Bu Blogda Ara

24 Şubat 2011

Incredible India 2.2

AKBAR'IN TÜRBESİ

Bir eleştiriyle başlayayım. Türkiye’'yi ziyaret eden bir gezgin için camileri dolaşmak, yüksek ve renkli kubbelerin fotoğrafını çekip, cami içlerinde vakit geçirmek, oradaki havayı solumak kaçınılmaz bir deneyimdir. Sonuçta Osmanlı İmparatorluğu boş bulduğu her yere cami dikmiş, padişahlar kendi adlarına, oğullarına, karılarına, kızlarına, sevdikleri paşalara adadıkları bu mekanları halkın kullanımına açmıştır. Genel itibarıyle bir caminin var oluş nedeni ibadettir. Fakat Osmanlı döneminde yapılan büyük camilere baktığımızda, bu camilerin çoğunun külliyelerinde hastane, okul, hamam, aşevi gibi yapıların da bulunduğunu görürüz. Tamam, cami ibadet etmek içindir ama yapmışken halka faydası olacak şeyleri yanına eklemek bir çeşit halkçılıktır. Burada Osmanlı’yı övmek gibi bir amacım yok. Ama Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek lazım.
Gelelim Hindistan’a. Buradaki tarihi yapıların pek çoğu türbe. Hem de öyle ufak tefek yapılar değil bunlar. Kocaman bir araziyi kaplayan, bahçelerinde ceylanların ve maymunların cirit attığı, içerisinde dev kubbeli ve yüksek kapılı binaların mantar gibi etrafa gelişigüzel yayıldığı mekanlar bu türbeler. İnsanın ölesi geliyor Hindistan’da. Tabii, bana da böyle türbe yapacaklarsa ölürüm. Sıradan halkın mezarlarını düşünürsek ölmekten vazgeçmek daha iyi olabilir. Buradaki türbelerin pek çoğu, adına yapılan kişi daha hayatını kaybetmeden yapıldıkları için, bu insanların şımarık isteklerinin birer simgesi olarak da algılanabilirler. Düşünsenize, daha ölmeden kendine bir mezar yapıyorsun. Etrafını süslüyorsun, püslüyorsun... Şuraya şunu koyalım, buraya bunu koyalım, annemle babam da burada yatsın, kızkardeşime şu köşeyi verelim, burada bir tane ufak çeşme yapalım ki mezarıma ziyarete gelen kullarım serinlesinler. Saray yapar gibi türbe yapmışlar. Niye? Çünkü önemli bir insansın, çünkü tarihte hatırlanılması gereken birisisin ya da unutulmaktan, bir işe yaramayıp ölüp gitmekten korkuyorsun. Ehh, insanlar da senin gazabından korktukları için karın tokluğuna çalışıp o koca mezarları yapıyorlar senin için, bir yandan çabucak ölmeni dilerlerken. Çelişki şurada: Sen sevilen ve sayılan bir insansan, halkın iltifatını kazanmışsan, zaten insanlar sana yakışır bir mezar yaparlar. Yok değilsen, hak etmediğin bir mezarda yatıyorsun demektir ki bu da zaten halkın nefretini kazanman için yeterli bir gerekçedir. İlla mezarımı ölmeden önce göreceğim diyorsan, kazdır bir çukur, gir içine ve bak gökyüzüne. Zaten sen öldükten sonra birkaç dakikalığına da olsa göreceğin tek mavilik, göğün uçsuz bucaksız mavisi olacaktır. Ne tependeki kubbeye işlenen turkuaz işlemeleri, ne mezarın başına konan topaz taşları ne de pencerelere düğümlenen mavi çaputları göreceksin öldükten sonra.
Neyse, laf uzuyor. Gittik Büyük Akbar’ın mezarına K’nin ayarladığı tuktukla (Taksi değildi, düzelteyim). Adamın adı da ilginç. Akbar zaten ‘en büyük’ demektir Arapçada. Bir de adamın adının başına ayrıyeten büyük koyuyorlar. Bu yüzden Türkçe’de kendisine ‘Bümbüyük’ demek vacip oluyor. Bümbüyük türbesinin planını yapmış ama bitmiş halini göremeden vefat etmiş. Oğlu Cihangir 17. Yüzyılın başında bitirmiş inşaatı. Bümbüyüğün mezarı toprak kırmızısı bir bina. Dört minaresi var. Duvarlardaki desenler genelde, tüm İslam sanatında görüldüğü türden geometrik kombinasyonlar. Tekrar eden üçgenler, altıgenler, karo oluşturan ufak renkli kareler, uzayın sınırlarını zorlayan, ulviyeti ve sonsuzluk arzusunu çağrıştıran soyun ürünler. (Tanpınar olsaydım yazardım uzun uzun) Yer yer duvarlarda hat sanatıyla yazılmış, Kur’andan ayetler (belki de Hafız’dan mısralardır) görüyorum. Mezarın aslı tahmin edileceği gibi ufacık bir şey –tıpkı diğer mezarlar gibi-. Mermer bir kutu ile kaplanmış ve bu mermer yapının üzeri yine Kur’andan ayetlerle süslenmiş. Zaten mezarın olduğu odaya girince bir kaleidoskopun içine girmiş gibi oluyorsunuz. Pencerelerde altıgenlere hapsedilmiş yıldızlar, yerlerde birbirini 45 derece dönerek kesen karelerin oluşturduğu eşkenar olmayan sekizgenlerin ortasındaki merkezi yuvarlak Davud yıldızları, mermere işlenmiş birbirinden girift desenler, kubbeden aşağıya sarkan renkli ağaç ve çiçek imgeleri...
Merkezi yapının dışında birkaç havuz ve geniş bahçeler var. Bahçede otlayan ceylanları, kaçıp-kovalayan maymunları ve ağaçtan ağaca koşan sincapları görmek mümkün. Bazı gençler bahçede birbirleriyle şakalaşıyorlar, kimisi boş havuzun ortasındaki direğin tepesine çıkmış fotoğraf çektiriyor. Bizi görünce yanımıza geliyorlar ve bizimle fotoğraf çekilmek istiyorlar. U’nun resmini çekiyorum bir iki Hindistanlı gençle. Ortam sessiz ve sakin. Satıcılar içeri alınmadığı için burada fiziksel anlamda huzuru bulmak mümkün. Belki de bu yüzden etraftaki oturaklarda cilveleşen çiftleri görebiliyoruz. Hindistan’da pek de alışık olmadığımız bir manzara bu. Kirli ve bakımsız sokaklarda romantik bir hava bulamadıkları için, gidecekleri tek yer başka dinlerin kutsal mekanları (Kendilerine kutsal değil, öperim de koklarım da sevgilimi... Sevdim bu mantığı) oluyor doğal olarak. Hem bunca bahçeyi kaplayan, içerisinde ceylanların ve sincapların oynaştığı, mimari yapısıyla aşka, birleşmeye, kavuşmaya göndermeler yapan bir yerden daha güzel ne olabilir gençlerin aşklarına tercüman olacak. Bümbüyüğün yaşamını ve türbesi hakkında ayrıntılı bilgilerine aşağıdaki wikipedia ağbağından ulaşabilirsiniz. Ben tarihsel ayrıntılara girip, kişisel izlenimlerimi gerçeklere boğmak istemiyorum.
Bümbüyüğün türbesinden yavaş yavaş çıkıyoruz. Saat öğleni yeni geçmiş. Çıkış yolunda insanların merakla bahçedeki bir köpekle bir maymunun dalaşmasını izlediklerini görüyoruz. Durup biz de izliyoruz bir süre. Tam olarak ne yaptıklarını anlamak zor. Oyun mu oynuyorlar, kavga mı ediyorlar belli değil! Önce köpek maymunu kovalıyor. Maymun diğer maymunun yanına kaçınca köpek karşısında iki maymunu bir anda görünce tırsıyor. Bu defa maymun köpeği kovalıyor... Millet tabii gülerek izliyor olanları. Herkesin götü kuru, ne maymun gibi kuyruğu kaptırma dertleri var ne de köpek gibi maymun çetesinin hışmına uğrama korkusu...
Eğlenceyi orada bırakıp çıkış kapısının ağzındaki ağacın altına oturuyoruz. K arabasıyla gelecek, bizi alıp Mathura’ya götürecek. O gelene kadar ben tuvalete gidiyorum su dökmeye. Tuvaletin girişinde, kendi kendisini tuvalet sorumlusu ilan etmiş burnu sırmalı, renkli sariye bürünmüş bir bayan benden para istiyor. “Ne kadar?” diyorum. “As you like” (Gönlünden ne koparsa) diyor. 10 rupee verip giriyorum tuvalete bir yandan bu “Gönlümden kopan” para birimini düşünürken. Sonuçta bu ne ilk ne de son “As you like”olacak Hindistan’da karşılaşacağımız. Ayakkabı boyacıları, seyyar terziler, fotoğraflarını çektirten fakirler aynı lafı tekrar edecekler. Belki de bir bildikleri var bunu söylerken. Net bir rakam söylemekten daha kârlı olabilir “gönlünden ne koparsa” demek çünkü sonuçta hiçbir kimse sıfır vermez aldığı hizmet için. Ödenen ücret bu durumda rastgele bir değişken olur. Uzun erimde bu değişkenin beklenen değerini ve standart sapmasını hesaplayabilir, dağılım grafiğine standart modellerle yaklaşabiliriz. Tahminimce sağa doğru uzun bir kuyruğu olan üssel (exponential) bir dağılım olabilir.
Bir yandan işin matematiğiyle kafamı yorarken bir yandan aklıma öykü tarafıma hizmet edecek türlü fanteziler geliyor. “Gönlünden ne koparsa” diyen bir satıcıya üzerinde “Gönlümden bu kopuyor” yazan bir kağıt vermek (Üzerine Gandi resmi de çizilebilir gerçekçi olması için) ya da “Benim gönlüm yok, eski sevgilimde kaldı” gibisinden salakça bir yanıt vermek.
Tuvaletten çıkınca bir süre daha bekliyoruz. Sonra K geliyor. Arabaya atlıyoruz. Yanında ilkokul çağındaki oğlu da var. Hep birlikte Krişna’nın doğum yeri olduğuna inanılan Mathura’ya gidiyoruz.
Bir sonraki: Mathura
Resimler:















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder