Verdiğimiz parayı düşününce çok da kaliteli bir otel beklemenin doğru olmadığını biliyorum ama böylesine yıpranmış bir bina ile karşılaşmak, insanı ilk anda şaşırtan bir durum. Otelin internetteki resimlere hiç benzemediği zaten aşikar. Resepsiyondaki orta yaşlı görevliye elimdeki kağıdı uzatıyorum. Şöyle bir bakıyor. Bizim çantaları içeri alan genç çocuklardan birisine anahtarları uzatıyor. Hep birlikte odalara çıkıyoruz. Sararmış çarşafların, boyası dökülmüş duvarların ve sigara kokusunun üzerine sindiği eşyaların güçlerini birleştirip, iticilik dalında şampiyonluğa oynadığı bir yer burası. Odalarda pencere olmadığı için ben kesinlikle olmaz diyorum. Bize karşı binadaki başka iki odayı gösteriyorlar ama onların da ilk gördüklerimizden farkı yok. Tekrar ilk binaya gelip, teslim oluyoruz. U penceresiz odada kalmaya razı oluyor. Ben de penceresi yola bakan odayı alıyorum. Hevesimiz kursağımızda, çantalarımızı odalara koyup, kendimizi sokağa atıyoruz.
İlk hedefimiz akşam yemeği yemek ve diş macunu, şampuan gibi basit ihtiyaçları yol üzerindeki bir bakkaldan almak. Sokak bize yine karanlık görünüyor. Fakat bu karanlığa rağmen yolda hareketin eksik olduğu söylenemez. Tuktuklar ve motorsikletler korna çalarak yanımızdan geçiyor. İnsanlar sessiz, sakin yürüyerek kenarlarda ilerliyorlar. U, tren istasyonuna gitmeyi, hem aradaki mesafeyi öğrenmiş olmak hem de tren istasyonunda olması muhtemel bir lokantada karnımızı doyurmak amacıyla teklif ediyor. Yol kenarındaki sıra sıra otelleri geçiyoruz. Yolun sonunda, geldiğimiz caddeye dik bir köprü var. Oradan sağa dönüyoruz. Köprünün altında, bedenlerini yorganlara sarıp uyuyan insanlarla karşılaşıyoruz. Bir de öküzün çektiği bir araba. İstasyon köprüyü geçtikten hemen sonra çıkıyor karşımıza. Beklediğimiz gibi bir lokantası yok. Ayrıca etraf çöp kaynıyor. Gişelerin önlerinde uyuyan insanlar, oturup bekleşen aileler… Geri dönüyoruz. Tekrar otelin bulunduğu caddeye girince, sağda bir bakkalın olduğunu fark edip içeri giriyoruz. Diş macunu, içme suyu ve şampuan alıyoruz. Ardından da yolun sol tarafında kalan bir otelin, temiz görünen lokantasına giriyoruz.
Lokanta fena görünmüyor. Köşede bir yere oturuyoruz ama garsonların bizi taktığı yok. Üç tane genç erkek lokantanın öteki köşesindeki televizyondaki bir kadının konuşmasını izlemekle meşguller. Bir süre bekledikten sonra nihayet içlerinden birisinin ilgisini çekebiliyoruz. Uzun süre menü ile boğuştuktan sonra ilk etsiz yemeğimizi söylüyoruz. (Hindistan’da bulunduğumuz süre içerisinde et yememeye söz vermiştik yolculuğa çıkmadan önce). Yemek daha gelmeden, bizim Türkçe konuşmamızı duyan yakınımızdaki bir çift, Türkçe olarak ‘Siz Türk müsünüz?’ diyor. İkisi de yanımıza gelip ayak üstü biraz konuşuyoruz. Kapadokya’dan gelmişler, bu otelde kalıyorlarmış, 3 hafta daha Hindistan’da kalacaklarmış… Bizim yemeklerin gelmesine az kala bir bahaneyle ayrılıyorlar. Yemekler güzel. Etsiz yemeği tadında yapan ve etliymiş gibi yedirten bir mutfak varsa o da Hindistan mutfağıdır herhalde. Türkiye’dekine benzer ekşi yoğurt olması ise ayrı bir güzellik. Hem mercimeğin ve fasülyenin yemeklerde bol kullanılması, ekmeğin tandırda taze pişmiş olması hazza haz katıyor. Yemeği yedikten sonra yine binbir lafla garsonların ilgisini çekip hesabı isteyebiliyoruz. Lokantanın çıkışında Türkiyeli çifti tekrar görüyoruz ama başkalarıyla konuştukları için pas alamıyoruz ve yola devam ediyoruz.
Otele vardığımızda yapacak bir şeyimiz olmadığı için odalara çekiliyoruz. Yatak rutubetli ve soğuk. Yerler beton olduğu için ve mevsim kış olduğu için ayağımı bastığım her yer buz gibi. Vietnam’da sıcağa alıştığımız için bana bir hayli zor geliyor soğuğa uyum sağlamak. Bakkaldan aldığım suyla dişimi fırçalıyorum ama soğukta banyo yapıp, soğuk yatağa girmeye cesaretim olmadığı için, banyo yapmayı Agra’da bulacağımız daha düzgün otele erteliyorum.
Dışarıdan tek tük korna sesleri, bağrışmalar geliyor. Pencere sokağa bakıyor olmasına rağmen çok az ışık sızıyor perdenin kenarlarından. Yatağa girip, yorganı başıma çekiyorum. Önümüzdeki on günü bu ülkede geçirecek olmamız beni biraz ürkütüyor ama bu duygunun geçici olduğunu, ilk izlenimlerdeki önyargıdan kaynaklandığını biliyor olmak ya da en azından öyle olmasını istemek beni biraz rahatlatıyor. Odanın köşelerinden gelen tıkırtılara, yorganın verdiği ıslaklık hissine, kapıdaki kilidin eski ve dökülmüşlüğüne rağmen uykuya dalıyorum. Sabah 3:50’de telefonun sesiyle uyandığımda yeni bir sürpriz bekliyor beni.
Elimi yanımdaki düğmeye atıyorum ışığı açmak için ama lamba yanmıyor. Bir daha deniyorum, değişen bir şey yok. Ya elektrikler kesik ya da enerji tasarrufu için otel sahibinin aldığı bir önlem bu. Karanlıkta eşyalarımı toparlayamayacağıma göre bir yerden ışık bulmam gerek. Neyse ki yatmadan önce kitap okumak için kullandığım ve yola çıkmadan birkaç hafta önce aldığım kafa lambam var yanımda. Onu kafama geçirip gözümün önünü görünür hale getirdikten sonra çabucak işlerimi hallediyorum. Tam saat dörtte, ben odadan çıkarken odamdaki telefon çalmaya başlıyor ve aynı anda elektrikler geliyor. Bu sırada koridorun karşısında uyumakta olan U’nun odasının kapısı açılıyor. Ben aşağıya indiğimi, onu lobide bekleyeceğimi söylüyorum. O elektriksizliğe sövüyor. Aşağıya inince resepsiyondaki çocuğa aramayı bırakmasını, benim aradığı kişi olduğunu söylüyorum. O da anlıyor, gülümsüyor ve masanın üzerindeki tepe lambasını kapatıp kanepeye oturuyor. Resepsiyonda beş kişi uyuyor. Sanırım bunlar, uzaklardan gelip Delhi’de bir otelde iş bulmuş, ama kalacak yeri olmayan ya da kalacak yere ödeyecek kadar para kazanmayan insanlar. Vietnam’daki otellerde de böyle durumlar görmüştüm ama Vietnam’daki küçük oteller genelde aileler tarafından idare edildikleri için ailenin bir üyesi uyur resepsiyonda. Belki bunlar da otel sahibinin eşinin-dostunun, uzak akrabalarının çocuklarıdır. Kimisi yere serdiği bir battaniyenin üzerinde, kimisi kanepenin köşesinde. Kafalarını görmek olanaksız çünkü hava soğuk olduğu için battaniyenin içinde saklıyorlar sıcak nefeslerini. Ben orada oturup, bu beş gencin hikayelerini düşünürken U beliriyor merdivenlerde ve sessizce terk ediyoruz oteli.
Hava ayazımsı ama çok da soğuk değil. Çantalarımız sırtımızda, karanlık caddede ilerlerken yol kenarında uyuyan insanların bazıları kafalarını yorganlarından çıkarıp, bize bakıyorlar. Bir köpek biz geçerken havlayacakmış gibi yapıyor ama sonra bizim havlanmaya değmeyecek insanlar olduğumuzu düşünmüş olmalı ki vaz geçiyor. Birkaç tuktuk sürücüsü biz yanlarından geçerken hareketlenip, oldukları yerde ufak manevralar yapmaya başlıyorlar. U kıllanıyor, “Çabuk yürü, bunlar bizim yüzümüzden hareketlendiler.” diyor. Öyle olduğuna inanmasam bile adımlarımı sıklaştırıyorum. Hem ya doğruysa? Böylesine ıssız ve karanlık bir sokakta, daha ilk günümüzde, daha Tac Mahal’i bile görmeden, soyulsak, kime gider, ne yaparız? Köprünün altından, çöplerin ve ineklerin arasından geçip istasyona varıyoruz. Tren istasyonunun etrafını yine pislik götürüyor. Dün akşam gördüğümüz insanların bir kısmı yine oradalar. Ya treni kaçırmamak için erken gelip orada uyumuşlar ya da gidecek başka yerleri olmadığı için tavanı olan gişe önlerini ev olarak kullanıyorlar. Metal algılayıcının içinden çantalarımızı geçirip istasyona giriyoruz. Bu sırada güvenlik görevlisi, Agra’da buluşacağımız Hindistanlı arkadaş için havaalanındaki “duty free”den aldığımız viskilere takıyor kafayı. Ben gülümsüyorum ve “Arkadaşıma götürüyorum!” gibisinden bir şeyler mırıldanıyorum, bir yandan da U’yu gösterip, kişi başına düşen viski şişesi sayısını düşürmeye çalışıyorum. Güvenlik görevlisi bir şey demiyor ve geçmemize izin veriyor.
Saat beşe geliyor. İstasyondaki dükkanlardan sadece çay ve kahve satanlar açık bu saatte. Burada da yürüyen, oturan, yerde uyuyan insanlar var. Ben uyanmış olabilmek için bir tatlı kahve (şekersiz kahve yok) alıyorum, bir de bisküvi. U etrafın kirliliğinden şikayetçi. 15 kiloluk sırtçantasını koyacak yer bulamayınca siniri daha bir artıyor. Ben iki kirli oturağın (birine yemek artığı pirinçler yapışmış, diğerine tanımlayamadığım kahverengi-kırmızı bir sıvı...) yanında, temiz kalmayı başarabilmiş bir oturağa yerleşiyorum ve kahvemi içiyorum. U ufak çantasından çıkardığı iki A4 kağıdını yere serip, üzerine koyuyor büyük sırtçantasını. Bir yandan da istasyonun kirliliğinden bahsediyor. Bu sırada bir anne ve kız yanımıza gelip oturacak yer arıyorlar. Ben anneye yerimi veriyorum ama önerdiğim yere kızı oturuyor. Anne de yanındaki üzerine pirinç artığı bulaşmış oturağın kenarına kıvrılıyor. Bir süre sonra tren geliyor ve biz biniyoruz. İstasyon tüm kiri, karanlığı, sefilliği, yalnızlığı ve yerde kalan iki A4 kağıdıyla ardımızda kalıyor. Biletimizde yazan vagon ve yatak numaralarını bulmak zor olmuyor. Yolculuk üç saatten uzun süreceği için ben üstteki yatağa kıvrılıp, kitap okumaya başlıyorum ama kısa süre sonra uykuya yenik düşüyorum.
Bir Sonraki: Agra
Hiç yorum yok:
Yeni yorumlara izin verilmiyor.