Türkiye’ye geleli dört ay oldu. Halen en büyük zevklerimden
birisi sabah erkenden kalkıp, bir şeyler atıştırdıktan sonra –ya da
atıştırırken-, bir pencere önüne oturup, sabahın kente inişini izlemek. Bunu
hafta sonları da dahil hemen her sabah yapıyorum. Kimi zaman kitap okuyorum
pencerenin önünde, kimi zaman yazıyorum –şimdi de olduğu gibi-, kimi zaman da
avareliğin tadını çıkarıp benim gibi sabahı bekleyen kuşlara, kedilere
bakıyorum. Sabahın bir bıçak ağzı gibi keskince gelmesi ve geceye son vermesi
beni her sabah heyecanlandırıyor, umutlandırmasa bile! Kaldığım evin okula
yakın olmasının da böylesi bir lüksle kendimi şımartmamda bir katkısı var
sanırım. Uzaklarda yaşasaydım, belki daha erken kalkar, sabahın köründe yollara
düşerdim. Bir de kafada sürekli dolanıp duran “acaba geç kalır mıyım kaygısı!”,
“hangi yoldan gitsem sorusu!”, “hava da ne kadar soğuk oluyor sabahları!”
şikayeti... Belki de sabahları uyanır uyanmaz, cep telefonundan yandex’e girip,
İstanbul’da hangi yolların açık, hangilerinin kapalı olduğunu inceleyecektim.
Ev okula yürüme mesafesi olunca bütün bu kaygılar, uzak ve adı az bilinen bir
ülkedeki doğal afet haberleriymiş gibi geliyor.
Bu odaya “çalışma odası” adını verdik ama ben 2.4.03 demeyi
tercih ediyorum. Sokağın 2 nolu apartmanının, dördüncü katının, üçüncü “en sık
kullanılan” odası burası. Bu odanın penceresinden bakınca manzarayı ikiye bölen
geniş ve kıvrımlı bir yolu fark etmemek olanaksızdır. Çıkışlı inişli toplam
dört şeridi olan, hiçbir zaman aynı anda dörtten fazla aracı üzerinde hareket
ediyor halde görmediğim, güzel ve bakımlı, abimin deyimiyle cillop gibi bir
yol. Yolun en büyük özelliği birbirinden sosyo-ekonomik açıdan ayrılan iki
mahalleyi, kesin bir çizgiyle coğrafi olarak ayırıyor olması. Yolun sağ tarafı,
benim de içinde bulunduğum gecekondu mahallesi. Buradaki en yüksek yapılar 4
katlı, gecekondudan bozma, çoğunda tek bir ailenin –ve birkaç kiracının-
yaşadığı binalar. Çok büyük bir alanı kaplamıyor ama üç tane camisi var
birbirine neredeyse eşit uzaklıkta. Evlerin bacalarından soba dumanları tütmeye
başlamış bile, çocuklar otobüs duraklarını kale yapıp sabah akşam cam levhayı
dövüyorlar meşin yuvarlakla.
Yakında kentsel dönüşüme kurban edileceği söylenen
bu mahalle sessizce direnişe hazırlanıyor –en azından bazıları-. Duvarlarda
yazılar var “Yıkıma Karşı Tek Yumruk” gibi. Zaten ben evden çıkıp, okula varana
kadar içinden geçtiğim sokakların adlarını yazsam, bu mahalleden başka bir
tavır beklenmemesi gerektiği sonucu çıkar. Sokak adları, sırayla olmasa da
şöyle: Evrim Sokak, Özgür Sokak, Emek Sokak, Birlik Sokak, Barış Sokak… Büyük bir olasılıkla mahallenin demografik
yapısı son yıllarda değişti, emekçi-direnişçi kesimin yerini emekçi-dindar
kesim aldı. Dolayısıyla da yıkıma sıcak bakan, “büyüklerimiz böyle uygun
görmüş” diyen, “yapılan teklif fena değil abi” diye lafa bodoslama dalan,
“böyle gecekondularda yaşayacağımıza paşa gibi bize verilen apartman dairesinde
yaşarız” hayali kuran insanlar azımsanmayacak kadar çok. Oysa bilmiyorlar ki
kentsel dönüşüm diye adlandırdıkları, salt “politik olarak doğru olan” ifadenin
altında ne paraların döndüğünü, bilmiyorlar ki aldıkları işçi maaşlarıyla
kendilerine verilen apartman dairelerinin aylık aidatını bile ödemekte
zorlanacaklarını ve bir süre sonra taşınmaya zorlanacaklarını, bilmiyorlar ki
devletin salt bir apartman dairesiyle değil, en az beş yıllık bir fark faturası
ile karşılarına çıkacağını ve bilmiyorlar ki tüm bunların kent merkezlerinin
soylulaştırma (gentrification) girişiminin bir ayağı olduğunu, tıpkı Cihangir’de, tıpkı Sulukule’de
yapıldığı gibi… Bilseler belki, şimdilerde içinde yaşadıkları sokakların
adlarına yaraşır bir biçimde işin kavgasını verirler. Zaten bu sokak adları da
kalmaz kentsel dönüşümden sonra, bunu da yazmış olayım.
Yolun öteki tarafında ise derli toplu evlerin içinde
bulunduğu siteler var. Dersiz topsuz, rengarenk çapulcu sürüsünün karşısına
dikilmiş düzenli bir ordu gibiler. Kendinden emin, vakur ve temkinli bir
duruşları var. Sabah saatlerinde en ufak bir kımıltı olmuyor sokaklarında.
Hemen herkesin arabası olduğu için insanların çoğu apartmanın kapısından çıkıp
arabanın kapısına kadar yürüyor. Henüz hiçbir binanın bacasından duman
tütmüyor, hiçbir evin çatısında yama yok, hiçbir binanın duvarları badanaya
hasret kalmamış, hiçbir sokakta çöpler birikmemiş. Yolun sağ tarafındaki
düzensizliğin esamesi yok yolun sol tarafında. Sağ taraftaki üç caminin aksine
burada bir cami görünmüyor. Bir tane varsa da bile minaresi binaların
gölgesinde kalmış olsa gerek ki seçilmiyor benim penceremden. Demek pek
önemsemiyorlar onlar camilerin boylarını, poslarını bizim bu cenahtakiler gibi.
Ayrı dünyaların insanları, aynı dili konuşan ve belki günde iki kere de olsa
aynı yolu kullanan. Tepenin hafif düzlüğe kavuştuğu yerde zaten yol ikiye
ayrılıyor. Sola dönünce bu sitelere ulaşıyorsun, sağa dönünce büyük bir
anayola. Öyle bir yol, ayırıyor zenginle fakiri, okumuşla okumamışı, rütbeliyle
rütbesizi, makam sahibi ile asla makam sahibi olamayacak olanı… Biraz dikkatli
düşününce bu tip yollardan azımsanmayacak sayıda olduğunu fark ediyor insan!
Boyacıköy ile Baltalimanı’nı ayıran sahilden Reşitpaşa’ya giden yol, Levent ile
Çeliktepe/Emniyet Evleri’ni ayıran Büyükdere Caddesi, yakın bir gelecekte
Maslak ile Ayazağaköy’ü ayıracak olan belki henüz adı konmamış yeni yollar…
Bayram yeni bitti, insan bir kere alışmayadursun tatilin
getirdiği atalete –ne getirir ki tatil başka?-. On iki yıl aradan sonra ilk
defa bir kurban bayramı yaşadım. Çok şükür, tek bir kurban kesilişini görmedim,
ne kan gördüm ne de doğranmış bir hayvan. On iki yıl önce işler çok farklı
yapılırdı. Sokak ortalarında, yol kenarlarında, bağlarda bahçelerde, aklın
alabileceği her yerde, insanlar hayvan boğazlarlar, kent kesif bir kan kokusuna
teslim olurdu. Bizler ise yükü ganimet bilip sokaklara çıkar, kan, ter ve irin
içinde mahalle mahalle gezer, deri toplar, ardından da sabaha kadar aynı
pisliğin içinde deri tuzlardık. Sanırım artık kimse tenezzül etmiyor kurban
derilerine. Zenginleyen yeşil sermayenin sadakayla kaybedecek vakti yok, daha
büyük hesaplar var peşlerinde koşulan, daha büyük pastaların daha büyük
payları. Ben yollarda deri toplayan tek bir genç bile görmedim ama belki de
onlar yine çalışıyorlardı. Gönülden uzak olunca gözden de uzak oluyor olabiliyor bazı şeyler…
Bütün bu eski anılardan uzak, sessiz ve sakin bir bayram
geçirdik. İlk gün aile üyeleriyle, ikinci ve üçüncü gün şair/yazar
arkadaşlarla, dördüncü gün yine aileyle. Sonrasında da Cumhuriyet Bayramı
vardı, evlere şenlik. Gittik Taksim’e, bir süre oradaki törene katıldık,
elimizde bayrak yoktu ama en azından kalabalık yaptık. J de görmüş oldu
coşkuyla bayram kutlayan insanları, onların krallıklarını kutladıklarından çok biz kralsızlığımızı kutluyorduk. Neyse ki tazyikli suyla ve biber gazıyla
tanışmadı henüz. Belki ileride tanışır, kim bilir! Hükümetin yeni sloganı bu
olabilir mesela. Bir biber gazı şişesi ve üzerinde “her nefis bunu tadacaktır.”
mesajı. Çok da yanıltmış olmazlar. Ne de olsa gitgide daralıyor çember!
Törenin ardından “Gergedan Mevsimi” adlı filme gittik. Güzel
bir filmdi, fotoğraf sergisini gezmiş izlenimi uyandıran ve bu hissi uzun süre
zihninizde tutabilen nadir filmlerden birisiydi. Konusu –dikkatli düşününce-
biraz “rahatsız edici” geldi bana ama zaten rahatsız etmeseydi güzel olamazdı.
İran devrimi ve sonrasında yaşanan işkencelerin, mağduriyetlerin konu olarak
seçilmesine tabii ki lafım yok. Şiirleri Farsça orijinallerinden
anlayabilseydim ne güzel olurdu! O orman sahnesi, o deniz kıyısı sahneleri, o
kaplumbağa ve gergedan sahnelerindeki metaforik anlatımlar hem güçlüydü hem de
düşündürücü. Ama asıl konu zaten bunların hiçbiri değildi. Asıl konu, son
yıllarda sinemada/edebiyatta/tiyatroda sıklıkla karşılaşılan ve insanların
gitgide “evet” yanıtı vermeyi avangartlık olarak gördüğü “uğruna kötülük
yapılan aşk, aşk mıdır” sorusuydu, bana göre. Filmin konusu hakkında yazıp bu yazıyı
okuyanların film izleme keyiflerini bozmak istemem ama konu aşk olunca herkesin
bir söyleyeceği vardır. Hatta konu aşk olunca herkesin bir söyleyeceği
olmalıdır, değil mi?
Çocukların aşkı eğlencedir, gençlerin aşkı acı ve hüsran,
olgunların aşkı ise salt mutluluk. İnsanın bu sonuncusunu anlaması için çok aşk
acısı çekmesi gerekebilir, muhakkak! Ama üç-beş hendek atladıktan sonra
hakikatin o kadar da uzakta bir yıldız olmadığının farkına varıyor insan. Aşk,
insanı mutlu etmek için vardır ve insanı mutlu ettiği sürece aşktır. Eğer insan
aşkı yüzünden mutsuz olduğunu iddia ediyorsa o insan aşkı anlamamış demektir ve
kendi bencilliğinin kurbanıdır çünkü aşk başkasını kendine esir ederek mutlu
etmez insanı, başkasını mutlu ederek mutlu eder. Bu durumda ortaya çıkan sonuç
şudur: Aşkı için kötülük yapan insan, başkasına zarar veren insan, aslında bunu
aşkı için değil, sözünü geçiremediği bencilliği için yapıyordur. İnsan bir
kafestir, kuşunu arayan (Kafka diyor bunu, ben değil.). Kafes boş kaldığı
sürece varoluş işlevini yerine getiremediğini düşünür. Dolayısıyla arar da arar
içine hapsedeceği masum bir kuşu. İşte aşk böyle bir kafes olmamaktır, varoluş
işlevini dışsal bir varlığa yüklememektir, kendi kendine var olabilmek ve ancak
meyve verdikçe yaşayabilen tuğba ağacı olabilmektir.
Konu aşka gelince nasıl da laçkalaşıyor insan. Gerekli gereksiz
bir yığın benzetmeye dalıyor, uçuyor gidiyor hiç olmadık yerlere. Sinemadan
çıkınca hızlı adımlarla Dolmabahçe’ye doğru yürümeye başladık. Taksim meydanı
civarında pek sorun yoktu ama Gümüşsuyu’ndan yokuş aşağı inmeye başlayınca
benim sağ dizim ciyak ciyak bağırmaya başladı. Gündüz, Fatih Ormanı’nda
koşarken de böyle çığlıklar atmıştı bu diz ama sonra durulmuştu. Demek
intikamını akşamın darına saklamış. İşin kötüsü iki hafta sonra 15 km koşacağım
ben. Nasıl olacak da bu diz bana müsaade edecek, bilemiyorum. İyice korkmaya
başladım aslına bakılırsa, Çin lokantalarının ve konsoloslukların arasından
geçerek, aşağıya inerken, sağ diz kapağımın yerinden fırlayıp, tangır tungur
sesler çıkararak kendi başına yokuş aşağı ineceğinden…
Kafamda bu sorular, yaşlı bir dede gibi seke seke indim
yokuşu ve merdivenleri. Yokuş aşağıya inmiştim ama nefes nefese kalmıştım, acıdan ve aşırı efor sarfetmekten.
Aşağıya vardığımızda Cumhuriyet Bayramı şöleni başlamıştı. Kalabalığa karıştık
ve boğazın ortasından yükselip, gökyüzünün lacivertinde pare pare ışıklara
dönüşen havai fişek gösterini izledik. Bir yanımızda tüm ihtişamıyla Dolmabahçe
sarayı, önümüzde siyah sularıyla boğaz, ardımızda her yaştan binlerce insan…
İnsanın kendini mutlu hissetmemesi imkânsız. Tuttum J’nin elinden, kalabalık
marşlar söyledi ben de dilim dolandığı kadarıyla uluslararası niteliği olan
şarkılar. Ardından da Beşiktaş’a kadar yürüdük. Ben küçükken de Cumhuriyet
Bayramları böyle mi olurdu diye geçirdim içimden. Olmazdı sanırım, artık daha
bir coşkuyla kutlanıyor, daha bir katılımla, sanki. Eskiden Cumhuriyet bir
zorunluluk, bir dayatmaydı halka. Şimdi Cumhuriyet bir seçenek, elden gitme
olasılığı ürküten bir değer oluverdi. İnsanlar gider gibi yapana -kaçan kovalanır- sahip çıkmak
istiyorlar herhalde. Yoksa böyle coşkulu kalabalıklar vardıydı da ben mi hiç
rastlamadım 23 yıllık Türkiye yaşamımda?
Beşiktaş’ta da yoğun bir kalabalık vardı. Sahildeki parkta
bir popçu bangır bangır konser veriyordu. Hoş, bu popçunun konserine gitmekle,
Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamamayı eşdeğer görenlerdenim ama olsun, eğlensin
insanlar, kendilerini eğlendiren şey her ne olursa. Beşiktaş’ta dolmuş
beklerken uzun zamandır yollarda görmediğim dilencilerden -pek dışarı çıkmadığımdan, dilencilerin sayısının azaldığından değil yani- bir tane gördüm,
durağın arkasında. Etraftaki curcunadan bîhaber, öylece para bekliyordu.
Çiselemeye başlayan yağmurdan dolayı, kabuğuna çekilen kaplumbağa gibi, kirli
kabanına sarmıştı kafasını, gözünü. İçim
cız etti tabii, bir yanda en büyük bayramını kutlayan bir millet, bir yanda o
bayramdan zırnık nasibini alamayan bir dilenci. Orwell kitabının sonlarına
doğru berduşlardan bahsediyordu. Berduşlar ile zenginler arasındaki tek farkın
para olduğunu, kalan tüm alanlarda –kültür, bilgi, girişim vs- her iki tarafın
ortalamada aynı olacağını iddia ediyordu. Cesur bir iddia olduğunu
söyleyebilirim ama çok da yanlış görünmüyor, özellikle İstanbul’daki
zenginlerin tavırlarını ve davranışlarını gördükten sonra.
Dolmuşlar geliyordu ama dolmuş olarak geliyorlardı –Bugün de
hep totolojilerden gidiyoruz. Tatilde atalet yaptım, dolmuşa da dolmuş olduğum
için binemedim- . Beklerken dilencilerin toplumdaki rollerini düşündüm ve tuhaf
–rahatlıkla itiraz edilebilir- bir sonuca ulaştım: Şarkıcılar, besteciler nereden
para yaparlar? İnsanların biten aşklarından kalan ve sömürülmesi kolay
melankolik duygulardan, patriotik marşlardan, yoksulluğun getirdiği acı dolu
hayatlardan... Sırf melankoliden adını yapmış bir Sezen Aksu var bu ülkede,
acıların üzerine müziğini kazık gibi dikmiş Orhan Gencebay var. Bir bakıma
insanlardaki bu sömürülmeye en hazır duyguları sömürürler müzik yapanlar, besteciler,
güfteciler. Biz insanlar da zevk alırız günde üç-beş defa tozumuzun
alınmasından, bir türlü eskitilmesine izin verilmeyen aşkların dürtmesiyle
hüzünlenmekten, gaza gelip acılarla gurur duymaktan…
Yapılan iş topluma yararlı mıdır, zararlı mıdır, bu
tartışılır. Benim amacım bu değil. Beni amacım dilencilerin de farklı bir iş
yapmıyor olduklarını göstermek. Kör bir dilenci –Ya da kör numarası yapan, ne
fark eder ki yalancı olması. Ne yani, Küçük Emrah zavallı fakir bir çocuk mu?
Sezen Aksu çok mu aşk acısı çekmiş? Orhan Gencebay gerçekten bu dünyanın
batmasını isteyen bir bedbaht mı?- görme duyumuzun ne kadar önemli olduğunu
anlatır bize ve göremeyen bir insana empati duymamızı sağlar. Biz bu duygusal
sağaltım için o insanın önüne 1 TL koyarız. Yani ortada alınan bir hizmet
vardır. İçimizdeki o sınırsız acıma hissi, düşmüşe karşı duyulan o karşılıksız
merhamet duygusu, yollarda gördüğümüz dilenciler sayesinde ayakta durmayı
başarır. Biz de bu insani hizmet karşılığında onlara ücretlerini veririz. Bize
vicdanımızı kaybetmemeyi öğrettikleri için dilencileri, düşmüşleri, sakat
kalmış acuzeleri hor görmeyiz. Bir servis vardır ve bu servisin bir ücreti
vardır, tıpkı hüzünlü bir şarkıyı dinlemenin zamansal/parasal bir ederi ve duygusal bir getirisi olduğu gibi. Bunun
yanında kimimiz vermez parayı, çünkü o insan almamıştır verilen servisi, alıcıları
kapalı olduğundan belki, servis doğru sunulmadığından belki de…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder