Sporadic words from me:
Bu Blogda Ara
28 Temmuz 2011
HCMC Museum of Fine Arts
Sporadic words from me:
İnsanlığın Açlıkla Sınavı: Somali
Alışmak kimi zaman kötü bir huydur. Özellikle haksızlıklara, zulme, işkenceye, açlığa ve adaletsizliğe alışmak bir toplum için öldürücüdür. Çünkü her gün göre göre aynı kirliliği, vicdanlar körelir, gözlerdeki yaşlar kurur, yaşamını kaybeden kişilerin bizlerin anası, babası, kardeşi, çocuğu olma olabilirliliği zihinlerden silinir. Vurdumduymazlık, adamsendecilik alır başını gider.
Somali’yi düşünüyorum birkaç gündür. Dünyanın bir köşesinde insanlar son teknoloji ürünleriyle birbirlerine görüntülü mesajlar gönderip, dokunmatik ekranlarda oyunlarını oynarken, Somali’de binlerce insan açlıktan ölüme mahkûm ediliyor. 20. Yüzyılda doğmuş insanlar olarak hepimiz biliriz okul sıralarında bizlere ezberletilen cümleleri: İnsan en akıllı hayvandır ve bu yüzden bilimi ve teknolojiyi keşfetmiş, geliştirdiği aletler sayesinde yaşam standartlarını bugünkü seviyeye ulaştırmıştır. Resim güzel, çerçeve güzel, asıldığı duvar da güzel. Ama yine de bir eksik var. Madem bu kadar zeki ve girişkendik de neden her yıl yüzbinlerce Afrikalı ve Güney Asyalı tedavisi mümkün hastalıklardan ölüyorlar? Madem o kadar üstündük de neden hala Somali’de insanlar açlıktan kıvranıyor, çocuklar en sevimli olacakları yaşlarda hayata gözlerini yumuyor?
Nedenini söyleyeyim: Zekamızla ortaya koyduğumuz sistem maalesef birbirimizi yemek, birbirimizin kanından nemalanmak, birbirimizin zayıf noktasını yakalayıp zayıf olanı safdışı etmek için bulunmaz bir dinamizm sağlıyor. Bunu öyle bir yapıyor ki ortadaki gerçek sorunu görmememiz için de yine içimizdeki güçlülerin bilgilendirme silahlarıyla gözlerimizi boyuyor, kulaklarımızı tıkıyor. Somali bunlardan sadece biri, ne ilki ne de sonuncusu...
1970’lerin sonlarına dek kendisine yeten bir tarım ekonomisi olan Somali’de 1980’lerde başlayan IMF ve Dünya Bankası müdahelesini görüyoruz. 1970’lerden 1980’lerin ortalarına kadar gıda yardımı 15 kat artıyor. Dışarıdan getirilen ucuz buğday ve pirinç ülkenin tahıl ekonomisini göçertiyor. Çiftçiler tarımı bırakıp başka işlere yöneliyorlar. Yine IMF’nin 1981’den itibaren para birimini değersizleştirme çabası kentli nüfusu da fakirleştiriyor. Altyapı eskiyor ama yenisi getirilmiyor, eğitim ve sağlık hizmetleri sekteye uğruyor. Tabii, hükümetle, ya da daha doğru bir deyişle IMF ve DB uzmanlarıyla iyi geçinen bir kısım şanslı, ihracata yönelik tarıma (meyve, sebze, pamuk gibi) yöneliyorlar, paraya para demiyorlar.
1980’lerde para birimindeki değersizleşmeyle ithal ürünler pahalılaşmaya, gübre ve tohum gibi tarımsal ürünler yoksul çiftçiler için satın alınamaz hale gelmeye başlıyor. Özel sektör hayvancılık ve tarım alanlarına dalıyor. Fiyatlar yükseliyor ve geçimini hayvancılıkla sağlayan binlerce göçebe Somalili mecburen iş yapamaz hale geliyor. IMF’nin ve DB’nin yaptırımları sonucunda göçebe yaşayan insanların takas üzerine kurulu olan ekonomisi tamamıyla göçüyor. 1980’lerde okullardaki öğrenci sayısı %41 oranında, sağlık harcamaları %71 oranında azalıyor. 1982’de öğrenci başına 82 dolar harcayan hükümet, 1989’da 4 dolar harcamaya başlıyor. Bütün bunların sonucunda doğal olarak ilkokulların dörtte biri kapanıyor, okul binaları yıpranıyor, öğretmenlerin maaşları inanılmaz seviyelere düşüyor.
Böyle bir ekonomik bunalımdan sonra da iç savaşın patlak vermesi belki de Somali halkı için son darbe oluyor. Batının reçete olarak sunduğu ilaçlarla yoksullaşan, kendi geleneksel ekonomik değerlerinden uzaklaşıp, yolunu kaybeden bir ülkeden bahsediyoruz. ABD’nin ucuz sığır etiyle, Avrupa’nın ucuz tahılıyla kendi ürettiği eti ve tahılı satamayan ve bu yüzden topraklarından vazgeçen insanlardan ve onların çocuklarından bahsediyoruz.
Dış etkenlerin kuraklığa neden olduğunı söylemek yanlış olmaz ama küreselleşme çağında kuraklık oluyorsa bunu iklim değişikliğine ya da ülkenin içine düştüğü siyasi kaosa bağlamak ahmaklık olur. Siyaset, sonuçta bir üstyapıdır ve insanların ekonomik iradelerinin ortaya koyduğu eylem gücüyle kendini belli eder. Bir ülkede insanlar açsa, o ülkedeki ekonomik dengeleri kontrol altında tutan kişilere ve kurumlara bakmalıyız önce. Yoksa iç savaş bir neden değil, bir sonuçtur. Açlığın, eğitimsizliğin, adaletsizliğin bir sonucudur. Somali’deki kuraklık ve insanlık dramı insan eliyle yapılmıştır.
BBC, CNN ve ABC gibi batı borazanlığı yapan haber kanallarının iddia ettiklerinin aksine, bugün Somali’de insanlar ölüyorsa, bunun en büyük nedeni o herkesin bildiği küresel bankaların ve şirketlerin küreselleşme ve serbest piyasa maskesi altında bir ülkenin ekonomisini batırmaları, halkın çoğunluğunu fakirleştirip, üçbeş kentliyi kayırmalarıdır. Maalesef, küresel sermayenin durdurulamayan akışı yüzünden acı çeken son ülke olmayacaktır Somali. İnsanların hayatları petrolden, elmastan, altından daha ucuz olduğu sürece, o herkesin sahip olmak istediği sermaye seli, önünde duramayan herkesi ve her şeyi sürükleyecek, üçbeş şanslının dışında kalanları mahvedip, yoluna devam edecektir.
20 Temmuz 2011
Kum Gibi
KUM GİBİ
Kobo Abe’nin “Kum Tepesindeki Kadın” (Suna No Onna) romanından aynı adla uyarlanan filmini izledim geçen hafta. Deniz kenarında, çölümsü bir ortamda tek başına gezinen bir böcekbilimcinin hikayesi anlatılıyor filmde. Kum hakkında geniş bilgisi olan filmin kahramanı, son otobüsü kaçırdığı için kalacak yer bakmaktadır. Civardaki köylüler, kum tepelerinin arasına kalmış bir barakayı gösterirler adama. İpten bir merdivenle iner aşağıya adam, orada kendisini bekleyen kadının varlığıyla irkilir önce, şaşırır tek başına bir kadının böylesine bir yerde yaşamak istemesine. Kadın adama yemek yapar, yatacağı temiz bir yatak gösterir. İlginç olan barakanın üzerine sürekli kum yağmasıdır. Kadın her gece saatlerce kumları temizler. Temizlemezse kumlar evi altına alıp, yok edecektir. Bu baraka yok olursa tüm köy yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Bir çeşit Sisyphus işkencesi. O gece kahramanımız, kadının kocasının ve kızının bir kum fırtınasına kurban gittiğini öğrenir. “Kum yutar insanı.” der kadın. Tıpkı zaman ve olaylar gibi...
Sabah olunca adam otobüse binip geri dönmek ister ama yukarıdan sarkıtılan merdiven yoktur artık. Bir tuzağa kurban gittiğini anlar. Kaçmak için uzun süre uğraşır ama kumdan duvarlar sürekli üzerine göçer, yerinde sayar saatlerce uğraşmasına rağmen. Sonunda yenilgiyi kabul etmiş gibi görünüp kadınla, yani aynı zamanda kumla birlikte yaşamaya başlar.Kadın kumdur ve kum her yerdedir, içimizde, dışımızda, üstümüzde, altımızda. Uyurken yorgan gibi kaplar adamın bedenini kum, uyanınca kapı ağzında biriken kumlarla boğuşmak vardır. Kum, tıpkı toz gibi, evrenseldir. Mekanı çevrelediği için her boşluğu doldurur, her deliğe girer. Kendisine benzemeyen her şeyi kendisine benzetir.
Kadın topladığı kumu köylülere satmaktadır. Köylülerde yasak olmasına rağmen kadından aldıkları kumu inşaat şirketlerine satıp, kadına iaşe göndermektedir. Adam ise kumdan hapishanesinden çıkmanın yollarını aramakla meşguldür. Albert Camus’nun “Veba” romanında olduğu gibi doğayla mücadelede bilimsel yöntemler geliştiren insanın inadı ve savaşma ruhu vardır adamda. Oysa kum sadece görünmez bir düşman değildir, aynı zamanda mağlup edilmesi olanaksızdır. Tutsak ettiği insanın dışarıya gözlerini kapar ama aynı insanın kendi içindeki aynalara vakit ayırmasını sağlar. Kum ayna halini alır çöldeki seraplarda. Mecnun’un Leyla’yı gördüğü bir serap olur kum taneleri. Susuz kalanın vahalara saldırdığı, acıkanın meyve bahçelerine daldığı bir serapzadedir kum tepelerinin arasında sıkışmış insan. İradesi ve korkuları arasında kalmış, her daim teslim olmaya zorlanan bir zavallıdır. Bu yokediciliğe rağmen adam vazgeçmez ve sonunda kaçmayı başarır.
Gece yarısı çölün yönsüzlüğünde koşarken bir bataklığa saplanır. Köylüler tarafından kurtarılır ve tekrar aynı barakaya gönderilir. Özgürlüğe ramak kalmışken her şeyi berbat etmiştir. Geri dönünce kumla barışık yaşamaya çalışır. Karga yakalamak için açtığı kuyuda tatlı su bulunca, suyun kalitesini ve miktarını arttırmak için bilimsel bir çaba içine girer. Çeteleler tutar, ölçümler yapar. Artık kumla düşman değildir, kumu yardımcısı yapmıştır. Mahpus hayatını, buluşu ile renklendirir. Bu arada kadın hamile kalır ama bebek rahim dışında büyümektedir. Köylüler ikisini de almak için geldiklerinde adam gitmek istemez. Kadın hekime gider, adam kumun hep zihinsel hem de bedensel bir kölesi haline geldiği için dışarısını artık görmemektedir. Ne arkada kalan gözüyaşlı annesi ne de geride bıraktığı işi umurundadır artık. Kum kanına girmiş, damarlarına sızmıştır. İçine aldığı her şeyi eriten, çürüten kum tanecikleri adamın benliğini esir almış, eskisinin kokuşmuş kalıntılarından yeni bir adam yaratmıştır. Geçmişi silmiş, üzerine yeni bir kent, yeni bir hayat inşa etmiştir.
Kum, rüzgarın savurduğu, yeri yurdu olmayan tanecikler... Kum, tepeleriyle ve çukurlarıyla bakanı içine çeken, ruhsuz, hissiz parçacıklar... Kum, zaman gibi üzerimizden geçen, altında bıraktığını görünmez kılan, aşkları ve gözyaşlarını hiç yokmuş sayan sinsi bir düşmandır.
İçinde yaşadığımız toplum ve kuralları da insanı eğitir, değiştirir, çürütür, kokutur, hasta eder, yıkar yenisini getirir, bozar, kırar, evirir, çevirir, düşman eder, arkadaş eder, aşık eder, maşuk eder, kalbini kırar, kalbini yapar, gururunu incitir, gururunu okşar, hatasını yüzüne vurur, hatasını hoşgörür...
Kısacası toplum ve kuralları bizi biz eder...
Tıpkı kum gibi...
18 Temmuz 2011
CONFESSIONS OF A CROWDED FACE
13 Temmuz 2011
TELEOLOJİK KANITLAMALARA GETİRİLEN FELSEFİ VE BİLİMSEL ELEŞTİRİLER
12 Temmuz 2011
İŞGAL
11 Temmuz 2011
The Evils of Unregulated Capitalism
By Joseph E Stiglitz
July 10, 2011 "Al-Jazeera" -- Just a few years ago, a powerful ideology - the belief in free and unfettered markets - brought the world to the brink of ruin. Even in its hey-day, from the early 1980s until 2007, US-style deregulated capitalism brought greater material well-being only to the very richest in the richest country of the world.
Indeed, over the course of this ideology's 30-year ascendance, most Americans saw their incomes decline or stagnate year after year.
Moreover, output growth in the United States was not economically sustainable. With so much of US national income going to so few, growth could continue only through consumption financed by a mounting pile of debt.
I was among those who hoped that, somehow, the financial crisis would teach Americans (and others) a lesson about the need for greater equality, stronger regulation, and a better balance between the market and government.
Alas, that has not been the case.
On the contrary, a resurgence of right-wing economics, driven, as always, by ideology and special interests, once again threatens the global economy - or at least the economies of Europe and America, where these ideas continue to flourish.
In the US, this right-wing resurgence, whose adherents evidently seek to repeal the basic laws of mathematics and economics, is threatening to force a default on the national debt. If Congress mandates expenditures that exceed revenues, there will be a deficit, and that deficit has to be financed.
Rather than carefully balancing the benefits of each government expenditure program with the costs of raising taxes to finance those benefits, the right seeks to use a sledgehammer - not allowing the national debt to increase forces expenditures to be limited to taxes.
This leaves open the question of which expenditures get priority - and if expenditures to pay interest on the national debt do not, a default is inevitable. Moreover, to cut back expenditures now, in the midst of an ongoing crisis brought on by free-market ideology, would inevitably simply prolong the downturn.
A decade ago, in the midst of an economic boom, the US faced a surplus so large that it threatened to eliminate the national debt.
So what happened?
Unaffordable tax cuts and wars, a major recession, and soaring health-care costs - fueled in part by the commitment of George W Bush's administration to giving drug companies free rein in setting prices, even with government money at stake - quickly transformed a huge surplus into record peacetime deficits.
The remedies to the US deficit follow immediately from this diagnosis: put America back to work by stimulating the economy; end the mindless wars; rein in military and drug costs; and raise taxes, at least on the very rich.
But the right will have none of this, and instead is pushing for even more tax cuts for corporations and the wealthy, together with expenditure cuts in investments and social protection that put the future of the US economy in peril and that shred what remains of the social contract.
Meanwhile, the US financial sector has been lobbying hard to free itself of regulations, so that it can return to its previous, disastrously carefree, ways.
But matters are little better in Europe. As Greece and others face crises, the medicine du jour is simply timeworn austerity packages and privatisation, which will merely leave the countries that embrace them poorer and more vulnerable. This medicine failed in East Asia, Latin America, and elsewhere, and it will fail in Europe this time around, too. Indeed, it has already failed in Ireland, Latvia, and Greece.
There is an alternative: an economic-growth strategy supported by the European Union and the International Monetary Fund. Growth would restore confidence that Greece could repay its debts, causing interest rates to fall and leaving more fiscal room for further growth-enhancing investments.
Growth itself increases tax revenues and reduces the need for social expenditures, such as unemployment benefits. And the confidence that this engenders leads to still further growth.
Regrettably, the financial markets and right-wing economists have gotten the problem exactly backwards: they believe that austerity produces confidence, and that confidence will produce growth. But austerity undermines growth, worsening the government's fiscal position, or at least yielding less improvement than austerity's advocates promise. On both counts, confidence is undermined, and a downward spiral is set in motion.
Do we really need another costly experiment with ideas that have failed repeatedly? We shouldn't, but increasingly it appears that we will have to endure another one nonetheless.
A failure of either Europe or the US to return to robust growth would be bad for the global economy. A failure in both would be disastrous - even if the major emerging-market countries have attained self-sustaining growth.
Unfortunately, unless wiser heads prevail, that is the way the world is heading.
Joseph E Stiglitz is University Professor at Columbia University, a Nobel laureate in economics, and the author of Freefall: Free Markets and the Sinking of the Global Economy.
09 Temmuz 2011
CELLADIN SON GÜNÜ
07 Temmuz 2011
Diary of a Mouse Living in 1.6.01 with Illustrations
As you all know I hardly post personal things on my blog. However, today is somehow special. It is my birthday. It is the end of my 34th year in this world and today I am living the 12,418th day of my life... I cannot recall how each day passed but I lived long enough to taste love, friendship, joy, grief, success, failure, broken heart and many more... Today, I can say I lived all of them in one day...
Snow receives the letter of warning from the revolutionary committee because he ignored his responsibilities due to his recent love affair. If he misses one more meeting, he will be excommunicated :(
A policemouse comes to bring the letter. Snow is summoned to the court to defend himself in front of three judges. His kids are taken to an orphanage till the court makes a decision.
The Great Leader visits Snow in the cell. He is shackled to the wall and thinks that his end is soon. he still does not know that his diary is read by many.
05 Temmuz 2011
THE STRIKE - CH 1 (1)
04 Temmuz 2011
Aşk Öyküleri / Love Stories
01 Temmuz 2011
KUANTUM VE AHLÂK
A. A.
KUANTUM VE AHLÂK
Toplantı, Eğitim Bakanının geç kalması dolayısıyla zamanında başlayamadı. Oysa bütün il eğitim müdürleri, toplantıya danışman olarak çağrılan fizik ve etik hocaları tam zamanında toplantının yapılacağı salona gelip, beklemeye başlamışlardı. Toplantıya katılmak zorunda bırakılıp da bir saattir boşuna bekleyen herkes sıkılmıştı. Bir etik hocası oturduğu yerden sürekli bağırarak konuşuyor, bu toplantının anlamsız olduğu için zaten yapılmasının bir faydasının olmadığını haykırıyordu, Eğitim bakanının zaten ahlak bakımından salondaki herkesten düşük derecede olduğunu, öyle olmasaydı bu kadar geç kalmayacağını sürekli tekrar ediyordu. Salondaki uğultu sürekli arttığı için her iki dakikada bir mikrofonu eline alan bir görevli “Değerli Misafirler! Lütfen sessiz olalım. Bakan Bey çok kısa bir süre içersinde burada olacak.” deyip uğultunun içersine karışıyordu. Bir saatlik bir gecikmeden sonra bakan bey nihayet salona girebildi. Toplantı hemen başladı…
Bakan toplantının amacını anlatarak başladı konuşmaya. Lise son sınıf müfredatında Kuantum Mekaniği ve Olasılık derslerinin okutulmasının gençleri nasıl bir ahlaki sorumsuzlukla karşı karşıya bırakacağından, kuantum mekaniğinin öngördüğü belirsiz ve kaotik dünya görüşünün gençlerin kafalarını bulandıracağından söz etti önce. Ona göre kuantum mekaniği genç beyinlerin bilime ve ahlaka olan inançlarını sarsmaktan başka bir işe yaramıyordu. Eğer evren klasik fizikçilerin dediği gibi bir düzenin, bir matematiksel dizgenin ürünü değilse, gençlere nasıl izah ederdik ahlakın insan yaşamını güzelleştirdiğini, nasıl izah ederdik dinin insan yaşamındaki önemli rolünü… Hem Tanrı’yı nasıl kanıtlardık amaçbilimsel yöntemlerden yoksun bir eğitim sistemiyle. Ayrıca Kuantum mekaniği henüz klasik fizik gibi oturmuş bir bilimsel kuram değildi. Yani bir Newton Fiziği gibi sınanıp, değerlendirilmiş bir kuram olmaktan çok uzakmış. Kuantum Mekaniğinin soruları yanılarından çok bir kuram olduğu için kuşkuyla karşılanmayı hak ediyormuş. Olasılık derslerinin de bu konuya destek olduğunu, gençleri düzensiz bir dünyaya davet ettiğini ekledi son olarak. Eğer gençlerin ahlaksız, dinsiz, serseri olmamalarını istiyorsak lise müfredatından olasılık ve kuantum mekaniği derslerinin kaldırılması gerektiğini söyledi sözlerini bitirmek üzereyken. Bu toplantının amacının da bu konuyu konuşup, bir açıklığa kavuşturmak olduğunu, salonda bulunan tüm bilim adamı hocalara toplantıya katıldıkları için tek tek teşekkür ettiğini söyleyip kürsüyü bıraktı. Bakan’dan hemen sonra sözü bir Fizik Profesörü aldı…
Fizik Profesörü herkesin sandığı gibi yaşlı birisi değildi. En fazla kırk yaşında idi ama yine de yürüyüşüne yaşlı bir adamın kendisine olan güveni hakimdi. Mikrofona yaklaşarak konuştuğu için ilk söyledikleri anlaşılmadı. Sonra kendi söylediklerini kendisi de anlayamadığı için olsa gerek mikrofona yapışmış gibi görünen kafasını azıcık geri çekti. Sesi çatallı çıkıyordu. Aldırmadan devam etti: Kuantum Mekaniğinin lise müfredatından çıkarmanın akıllıca bir yenilik olmayacağını, hatta geriye dönmek olacağını, gençlerin bugünkü ahlaksızlıklarının nedenini kuantum mekaniğinde ya da olasılık hesaplarında arayacağımıza toplumsal sorunlara eğilmemiz gerektiğini, kuantum ile ahlak arasındaki ilişkinin birbirlerini etkilemeyecek kadar ihmal edilebilir olduğunu söyledi öncelikle. Sonra da kuantum mekaniğinin herkesin sandığı gibi kaotik bir evreni öngörmediğini, bunun ilk bakışta böyle göründüğünü söyledi. Tam bunları söylerken, saçı birbirine karışmış, çizgili gravat giyinen bir adam sesini iyice yükselterek bağırdı:
- Tanrı zar atmaz diyen Einstein değil miydi sayın hocam? Neden itiraz ediyorsunuz bakan beyin söylediklerine?
Kürsüde zaten zor duran profesör bu söylenenler karşısında ne diyeceğini bilemedi. O masasında ve labaratuarında bir aslan gibi atik ve hızlı idi ama mikrofanlar politikacılar ve onların şakşakçıları içindi. Bir süre öylece durdu ve sonra kendini toparlayarak – Evet! Haklısınız ama bu Einstein’ın haklı olduğunu göstermez. Einstein koyu bir yahudi idi ve en büyük korkularından birisi Tanrı inancına toz konduracak bir bilimsel kuramın bilimsel çevrelerce kabul edilmesiydi. Netekim Bohr’un Einstein’a verdiği yanıt daha önemlidir bence. ..
Profesör daha sözünü bitirmemişti ki aynı adam tekrar seslendi kürsüye doğru: - Ne demiş Bohr? Hem Bohr neden bu kadar önemli sizin için?
Profesör kendini bu defa çabucak toparladı. Bohr –“Tanrı ne yapacağını bize sormaz” demiştir- dedi. Konuşmaya devam etti: -Kuantum Mekaniği Tanrı’yı yok saymaz efendim. Bunu böylece anlamak kuantum mekaniğini anlamamak, atoma, protona, elektrona saygısızlık etmektir- dedi sesini yükselterek. Sesini neden yükselttiğini o da bilmiyordu ama artık kendini durduramayacağını sezmişti. Hızlı hızlı konuşmaya başladı:
- Politikacılar gençlerin yaptıkları serseriliklerin kaynağını bilimsel teorilerde arayacaklarına, kendi hatalarına baksınlar. Kuantum dünyasındaki belirsizlik ile dış dünyadaki gözlemlenebilir düzensizlik arasında hiç bir bağ yoktur. Kuantum mekaniği ne bazıların söylediği gibi insanların umudunu köreltir ne de insanları yaşamdan soğutur. Evet! Elektronların devinimlerinde gözlemlenen bir belirsizlik vardır ve bu belirsizlik doğanın kendisinden kaynaklanır. Doğada belirsizlik olduğunu bilen lise öğrencisini hangi etken uyuşturucu kullanmaya, kavga etmeye, adam öldürmeye, içki müptelası olmaya iter? Gençleri ahlaksız yapan şey atom altında kendi halinde dönüp duran elektronlar değildir efendim! Politikacıların uyguladıkları yanlış yöntemler sonucu önü alınamayan yoksulluk, ekonomik sorunlar, eğitimsizlik, bilimsel düşünmeyen insanların artan sayısı… Bütün bunları görmezlikten gelip, suçu kuantum mekaniğinde aramanın ahmaklık olduğunu söylememe izin verin. Daha önce Darwin Kuramını çocuklara öğretmediniz de ne oldu? Çocuklarımız çok mu ahlaklı oldu Darwin’siz bir dünyada? Hem bugün Kuantum Mekaniğini müfredattan çıkaran zihniyet, ilerde de eşkenar üçgenleri Marksizm’i ve sosyal eşitliği öngördüğü için, çemberi ve küreyi idealizmi öngördüğü için, sayılar kuramını Tanrı’dan başka bir sonsuzluk kavramını kabul ettiği için müfredattan çıkarmak isteyebilir.
Profesörün bu son sözleri salonda zaten var olan uğultuyu dayanılmaz bir hale getirmişti. Profesör sinirli bir halde kürsüyü terketti ve yerine oturdu. Bütün bu olanları sessizce koltuğunda izleyen bakan elindeki kağıda notlar almaya devam ediyordu. Bir sonraki konuşmacı kürsüye gelene kadar uğultu devam etti. Konuşmacı, bakan bey gelmeden önce şikayet edip duran etik profesörü idi. Sert ve kendinden emin adımlarla kürsüye geldi.
Çok konuşmayacağını, zaten bu konuda çok konuşmanın aptallık olduğunu, buraya da emir vaki ile geldiğini söyledi önce. Sonra gençlerin dindar ya da dinsiz olmaları ile onların ahlaksız olmaları arasındaki ilişkinin sanıldığı gibi geçerli olmadığını, insanların dinsiz ve iyi olabilecekleri gibi dindar ve kötü de olabileceklerini anlattı güncel örneklerle… Kuantum Mekaniği ile çok ilgilenmediğini ama bilimsel bir kuramın lise müfredatından çıkarılmasının öğrencilerin davranışlarında en ufak bir davranış değişikliği yaratmayacağını, hatta onları daha bilgisiz ve meşguliyetsiz yapacağı için böyle bir uygulamanın gençleri daha çok serseriliğe sürükleyeceğini anlattı. Yapılması gereken şeyin Kuantum Mekaniği ile ilgisi olmadığını, onun yerine okullara etik dersi konması gerektiğini, insanların Tanrı’ya inanıp inanmamalarının, laik olduğu için dünya çapında örnek alınan ülkemizin hükümetini hiç ilgilendirmediğini ama bunun yanında gençlerin ahlaklı olmalarının başta hükümeti ardından da tüm halkı çok yakından ilgilendirdiğini söyledi.
Bu son sözlerini söyledikten sonra salon bir anda ikiye bölündü. Bir grup yuh çekip, “Seni ateist! Gençleri de kendin gibi yapacaksın değil mi?” derken, diğer grup çok yaşa sesleri ile alkışlıyordu profesörü…
Toplantı bu noktadan sonra devam etmedi… Ne herhangi bir karar alınabildi ne de eski belirsizlikten bir adım öteye gidilebildi. Bakan karmaşadan fırsatını bulup toplantıyı terketti…
Kuantum Mekaniği ise hiç bir zaman müfredattan çıkarılmadı…
A. A.