Bu Blogda Ara

09 Temmuz 2011

CELLADIN SON GÜNÜ

Yargıç kararı okuduktan sonra mahkeme salonundaki uğultuyu önemsemeden odasına çekildi. Geniş, yayvan koltuğuna oturup çekmecedeki haplardan birisini ağzına attı. Masanın üzerindeki yarım bardak su ile yuttu hapı. Hapları eve giderken unutmamak için masanın üzerinde bıraktı. Zaten bugünlerde çok şeyi unutur olmuştu. Bir kaç dakika sonra kendisini yeni uyanmış gibi dinç hissetti. Ayağa kalktı ve odanın içersinde ileri geri yürümeye başladı. Kararın arkasındaki ince zekayı düşünüp kendi kendine güldü. Kendisinden önce kimse böylesine ilginç bir ceza vermemişti. Mahkum, yaptıklarından dolayı ölümden fazlasını hak ediyordu. Bu yüzden yargıç, her sabah ölmesi ve tekrar dirilmesi için en uygun cezayı verdi. Mahkum en geç yedi gün içinde idam edilecekti fakat hangi gün idam edileceği öncesinden mahkuma söylenmeyecekti. İdam gününe kadar her gün, idam edilecekmiş gibi hapishanenin arkasındaki idam sehpasına, gözleri açık, elleri bağlı bir biçimde götürülecek, idam sehpasını ve celladı hazır bir biçimde görecek, eğer yargıçtan idam emri henüz gelmemişse, “Bugün değil!” denip hücresine geri gönderilecekti. Böylece, idamı her sabah yaşayacak, her sabah idam sehpasının kasvetli görüntüsünde kendi ölümünü hayal edecek, her sabah “öldürün de bitsin!” diye yalvarmasına karşın celladın “Bugün değil!”sözü ile hücresine bitmemiş bir işkencenin korkusu ile geri dönecekti.
Mahkum ise yargıcın kararı okumasından sonra bunların hiçbirisini düşünmemişti. O sadece yaşayacağı en fazla gün sayısını merak ediyordu. Bu yüzden, bir sorusu olup olmadığı sorulduğunda, başını hafifçe kaldırıp, sanki bir şeyleri hesaplıyormuş gibi yaparak “Bugün dahil mi?” diye sordu. Mahkeme salonuna sırf izlemek için gelen bir kısım insanlar kendilerini zor tuttular gülmemek için bu soru karşısında. Onlar için ölüme gidecek bir kişinin yaşamak için kaç gününün kaldığının ciddi bir önemi yok muydu? Elbette vardı! Onları gülmeye sevk eden şey sorunun basitliği ve kısalığıydı. Önemli bir soru olduğu kesindi! Yargıç bile sorunun netliği karşısında duraksamıştı. Genelde kendi deneyimlerini konuşturacağı, hukuksal ya da toplumsal konulara ilişkin karmaşık sorulara yanıt vermeyi tercih ederdi. Bu sayede, soruya yanıt vererek iki taraftan birisini seçmiş olmaz, karar vermiş olmanın yükümlülüğünden kurtulur, verdiği uzun ve karmaşık yanıt ile kafalarda daha fazla soru işareti bırakarak odasına çekilirdi. Oysa şimdi durum farklıydı! Evet ya da hayır demesi gerekiyordu. Her iki durumda da sonuç çok değişmeyecekti ama yanıtı net bir biçimde vermesi onun kararlılığının bir göstergesi olacaktı. Ortaya koyduğu oyunun ne derece üstün bir zeka ürünü olduğunu bir defa daha gördü. Mahkumun yüzüne bakarak, tok bir sesle, “Hayır!” dedi. Mahkeme salonu bu sesle derin bir uğultuya gömülürken, yargıç mahkemeyi kapattığını belirtmek için elindeki tahta çekiçi kürsüdeki yuvarlak noktaya vurdu.
O günden sonra yargıç ve mahkum birbirlerini hiç görmediler. Yargıç, mahkumun durumu hakkında bilgi almaya devam etti gardiyanlar ve hapishane müdürü yoluyla. Ne de olsa mahkumun öleceği güne kendisi karar verecekti ve henüz kimseye idam gününün hangi gün olduğunu söylememişti. Birisinin öleceği güne tek başına karar verebiliyor olmak ve bundan dolayı en ufak bir suçluluk duygusu hissetmemek ona sınırsız bir gurur veriyordu. Bütün bu olanağı kendisine sağlayan devrimi ve devrim sonrası çıkan yeni yasaları düşündü! Yargıçların devrim yasalarına bağlı kalmak koşuluyla istedikleri kadar sert ve acımasız olabilecekleri belirtilmişti yeni devlet başkanı, eski ordu komutanı tarafından.Yargıç kaç tane idam kararı verdiğini düşündü bir ara. Sayısını bile unutmuştu. Hem ne önemi vardı? Yalnız acımasızlığını ikiye katladığı idam kararlarını daha önce üç defa vermişti. İkisi vatan hainliğinden, bir diğeri de cinayetten dolayı defalarca idam edilmişti. Bugün idamına karar verdiği genç adam ise dördüncü oluyordu. Odasındaki lavabonun önünde dikilip yaşlı yüzüne baktı. Kırışmış alnını, yıpranmış yanaklarını, pörsümüş gözlerini uzun uzun izledi aynada. Yaşlılığını unutmak için başka bir şey düşünmeye çalıştı. Aynaya dik dik bakıp, yanaklarını iki yana yayarak gülümsedi. İdamın hangi gün gerçekleşeceğini düşünmeye başladı.
* * *
Mahkûm mahkeme salonunu terk ederken kendisine eşlik eden gardiyana nereye götürüleceğini sordu. Gardiyan soruyu duymamış gibi davrandı ve kolundan tuttuğu mahkûmu salonun dışına çıkardı. Elleri ve ayakları bağlı bir biçimde zorlukla yürüyen mahkûm uzun bir koridordan geçtikten sonra, koridorun sonunda, sol tarafa açılan bir merdivenden, yürümeyi yeni öğrenen bir çocuğun merdivenlerden aşağıya korkarak inmesi gibi indi. O sırada arkadan gelen iki polis memurunu fark etti. Merdivenin sonunda eski, demir bir kapının açılmasıyla nerede olduğunu anladı. Gazetecilerden kaçmak için bu çıkışı kullanmışlardı. Burası mahkeme binasının arka tarafıydı ve sağda solda nöbet tutuyormuş gibi dolanıp duran polislerden başka kimse yoktu görünürde. Kapının ağzında, arka kapısı açık bir biçimde bekleyen, siyah polis minibüsüne gardiyan ile birlikte bindiler. Gardiyan, mahkûmun kendi başına adımını yukarı atamayacağını anladığında yardım etmek için mahkûma minibüsün zeminine oturmasını söyledi. Mahkûm zemine oturdu ve bedenini yarım daire kadar çevirip arabanın içine girdi. Gardiyan da içeri girdikten sonra arkadan gelen iki polis kendilerinin gelmeyeceklerini belirtip kapıyı kapattılar ve büyük bir kilitle kapıyı dışardan kilitlediler. Minibüsün şoförüne kilidin anahtarını verip binaya geri döndüler. Şimdi, mahkûm ve gardiyan minibüsün içinde yalnızdılar. Her ne kadar mahkûmun elleri ve ayakları kelepçelenmiş olsa da mahkûm durumda şikayetçi görünmüyordu. Minibüsün yan tarafına, uzunlamasına konmuş olan, sert, kahverengi oturağın üzerine sessizce uzandı ve gardiyanın bir şeyler söylemesini beklemeye başladı. Sessizlik uzun sürdü...
Gardiyan, zengin iken bir anda tüm varlığını yitirip, dilenmek zorunda kalan bir zavallıya bakıyormuş gibi baktı mahkûma uzun süre. Konuşmak için sözcük arıyor ama nereden başlayacağını bilemiyordu. Karşısında, elleri ve ayakları zincirlenmiş bir biçimde oturan bu adamla ne konuda konuşabilirdi? Hem ölümüne en fazla yedi gün kalmış birisiyle yaşam hakkında nasıl konuşabilirdi? Konuşsa bunun bir yararı olur muydu? Karşısındaki adamı ölmüş olarak hayal etti bir süre. Orada, uzun kahverengi oturağın üzerinde, kafası hafif arkaya kaykılmış bir halde, gözleri kapalı, ayakları birbirine yapışık, yatan bir ölü! Arabada bir cesetle yalnız olarak gitme düşüncesi ürpertti gardiyanı. Sayılı günlerin olmasının yaşama getireceği anlamsızlığı düşündü. Ha iki gün, ha beş gün dedi dudaklarını hafifle kıpırdatarak. Ne değişecek! Sonra aklına bir kaç gün içinde doğmasını beklediği çocuğu geldi. Erkek mi olacak kız mı olacak diye sordu kendi kendine daha önce defalarca sorduğu gibi. Sonra başını başka tarafa çevirip doğacak çocuğu ile yapacaklarını tasarlamaya başladı.
Gardiyan bunları düşünüyorken, oturağın üzerinde gözlerini dinlendiren mahkûm da sanki gardiyanın düşüncelerini okuyormuş gibi kendi ölümünü hayal ediyordu. Kalbinin ve soluğunun durduğunu, damarlarındaki kanın soğumaya başladığını, derisinin beyazlaştığını, gözlerinin altının morardığını düşündü. Bu eksiklikleri fark edecek bir benin olmayışı ise ayrı bir sorundu. Bedeninin dışında bir ruhun varlığına inanmadığını düşündü. Bu durumda yokluk duvarına çarpmaktan başka seçeneği kalmıyordu. Bu öyle bir duvardı ki çarptığı anda kendisi de dahil olmak üzere benin üzerine sinmiş ne varsa silip süpürüyordu. Bütün bunların en geç yedi gün içinde gerçekleşeceğini biliyor olmak onu korkutmuyordu, belki de şaşırtıyordu. Ölüm geldiği zaman beraberinde getirdiği şaşkınlıkla anlam kazanıyordu. Mucizeleri yaratmak ve insanı şaşırtmak ancak Tanrı’ya mahsustu ve belki de bu yüzden yargıç verdiği belirsiz tarihli idam kararıyla Tanrı’ya isyan etmiş olmaktan kaçıp, farkına varmadan, bir çeşit Tanrı olmaya soyunmuştu. Yedi günlük sürenin ilk günü idam kararını imzalayıp, “bu kadar çabuk mu?” soruları eşliğinde mahkûmu idama gönderirken sahip olduğu güç ile gurur duyacaktı. Mahkûm yargıcın kendisini yedinci gün öldürmeyeceğini biliyordu çünkü eğer ilk altı gün içinde bu işi bitirmezse yedinci gün öldürülmesi bir zorunluluk halini alacaktı. Oysa, zorunluluk yargıcın ortaya koyduğu bu bir ucu keskin oyunda kendisine seçtiği role tersti. Mahkûm yedi değil de altı günü olduğunu düşünüp sessizce güldü. Minibüsün durduğunu ve dışardan bir takım seslerin geldiğini fark ettiğinde uzandığı yerden doğrulmak istedi. Gardiyan yine yardım etti mahkûma... Kapılar açıldı ve minibüsten birlikte indiler. Bir kaç dakika sonra, sağlı sollu hücrelerin yer aldığı, sandalyelere oturmuş, sessizce etrafı süzen gardiyanların olduğu, uzun bir koridorda yürüyorlardı. Koridorun sonunda, diğerlerinden farklı olduğu her halinden anlaşılan, dış parmaklıkları beyaza boyanmış, iç duvarları aynalarla dolu, alabildiğine aydınlık, diğerlerine göre ufak bir hücrenin önünde durdular. Mahkûm bir an için dünyanın sonuna geldiğini düşündü. Gardiyan tek kelime etmeden kelepçeleri çözdü, hücrenin kapısını açtı. Mahkûm içeri girdikten sonra da kapıyı kilitledi. Hücrenin önündeki sandalyeye oturup, geçen haftadan kalma bir dergiyi okumaya başladı.
* * *
Hücrenin zemini de dahil olmak üzere beş tarafı aynalarla çevriliydi. Tavanda ufak bir lambadan azıcık bir ışık gelmesine rağmen, aynalardaki yansımalar nedeniyle içersi apaydınlıktı. Odanın bir köşesinde kenarları aynalarla döşenmiş ufak bir yatak, öteki köşesinde de yine ayna gibi parlayan bir lavabo ve tuvalet vardı. Mahkûm aynaların arasında kalıp, sonsuza kadar çoğalan görüntüsüne kısa süre baktı. Ne anlamı vardı bütün bunların? Neden o da diğerleri gibi beton duvarların arasına konmamıştı? Bunun arkasında da her şeye karar veren gaddar yargıç mı vardı? Aynaların sonsuzluğunda ufalıp kaybolan, sonsuzda bir yerlerde hiçliğe karışan bedenine baktı. Bu bir işkence olmalıydı! Beni öldürdüğü gibi bana ait tüm görüntüleri de öldürecek, bana çarpıp aynalarda sonsuza ulaşan ışık parçacıklarını da ölüme mahkûm edecekti. Böylece, bana yaşamın değerliliğini gösterip, kaybettiğim şeyin büyüklüğü karşısında acı çekmemi sağlayacaktı! Ben, yaşamın bir varlık parçasını sonsuz varlıklara eşit kılan kabiliyetine rağmen kocaman bir hiç olarak bu hücreyi terk ederken, yargıç çektirdiği acılarla gurur duyacak ve hatta bütün bunları kendisine sınırsız gücü bahşeden devrim adına yaptığını söyleyecekti. Beni, benden kaynaklanan ve kaynaklanacak olan tüm görüntüler ile birlikte öldürecek ve böylece devrime en büyük iyiliği yapmış olacaktı.
Mahkûm aynaları bir tarafa bırakıp, kafasını meşgul eden soruları sormak için gardiyana yöneldi. “Gardiyan” dedi kırık bir sesle. Daha sonraki konuşmaları sırasında sesinin bu derece değişmiş olduğuna bir anlam veremeyecek, suçu yine aynalarda bulup, geçiştirecekti bu hızlı değişmeyi. “Neden bu oda aynalarla dolu?” Gardiyan, elindeki dergiyi okumayı bırakıp, mahkûma yüzünü döndü. Vereceği yanıttan utanıyormuş gibi bir yüz ifadesi ile “Bilmiyorum!” dedi. “Her şey yargıcın emri doğrultusunda yapılıyor. İdam edilecek mahkûmları son günlerini geçirmeleri için bu hücrelere gönderiyor. Eskiden hapishanede her şey müdürden sorulurdu. Devrimden sonra bu yargıç bütün kuralları alt üst etti. Kendi fantezilerine göre işler yapıyor, kimseye hesap vermediği için ancak rüyalarda görülebilecek şeyler yapıyor. Beni asıl üzen, bütün bu aptalca işlerden sonra yine de devrim tarafından el üstünde tutulan bir uygulamacı olarak kabul görüyor olması. Bu hücreye ne kadar para harcandığını asla tahmin edemezsin!” Gardiyan gözleri ile tavanı gösterir gibi yaptı harcanan paranın miktarını ifade etmek için. Mahkûm ise soracağı son şeyin para olduğunu biliyordu. Kafasına ‘rüya’ sözcüğü takılmıştı. Aynalara tekrar baktı. Yüzünün yaşlandığını, gözlerinin yorulduğunu, canının sıkıldığını aynalardan bir defa daha öğrendi... Açlığını fark etti. Gardiyana dönüp yemeğin vaktini sordu. Gardiyan bu defa yüzünü okuduğu sayfadan kaldırmadan, idamlık mahkûmlar için özel bir yemek saati olmadığını, istedikleri vakit, istedikleri yemeği, hücrelerinden çıkmamak üzere yiyebileceklerini söyledi. Mahkûm yargıcın oynamak istediği oyunun hangi noktalara kadar uzandığını bir defa daha fark etti. Diğer mahkûmlar ne yiyorsa aynısını, kendisinin seçme hakkı olmaksızın, yeyip yiyemeyeceğini sordu. Gardiyan, anlamamış gibi baktı mahkûmun yüzüne. “Olur” dedi fısıldayan bir sesle. “Neden olmasın!”
Yemeği yedikten sonra kendini konuşmaya daha hazır hisseden mahkûm istemeyerek de olsa parmaklıklara bir daha yaklaştı. “Celladım kim?” diye sordu beklenmeyen bir netlikle. Gardiyan, kafasını aşağı eğerek gözlerini yere dikti. Hafifçe dudaklarını ısırdı ve titrek bir sesle “Karşında duruyor” dedi. “Devrim, senin gibi bir yazarı idam sehpasına gönderirken, benim gibi bir gardiyanı da o sehpanın bekçisi yaptı. Aslına bakılırsa, sevmiyorum, sorumluluk hissetmesem de birilerinin canını almayı. Bu işi bir görev bilmek ve ona göre davranmak hiç de kolay değil.” Mahkûm karşısındaki uzun boylu, ince adama bu defa dikkatlice baktı. O anda göremediği gözlerinde can alan birisinin cesareti okunmuyordu. Ne yapmıştı da cellat olmayı hak etmişti bu zavallı adam! Yoksa, cellat olmak insanı zavallı yapmıyor muydu? Sonuçta yaptığı iş, ipi mahkûmun boynuna geçirip, ayaklarının altındaki sehpaya bir tekme atmaktı. Cellatlar öldürdükleri insan sayısınca cana sahip olmuyorlardı elbet! Peki nereden geliyordu bu cesaret... Celladına acıyan bir gözle bakmayı denedi. Celladın ona acımasına fırsat vermemek için yapıyordu bunu. Ölecek olmak, yüzlerce aynada bir anda kaybolmak korkutmuyordu onu. Asıl korkutucu gerçek, ölümü sıradanlaştıran birisine iş ortaklığı yapmaktı. Kendi yaşamını, yazdığı kitapları, özgürlük adına katıldığı toplantıları, gelmesi olası olan devrime karşıt verdiği konferansları düşündü. Hepsinin kendisi ile birlikte yok olacağını hayal etti. Bir celladın eliyle değil de bir yargıcın diliyle idam ediliyordu. Devrim sonrası etrafta hüküm süren akıl dışılığın bir başka göstergesi olmalıydı bu. Evrimin evrenselliğine karşın, devrimin yapmacıklığını düşündü. Sonra da bu yapmacıklığın beraberinde zorunlu olarak getirdiği kan gölünü gözlerinin önüne getirdi. Yazmak istedi ama etrafta yazacak ne bir kağıt ne de bir kalem vardı. Yatağa uzandı. Dışarı baktığında koridorlardaki ışıkların karartıldığını ve gardiyanların birer birer gittiklerini gördü. Kendi celladını aradı gözleri. Belki de bu gece son gecesiydi. Yarın sabah idam kararı imzalanmış olarak gelirse, bu hücreye bir daha dönmeyecekti. Aynalara bakarak gülümsedi. Yüzlerce yüzün aynı anda gülümsemesinden cesaret alıp daha fazla gülümsedi. Ağzını açtı, dilini aynalara gösterdi, dişlerine baktı... Sonra sanki unutmak istemiyormuş gibi tekrar gülümsedi. Ertesi günün sabahı, celladı onu idam sehpasına götürürken de aynı biçimde gülümseyeceğine dair kendi kendisine söz verdi. Ne yapacağını bilemiyordu! Uyumak olanaksız gibiydi! Işığı kapatmanın ve bu görüntüleri yok etmenin bir yolu yoktu. Uyumak için gözlerini kapattığı anda yargıcı görüyordu, gözlerini açınca ise her taraftan fışkıran kendi bedenini. İşkencenin çok uzamamasını arzu etti bir anda. Yarın ölmeye hazır hissetti kendisini, ölmeye hazır olmanın ne demek olduğunu bilmeden. Uykuyla aynalar arasında gidip gelerek sabahı etti...
* * *
Daha sabah olmamıştı ki cellat parmaklıkların önünde belirdi. Mahkûmun uyanması için parmaklıklara elindeki anahtar ile sertçe vurdu. Ardından kapıyı açtı. Diğer elinde tuttuğu zarfı göstererek mahkûma ayağa kalkmasını söyledi. Tüm gece yatağın üzerinde, aynaların şerrinden kaçmak için bir sağa bir sola dönerek, sabahı bekleyen mahkûm, celladın bile şaşırdığı bir çabuklukla ayağa kalktı. Cellat mahkûmun ellerini kelepçeleyip, kendisini takip etmesini söyledi. Mahkûm o sırada fark etti celladın arkasındaki iki polis ile bir din adamını. Cellat önde, mahkûm arkada, polisler ve din adamı en arkada yürümeye başladılar karanlık koridorda. Cellat, elindeki zarfı sıkı sıkıya tutuyor, sağa sola bakmaksızın ilerliyordu. Koridorun sonunda, bir gün önce geldikleri kapının aksi yönüne açılan, büyük, demir bir kapıdan dışarı çıktılar. Henüz tan yeri ağarmamıştı. Yine de etraf karanlık sayılmazdı. Alacalı bir aydınlığın ortasında yüzler rahatlıkla seçilebiliyor, kimlikler kendilerini açık bir biçimde belli ediyorlardı. Cellat, mahkûma dönüp bir din adamının kendisi için dua etmesini isteyip istemediğini sordu. Mahkûm beklediği bu soruya, kısık bir ‘hayır’ yanıtı verdi. Bunu duyan din adamı, yanıttan hiç etkilenmemiş gibi davrandı. İki polis mahkûmun koltuklarından tutup, yerden yarım metre kadar yükseklikte bulunan sehpaya çıkmasına yardım ettiler. Bundan sonrası celladın işi idi. Mahkûm hareket etmeksizin sehpanın üzerinde duruyor, etrafındaki birbirlerinden farklı bu dört insanı gözlüyordu. Henüz zarf açılmadığına göre halen şansı vardı. Hele bugün ilk gün olduğuna göre, idam edilme olasılığı düşük olmalıydı. Hiçbir şey yapmadan beklemeye bir süre devam ettiler. Bu bekleme sırasında, güneşi son bir daha görmeyi ne kadar çok arzuladığını fark etti. Cellat, elindeki zarfı mahkûmun eline tutuşturdu, sehpanın arkasında bulunan, taşınabilir, üç basamaklı bir merdiveni sehpaya yaklaştırdı, merdivenin tepesine çıktı ve darağacından sarkmakta olan ipi mahkûmun boynuna geçirdi. Ardından da aşağıya inip, zarfı mahkûmun elleri arasından aldı ve seslice açtı. Önce arkasında duran polislere gösterdi. Polisler yüzlerindeki ifadede en ufak bir değişiklik göstermeden üç-beş adım daha geri çekildiler. Din adamı ise çoktan bahçenin öteki köşesinde bekliyordu. Cellat, ayağını sehpanın üzerine, mahkûmun ayaklarının arasına koydu. Devrimin ülkeye ve tüm insanlığa ne gibi yararlar getirdiğini, mahkûmun ve onun gibi düşünenlerin pişman olup, devrim yasaları karşısında diz çökmedikleri sürece cezaların en büyükleri ile karşılaşacaklarını uzun bir konuşma metnini okuyormuş gibi seslice okudu. Mahkûmun adını, yaşını, karşı geldiği devrim yasalarını, insanlığa karşı işlediği suçları da ekledi değişmeyen bir ses tonuyla. Daha konuşmasını bitirmemişti ki güneş, hapishane bahçesinin doğuya bakan kısmından hafifçe kendini gösterdi. Görünen güneşin kendisi değil, bulutların arkasından çıkmak için zorlayan bir yığın ışık huzmesiydi. Mahkûm, celladın okuduklarını dinlemek yerine kendisini güneşin doğuşuna vermişti. Hiç daha önce güneşin doğuşunu izlemediğini düşündü. Cellat, metni okumayı bitirip, yargıcın idam gününe dair kararını okumak için boğazını temizledi. Yanaklarında hafifçe bir iyimserlik şişkinliği ile “Belge henüz imzalanmamış!” dediği anda ayağını çekti sehpadan. İşte ne olduysa, o anda oldu. Mahkûm, ayağının birini kaldırdı, geriye doğru uzattı. Cellat inmek istediğini zannettiği için polislere yardım için baktı. Oysa, geriye doğru kaykılan ayak hızlı bir şekilde sehpaya vurdu ve her iki ayağı birden hızla aşağı düşürerek, havada asılı bıraktı. Mahkûm oyunu daha fazla devam ettirmek istemiyordu. Yargıçtan bir adım önde gitmek için, kendi ölüm tarihini kendisi belirlemeyi seçmişti! Güneşi son bir defa daha gördükten sonra kendisini birilerinin durdurması olanaklı değildi! Güneşin yaşama kaynak olan ışıklarının ilk huzmeleri yeryüzüne ulaşıp, aydınlığın karanlığa karşı zaferi bir defa daha onaylanırken, mahkûm, yaşama ait tüm güzellikleri, bu dünyayı yaşanacak bir yer yapmak için ele geçiren devrimcilere bırakmış ve kendisini geriye çekmişti. Yenilmişti ama kendisi ile alay ettirmemişti. Bu ise ona yetiyordu! Oysa ne kadar isterdi yaşamayı, soluk alıp vermeyi, suyun ferahlığı ile serinleyip, rüzgarın okşayıcılığı ile kendine gelmeyi...
Polisler ve cellat koştular mahkûmu kurtarmak için ama yapacak fazla bir şey yoktu. Mahkûm, yere doğru hızlı düşüşü sırasında, ipin etkisiyle, boynunu kırmış, soluğu anında durmuştu. Polisler ve cellat her ne kadar, hareketsiz bedeni kaldırıp, ipi boynunda çıkarıp, mahkûmu yere uzandırdılarsa da mahkûmun soluklarını geriye getiremediler. O, kendi öleceği günü kendisi seçerek devrime en büyük dersi verdiğine inanıyordu. Cellat ilk defa acıyan gözlerle baktı mahkûmun suratına. Bir süre her şeyi bir tarafa bırakıp cesedin yanında bekledi. Yargıç tarafından, oyunu kurallarına göre oynamadığı için cezalandıracağı düşüncesi kafasından geçmemiş olsaydı, cesedin başında uzun süre daha bekleyecekti. Fakat korkusu büyüktü. Hapishanede birisinin ölümünden sorumlu tutulabilir, hatta sırf bunun için mahkemeye çıkarılabilirdi. Cesedi polislere ve din adamına bırakıp koşarak hapishane müdürünün odasına vardı. Durumu soluk soluğa, dehşetler içinde anlattığında, hapishane müdürünün hiç de oralı olmadığını fark etti. Müdür tüm sakinliği ile cellada bakıp, artık bir cellat olmadığını, tıpkı devrim öncesinde olduğu gibi bundan sonra herhangi bir gardiyan olmaya devam edeceğini söyledi. Sonra da tahtını yeniden ele geçirmiş bir hükümdar gibi sinsice gülümseyerek ekledi “Tanrı’nın işine soyunan o gaddar yargıç, dün gece kalp krizinden ölmüş. Haplarını mahkeme salonunun arkasındaki masasında unuttuğu için evinden bile çıkamadan kapının ağzına yığılıp kalmış.”
A. A.
*** Mucizeleri yaratmak ve insanın şaşırtmak ancak Tanrı’ya mahsustur. / J. L. Borges / İki Hükümdar ve İki Labirent / Alef / İletişim Yayınları.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder