Bu Blogda Ara

18 Şubat 2011

Incredible India - 2.1


Zaman zaman satıcılar giriyor kompartımana. Genç bir çocuk çay ve kahve satıyor. İkinci bir şekerli sıcak içeceği hazmedemeyeceğim için bir şey almıyorum. Bir ara gazete satıcısı geliyor. Hindustan Times alıyorum. Klasik siyasi, yolsuzluk (telefon ihalelerinde usulsüzlük yapan ve paraları hortumlayan Raj adlı bir görevlinin polis tarafından götürülürken çekilmiş fotoğrafı bundan sonraki okuyacağım her gazetede karşıma çıkacak) paparazi ve spor haberlerinin dışında ilgimi ‘Matrimonials’ sayfası çekiyor. Bir çeşit yalnız kalpler duvarı bu. Kalbi boş gençlerin ve yetişkinlerin aradıkları mükemmel eşi tarif ettikleri sayfalar. Erkeklerin çoğu kendilerini boy ve eğitim yönüyle öne çıkarırken, kadınların çoğu açık renkli tenden ve yine erkekler gibi eğitimden dem vuruyorlar. Bunların yanında pek çok ilanda ‘kast farkı engel değildir’ gibisinden notlar var ki bu, durumun aslında ne kadar ciddi olduğunu ortaya koyan bir işaret. Sonuçta aileler tarafından önemsenen bir toplumsal özellik olan kast, gençler ya da eğitimli yetişkinler tarafından göz ardı edilmek isteniyor. Ama yine de bu konunun bahsinin geçmesi bile ayıp değil mi çağımızın ‘Bilgisayar Teknolojileri Devi’ diye adlandırılan ülkesinde? Demek kast farkı engel değildir notunu düşmeyenler sadece kendi kastlarından insanlarla evlenecekler. Yüzyıllardır halkı sömürmekten başka bir işe yaramayan, yoksulu sefalete mıhlayan bu ilkel adaletsizliğin çağımızda da aynı çirkin yüzüyle insanların arasında gezinmesi üzücü bir durum. Aynı kast sisteminin Hindistan’daki sefilliği körükleyen etkenlerden birisi olması konusuna sonra değineceğim. Şimdi bir Agra’ya varalım, sefaleti, kirliliği ve insanın insana yaptıklarını, çok sevgili Tac Mahal ile birlikte gözlerimizle görelim.

Agra’ya az kaldığını karşımızdaki yatakta oturmakta olan komşumuzdan öğreniyoruz. Kendisi de orada ineceğini söylüyor. Oysa onun söylemediği ya da bizim sormadığımız bir şey işlerin umulmadık bir anda ters dönmesine yol açıyor. Meğer Agra’da iki tren istasyonu varmış. Birincisi kentin girişinde, ikincisi de kentin merkezinde. Biletimize göre bizim merkezde inmemiz gerekiyor ve pek de net olmayan bir anlaşmaya göre, aynı okulda çalıştığımız K ile buluşacaktık orada. (Burada K’nin bilete dikkatle baktığını varsayıyorum). İlk istasyonda indiğimiz için önce biraz afalladık. Yanlış yerde olduğumuzu anlamamız biraz vaktimizi aldı. Etrafımızı yaralı ceylanın etrafına toplanan aslanlar gibi saran tuktuk ve taksi sürücülerinden sıyrılmayı başarıp, rahat bir soluk alabilmek için istasyondan birkaç adım uzaklaşırken, bizi takip eden bir tuktuk sürücüsüne yenik düştük. 50 ruppeeye anlaştık bizi merkezdeki istasyona götürmesi için. Bir yandan da K’nin bizi beklemeyeceğinden dolayı endişeleniyorduk. Kucaklarımızda kocaman çantalar, sabahın ayazından dolayı ceketlerimize sarılı halde 10 dakika kadar yol aldıktan sonra vardık merkezdeki istasyona. U istasyonun içine gidip K’yi aradı ama bulamadan geldi. Elimizde beklemekten başka çare yoktu. Ya da istasyonun önündeki paralı telefon evinden K’ye telefon edip, ona geldiğimizi söyleyecektik. U telefonda konuşunca yine yanımıza bir sürü insan üşüştü. Kimisi bir şeyler satıyor, kimisi taksi öneriyor, kimisi dükkanına götürmek istiyor. K evinin istasyona uzak olduğunu, zaten kendisinin de istasyona gelmediğini U’ya söylemiş. Bizi evine davet etti. Yanımızdaki taksicilerden birisiyle telefonda konuşup ona evin yolunu tarif etti. Biz de mecburen bu adamın taksisine binmek zorunda kaldık. Taksici kendisinin yasal bir sürücü olduğunu iddia ettiği için, tıpkı havaalanında olduğu gibi, “önceden ödemeli” işlemlerinin yapıldığı kulübeye gittik. Orada parayı ödedik ve yola koyulduk.

Hindistan’da öğrendiğim şeylerden birisi de bu ülkenin insanının –bir şeyler satmak ya da bir çıkar sağlamak isteyen insanların ortak noktası da olabilir bu- konuşmak için ortak bir noktayı kolaylıkla bulabilmesi. Bu taksi şoförü de İstanbul’dan olduğumuzu öğrenince konuyu İslam’dan açtı. Kendisi de müslümanmış. Hatta bir ara yanlış da olsa İhlas süresini okumaya çalıştı. Bir şekilde konuyu Türkiye’nin nüfusuna getirdik. 70 miyonu duyunca, “Ne kadar da küçük bir ülkeniz var!” dedi. Bu arada biz yola bakmaya, sokaklardaki insanları gözlemeye devam ediyoruz. Gündüz ışığında sokaklardaki çöpler ve elleri ceplerinde avare gezinen insanlar daha bir belirginleştiler. Bir de yer yer karşımıza çıkan inekler var tabii. Sokak köpekleri der gibi sokak inekleri diye adlandırabileceğimiz bu hayvanların durumu hiç de sandığım gibi iyi görünmüyor. Pek çoğu çöplerin etrafında, buldukları artıklarla besleniyorlar. Azımsanmayacak rakamda insanların aç ve evsiz olduğu bir toplumda, çocukların çöp kutularında buldukları yemek artıklarını yedikleri bir ülkede, ineklerin yaşamının krallara yakışır bir lükste olması beklenemezdi doğal olarak. Bu yüzden ineklerin çoğu sıska. Bazıları nedense bir yere bağlanmışlar ve önlerine bir tutam yeşil ot konmuş. Bunlar biraz daha besili olanlar. Sokaklarda başıboş gezenler genelde pasaklı ve çelimsiz.

K’nin evine varınca biraz rahatlıyoruz. Önce biraz tedirginlik var tabii! Doğru zile mi bastık? Ya yanlış adrese geldiysek? Kapıyı yaşlı bir teyze açıyor. Beklememizi söylüyor. Su ve çerez veriyor beklerken atıştırmamız için. 10 dakika kadar sonra K ve ailesi geliyor. Babası ve annesi (yaşlı teyze annesiymiş) Birlikte oturuyoruz. K’nin kardeşi uyanıyor, üzerinde bir tek t-gömlekle, üşüklendiğini belirterek bize hoşgeldiniz diyor. Ben yine bir pot kırıyorum, emanetleri K’ye verirken. Anlaşılan ailenin çantanın içindekilerden haberi yok. Neredeyse çantayı açıp, herkesin önünde dört viski şişesini çıkarıp, K’ye verecektim. Neyse ki K durumu knotrol altına alıyor ve muhtemel bir aile tsunamisini ucuz atlatıyoruz.

Evin avlusunda oturup, yoğurtlu, parathalı, çapatalı, pilavlı kahvaltımızı yapıyoruz. Hava bu arada ısınıyor. Ayaz yerini gün ışığının getirdiği serinliğe bırakıyor. Bir yandan bu kahvaltı bana, köye gittiğimde, bizimkilerle yaptığım kahvaltıyı hatırlatıyor. Güneş ışığına rağmen havadaki serinlik, temiz hava –kentin biraz dışında gibiyiz ya da zengin bir sitenin içerisindeyiz-, etrafta kuşların cıvıldaşarak uçuşması ve dilencilerden, evsizlerden uzak olmamız ister istemez rahatlatıyor geldiğimizden diken üstünde oturan ödümü. Kahvaltıdan sonra evin karşısındaki parka gidip oyalanıyoruz. K’nin oğlu tahtıravelliye biniyor, kaydıraktan kayıyor. Aynı kaydıraktan ben de bir kere kayıyorum ama koca götüm kaydırağa büyük geldiği için yere hızlı çarpıyorum. Neyse ki çanağı kırmıyorum. Bu arada evin önünden tek boynuzlu bir öküz, bir sarı köpek, bir hurdacı ve bir sebze satıcısı geçiyor. Bir de az ileride cep telefonuyla mesaj gönderen bir kadın görüyorum. K’nin kardeşi bizim için taksi ve otel ayarlamaya çalışıyor, eve gidip geliyor, ben K’nin oğluyla klasik matematik muhabbeti yapıyorum. 2x7 kaç?, 14. 7x2 kaç?, bilmiyorum 7’leri daha öğrenmedik...

Birkaç telefon görüşmesinden sonra K tanıdığı birisini bize ayarlıyor. Bu adam bize otel ayarlayacak. Jaipur’a gidecek olan trenin biletini de ayarlamak istiyoruz ama yürüyerek gittiğimiz agentanın kapalı olduğunu görüp geri geliyoruz. Günü kurtarmak için ufak bir plan yapıp K‘nin bizim için ayarladığı taksiye binip Akbar’ın türbesine gidiyoruz. K öğleden sonra 10 yaşlarındaki oğluyla gelip, bizi alacak ve iki ayrı yere götürecek. Gezdiğimiz, gezeceğimiz yerlerde arabalı bir arkadaşın olmasının ne büyük bir nimet olduğunu bir kere daha anlıyorum. Takside yine yolları, insanları, hayvanları izleyerek Akbar’ın türbesine varıyoruz.

Bir sonraki: Akbar’ın türbesi, Mathura ve Uluslararası Krişnayı Yaşatma Derneği (ISKCON), Bir çocuğun ilk kuşkuları.









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder