İyi tamam, ama yarın gelemem. Çalışıyorum ve evim buraya
çok uzak. En erken Cuma günü, öğleden sonra gelebilirim.
-İyi o zaman, Cuma günü öğleden sonra gelin.
-Bu arada eşimin vizesinin tarihi geçti, bir sorun olmaz
değil mi?
-Olmaz. Benim size geri verdiğim randevu kâğıdında imzam ve
yapmanız gerekenler var. Birileri sorarsa o kâğıdı gösterirsiniz.
-Tamam.
İşte böyle. Yabancılar şubesindeki ilk maceramız bu şekilde
sonlandı. Bu noktadan sonra iletişimsizliğe neden bu kadar taktığım
anlaşılmıştır herhalde. Eksik bilgi içeren (1. madde) iletiyle ortaya çıkan
zaman kaybı inanılmaz boyutta. Güzelim Pazartesi öğleden sonram çöpe gittiği
gibi Cuma öğleden sonram da bu çiş kokan, nükleer bir kıyamet sonrası
insanların sığındığı yer altı mahzenlerini andıran yerde geçecek.
Cuma günü okuldan çıkar çıkmaz, J ile metro durağında
buluşuyoruz. Bu defa daha kısa bir yol olan otobüsü tercih ediyoruz. Çok daha
kısa bir zamanda ulaşıyoruz Yabancılar Şubesine. Bu sefer belgelerimiz tam,
evlilik belgesini de çevirtmişiz, onaylatmışız. Danışmaya hiç uğramadan,
doğrudan 13 numaraya gidiyoruz. Önümüzde Orta Asyalı bir kadın ve onun
Türkiyeli kocası var. İki tane de çocuk arkalarında. Ailecek gelmişler. Sanırım
çocukların kaydıyla ilgili sorunları var. Çok beklemiyoruz. Sıra hemen bize
geliyor. Belgelerimizi uzatıyorum. Aynı polis amiri bakıyor belgelere, detayla
inceliyor adları. Sonra bana dönüp konuşmaya başladı:
-Bu adlar tutmuyor beyefendi?
-Hangi adlar?
-Bakın burada (nüfus kayıt örneğini göstererek) eşinizin evlenmeden
önceki soyadı ^+%%&+&% yazılmış,
burada ise (evlilik belgesini göstererek) ^+%%&+&* şeklinde yazılmış.
Bunlar aynı değil.
-İyi ama nüfus kayıt örneğini ben yazmadım ki! Onu Bangkok
Büyükelçiliği yazmış. Onlar bizim evlilik belgemizi kafalarına göre çevirmiş ve
çeviriyi Mesudiye Nüfus İdaresine bildirmiş. Ya onların çevirisinde sorun var
ya da çeviriyi alan Mesudiye’deki Nüfus Müdürlüğü yazarken yanlış yazmış.
-Tamam, sorun neyse onu halletmeniz gerek.
-İyi ama bu eşimin evlenmeden önceki soy adı. Artık
kullanmıyor bu adı. Cidden önemli mi bu?
-Önemli tabii, şimdi ben sorun çıkarmasam ileride
vatandaşlık için başvurduğunda sorun yaşarsınız. Gidin bunu değiştirin?
-Nereye gideyim?
-Ne bileyim ben? Kaydı kim yapmışsa ona gidin.
-Bangkok’a?
-Bangkok neresi?
-Tayland’ın başkenti. Biz evlenince evliliğimizi oradaki
büyükelçiliğe bildirmiştik. Hatayı ya onlar yaptı ya da buradaki nüfus
müdürlüğü.
-Tamam işte, onlara söyleyin, düzeltsinler. Haftaya
pazartesi tekrar gelin. Bitirelim işinizi.
-İyi ama bu iş hemen hallolmaz ki! Ben Bangkok’a yazacağım,
belgeleri göndereceğim. Onlar kayifleri esince bana yanıt yazacaklar. Ayrıca
bana yazmaları da yetmez. Benim durumumu anlayacaklar, hatayı kabul edecekler,
Mesudiye’ye hatayı düzeltmeleri için yazı gönderecekler, Mesudiye hatayı
düzeltecek, bu düzeltme sisteme işlenecek… İşimiz çok, çok uzun sürer.
-Valla beyefendi, nasıl yapıyorsanız öyle yapın. Çok
geciktirmeyin. Makul bir zamanda getirin belgeleri bana, ikametgâh tezkeresini
çıkaralım.
-Makul zamandan kastınız?
-Bir iki hafta içinde
-Yetişmez! Haftaya bayram var. Elçilikler kapalı.
-O zaman üç dört hafta olsun. Ama çok fazla geciktirmeyin.
Makul bir zamanda geri gelin.
-Ya, memur bey, bakın ben bu yanlışın çok ciddi olduğunu
düşünmüyorum. Tayca bir metin otuz farklı şekilde yazılabilir Latin
alfabesiyle. Bu tür transkripte çevirilerde aynılık aramak anlamsızdır. Örneğin
Tayca “l” ile biten sözcükler “n” ile bitiyormuş gibi okunur. Bu yüzden bazı
çevirmenler “Narumol” diye bazıları da “Narumon” diye çevirir.
-Beyefendi, bana işimi öğretmeyin. Yarın öbür gün, bir
müfettiş gelse, yaptığımız işe baksa, sizin belgeleri görse, ne yapacağım ben?
Öyle saçmalık mı olur? Belgede neyse o? Nüfus kâğıdı örneğinde evli olduğunuz
kişiyle evlilik belgesinde evli olduğunuz kişi aynı kişi değil. Ben laflara
değil, belgelere bakarım.
-İyi ama nüfus kâğıdı örneğini ben yazmadım ki, yazarken
bana da sormadılar. Nereden bileyim ben eşimin soyadının yanlış yazıldığını?
-O kısım beni ilgilendirmez beyefendi. Gidin düzeltin
yanlışı. Şimdi hadi uzaklaşın da diğer vatandaşların işlerini halledelim.
İşte böyle. Yabancılar Şubesindeki ikinci günümüz de bu
şekilde bitmiş oldu. Bu seferki iletişimsizlik “yanlış bilgi” (Madde 2) vermeye giriyor.
Ben sorunun kaynağını halen bilmiyorum. Ya Bangkok’taki elçilik belgeleri
yanlış çevirdi ve o belgeleri Mesudiye’ye gönderdi. Ya da Mesudiye’deki memur
eline geçen belgedeki yabancı soyadı kütüğe yanlış yazdı. Her iki durumda da
mağdur duruma düşen ben oluyorum. Nedense bana ikincisi gerçekleşmiş gibi geliyor.
Malum bizde meşhurdur nüfus memurlarının adları, tarihleri yanlış yazmaları. Hepimizin
bir yerleri yanlış başlar. Sonra o yanlışı düzeltmek isteyen bazı iyi niyetliler
yüzünden işler iyice karışır. Kabak yine senin başına patlar, bürokrasinin
labirentlerinde sürünürsün. Vietnam’dayken benim ben olduğumu kanıtlamak için
uğraşmıştım, burada da yıllardır birlikte yaşadığım eşimin eşim olduğunu
kanıtlamam gerekiyor. Birileri bir yerde iletişim hatası yapıyor, hassas bir
noktada savsakça davranıyor. Sonra da hatalar zinciri canımızı acıtmaya
başlıyor.
Doğum tarihimi nüfus cüzdanına beş gün erken olarak yazan
memur da benzer bir hatayı yapmıştı. Adımı nüfus cüzdanıma birleşik yazan memur
da, nüfus cüzdanında birleşik yazılmış adı pasaporta ayrı yazan memur da aynı
vurdumduymazlıkların ürünleri. Bu ad karmaşası yüzünden az çekmemiştim Vietnam’dayken.
Pasaportta adım ayrı yazıyordu ama diplomada birleşik yazıyordu. Vietnam’daki
göçmen ofisi yetkilileri haklı olarak bu iki kişinin aynı kişi olduğuna dair
kanıt istemişti benden. Tam iki bakanlık ziyareti, beş mühür yemişti diplomam
bu süreçte. Altı ay geç alabilmiştim oturma iznimi.
Böylesine bir sonuçla biten uzun günce notunu, güzel bir
fıkrayla bitireyim de en azından sonu tatlıya bağlanmış olsun. Yorucu ve sıkıcı
bir yazı oldu zaten. Hayat da böyle, yorucu ve sıkıcı çoğu zaman. Fıkralar da
olmasa nasıl güler bir insan, hele bir de benim gibi kendi kabuğunda yaşayan birisiyse…
Resmi bir kurumdaki görevli işini halletmek için gelen
vatandaşa adını sorar. Adam “Hüs-hüs-s-s-sey-sey-in” der. Görevli “Kusura
bakmayın. Kekeme olduğunuzu bilmiyordum. İsterseniz nüfus cüzdanınızı verin,
gerisine ben bakayım.” der. Vatandaş yanıtlar “Yok, ben kekeme değilim. Babam
kekemeymiş. Nüfus müdürlüğündeki memur da puştun önde gideniymiş.” :))
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder