Bu Blogda Ara

13 Şubat 2011

Incredible India 1.1

Birini Günün Akşamı (1)
Heyecanlıyım... Kitaplarda okuduğum, romanların sayfalarını çevirirken, kırmızı sokaklarında gezinip; üçteker sürücüleriyle, dilencileriyle, takıntılı devlet memurlarıyla, viskiye bokunu karıştırıp rüşvetçi polise içiren konfeksiyoncularıyla, gözleri kör olana kadar nakış işleyen işçi kadınlarıyla, kötü haber okumaktan ağlama hastalığına yakalanan gazetecileriyle tanışıp konuştuğum; tozuna, terine, kirine, çöpüne, adaletsizliklerine, isyanlarına okuma düzeyinde de olsa aşina olduğum Hindistan'a varmıştım işte. Bundan sonrası çıplak deneyimin beklentilerle çarpışması ve bu çarpışmanın ortaya çıkaracağı, eskisine göre daha saf, daha pürüzsüz, daha dürüst yeni bir resimden başkası olamaz. En azından böyle bir temennide bulunmak için haklı bir nedenim var artık. Gittim, gördüm ve yazdım diyebileceğim bundan sonra...
Yolculuklara çıkmadan önce rehber kitap okuma alışkanlığım yoktur. Kalemi düzgün, gözlem yapmayı bilen, duygularını kağıda dökmeyi ustalıkla becerebilen deneyimli gezgin yazarların kitaplarını rehber kitaplara tercih ederim çünkü hem en azından bu kitaplarda tüm yazılanların öznel olduğunu biliyorumdur hem de bu tür kitapların beni ikna etmek gibi bir amacı yoktur. Buradan nesnelliğe karşı olduğum, her yazılanın öznel olacağı gibisinden post-modern göreceliliklere inandığımı çıkarsamak doğru olmaz. Tabii ki rehber kitapların sırtçantalı bir gezmen için önerdiği konukevlerini, lokantaları, yap-yapma dediği şeyleri, tarihi eserler hakkında verdikleri bilgileri göz önüne almak başlangıç için iyi olabilir. Ama benim gezerkenki amacım tarihi binaları görmek, onların yakınında fotoğraf çekmek ve sonra da eve dönüp, eşe dosta “bak ben buraya da gittim.” demek değil. Hindistan'a gitme eylemini haklı çıkaracak bir Tac Mahal ya da Nilüfer Tapınağı fotoğrafına karşı değilim. Birer hedef olarak bunlar olmalı, yalnız gezmeden alınacak asıl hazzı bu tarihi binalara görmek değil de gidilen yerlerde yaşanılan deneyimlerle, tanışılan yeni insanlarla, değişen düşüncelerle mümkün olduğunu düşünüyorum. Yıllar önce, amatörce kaleme aldığım bir şiirde de dediğim gibi 'Yaşamak - Ya yolda olmak - Ya yolda ölmek'tir. Yolda olmak, yolcu olmak insanı değiştiren bir eylem değilse tüm dünyayı dolaşsan, en azgın denizleri geçip, en kurak çölleri aşsan yine de bir şey ifade etmez. Değişmek ve değiştirmektir gezme eyleminin arkasında yatan. Homer’in Odise’si baştan sonra bir yolculuğun, bir eve dönüşün öyküsü değil midir? Che uzun bir yolculuktan sonra, içine dönük, astım hastası kimliğinden sıyrılıp, adaletsizliklerle savaşan bir devrimciye dönüşmüştür. Gandi'yi Gandi yapan tarihi güçlerden birisi Afrika'da bir trende maruz kaldığı haksızlıktır. Ho Chi Minh gençliğinde dünyayı gezmiş, politik kavgalara karışmış, insanları anlamış bir lider olmasaydı yenebilir miydi Amerikalıları aradaki güç dengesizliğine rağmen? Gezmek değiştirir ve bu yüzden değerlidir. Yalnız bu değişme önceden yapılan dakik planlara, hazırlanılan çetelelere göre olmaz. Yolda olmak başlı başına bir eylemdir ve bu başlangıç noktasından da varılacak hedeften de bağımsız olarak algılandığı zaman değişim anlamlanır. Kısacası, durakların arasında olur yolculuk. Planlarda yer almayan, rastlantının kollarında gelişen, bir ağaç gibi dallanıp budaklanan olaylar zincirindedir yolculuk. Bu kimi zaman ağızları sulandıracak maceralarla, kimi zaman da zamanı balmumu gibi eritecek kadar sıkıntılarla dolu olabilir.
Rehber kitaplardan anımsadığım kadarıyla, Delhi tepsi gibi düz bir kentmiş. Yukarıdan bakınca bunun yanlış olamayacağını düşünüyorum. Karanlık da olsa, alçak katlı evlerden yükselen zayıf ışıkların gökyüzüne doğru isteksizce yayıldığı kent, Ağustos böceklerinin bayram yaptığı dev bir çayırlığa benziyor. Geniş yollar ışıklandırılmış ve havaalanına yakın yollarda trafik sıkışıklığı pek görülmüyor. Yalnız havaalanının kentin dışında olduğunu varsayarsak aşağıdaki temiz görüntünün kentin geneli hakkında ciddi bir çıkarsamaya yetmeyeceği açık. Bangkok - Delhi arası dört saatin biraz üzerinde sürüyor dolayısıyla pek yol yorgunu sayılmayız.

Havaalanı temiz ve geniş. Yerlerin toprak kırmızısı halılarla kaplanmış olması ilerki günlerde göreceğimiz kırmızı binaların haberini veriyor adeta. Gümrük kapısına vardığımda bir müslümanı köşede namaz kılarken görüyorum. Endonezya ve Pakistan’dan sonra dünyanın en fazla müslüman nüfusa sahip ülkesi Hindistan. Merdivenlerden aşağıya inince gümrük memurlarının diğer havaalanlarının aksine polis ya da asker değil de sivil olmaları şaşırtıyor beni. Hemen hepsi orta yaşın üzerinde, ceketli, gravatlı ve bıyıklı olan bu memurlar bana Türkiye'de devlet dairelerinde çalışan yıllanmış devlet memurlarını anımsatıyorlar. Memurların hiçbirisinin kadın olmaması şaşırtıcı. Pasaportuma mühür vurdurmam biraz zaman alıyor -dört defa uzatılan bitim tarihinden dolayı memur şaşırıyor tabii- ama sonuçta kapıdan geçip, dışarı çıkabiliyorum. Çıkışın yanındaki para bozdurma gişesinden 1 doları 42 rupiye bozdurup (daha sonra kentte bu oranın 45'in bile üzerinde olduğunu öğrenmek nedense pek acıtmıyor içimizi), iki maceraperest kafadar, resmi olarak Hindistan'a varıyoruz.
Dışarısı hafif soğuk. Ceketimi giyiyorum. Burada hasta olmak hiç hoş olmaz. Hasta olmak hiçbir yerde hoş değildir ama en çok Hindistan’da hoş değildir sanırım. Dışarıda hava ağır ve sisli. Havaalanının içindeyken duyduğum yanık kokusuna benzer kokunun çok daha yoğun bir şekilde dışarıda olduğunu farketmemle 'Incredible India' deneyimimiz başlamış oluyor. Bir süre yürüyoruz taksi durağını bulmak için. Yoldan karşıya geçmek için yapılan alt geçitin (adına ‘subway’ dendiği için önce metro var sanıyoruz.) zaman kaybettiren bir delhiz olduğunu anlayıp, tekrar yola çıkıyoruz. Karşıya geçtiğimizde önceden ödemeli taksi durağının geldiğimiz tarafta olduğunu fark edip tekrar karşıya geçiyoruz. Gişedeki adama elimdeki otel adresini veriyorum. Adam adrese bakıp 330 Rupi diyor. Zaten gişenin önünde ciddi bir sıra yok, gelen kolunu kafasını sokuyor içeriye, görevliyle konuşmak için. Bir kargaşa, bir kaos... Ben üzerinde adres yazan ve parayı ödediğimi belirten fişi alana kadar benden sonra gelenler işlerini bitirip ayrılıyorlar. Bu curcunada paranın üstünü almayı unutuyorum. Elimde fiş, taksi durağına geri dönüyorum. Birkaç adam yanımıza yaklaşıp kendilerinin bizi götüreceklerini söylüyorlar. Kime güveneceğimizi, hangisinin doğru görevli olduğunu bilmediğimiz için yürüyen bantta unutulmuş bir bavul gibi dolanıp duruyoruz. Paranın üstünü almadığımı o anda fark edip geri gidiyorum. Önce vermek istemiyorlar ama ısrar edince mızrakları indiriyorlar.Geriye döndüğümde bir adam elimizdeki fişe bakıyor, az önce önümüzden kalkan Ambassador marka taksinin (Hindistan'ın ürettiği ilk araba) arkasındaki küçük ve eski Tata'ya (Hindistan'ın ürettiği, ucuzluğuyla ünlü başka bir marka) atlıyoruz. İkimiz de biraz şaşkın, biraz müteyakkiz, biraz ürkek, biraz kuşkuluyuz. Karga tulumba denilecek bir halde taksiye yüklendik ve gidiyoruz. Taksi şoförü konuşmak istiyor. Nereliyiz? Bu Hindistan'a ilk gelişimiz mi? Evli miyiz? Çocuğumuz var mı? Hindistan'da nerelere gideceğiz? Tedbirli konuşuyoruz. Bir U yanıt veriyor, bir ben. Sanki bir televizyon yarışmasındayız. Aramızda sıra konusunda bir ön anlaşma olmadığı için kimi zaman şoförün sorduğu soruya ikimiz de yanıt vermiyoruz, sorucuk havada bir süre asılı kalıp, taksinin içindeki siyahlıkta kayboluyor. Yol boyunca şoför bize metronun henüz tamamlanmamış havaalanı hattını gösteriyor.
Kentin bende uyandırdığı ilk izlenimim boşluk ve karanlık. Etraf sanki siyah bir örtüyle kaplanmış, yorgun ışık hüzmelerinin mücadeleden vazgeçmiş bir hali var. Sis ya da dumanın kararttığı sokaklarda tek tük yürüyen insanlar, zayıf sokak lambalarının aydınlatamadığı caddeler, yol kenarlarına birikmiş çöpler... Boşluk duygusu sanırım güven eksikliğinden kaynaklanıyor. Bu şoföre güvenebilir miyiz? Bizi nereye götürecek? Gittiğimiz yerde bizden bir daha para isteyip olay çıkaracak mı? Bu sorular kafamızı meşgul ettişi için sessizlik ufak cümleciklerin arasını taşların arasındaki boşlukları dolduran su gibi dolduruyor. 20 dakikalık bir yolculuktan sonra otelin olduğu caddeye varıyoruz. Dar, ışıklandırması yetersiz ve arabanın farından anladığım kadarıyla tozlu bir yol bu. Yeni Delhi tren istasyonuna yakın olduğu için seçtiğimiz oteli biraz aramayla, sora sora, buluyoruz. Çantaları otelin önüne indirip, bahşiş (bakhşiş diyor) isteyen şoföre 50 rupi veriyorum. İndiğimiz yerde durup, sokağa, korna çalarak ilerleyen tuktuklara, birer ikişer yol kenarında yürüyen başları kaşkolla (poşu demek daha doğru olur sanırım) sarılı gençlere ve en çok da kalacağımız otele baktığımızda, Hindistan'da yaşayacağımız hayal kırıklıkları silsilesinin ilkiyle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz.

İkinci Bölüm – Otel Odası, garsonlar, yemek, tren istasyonu ve yolculuğu, Agra’ya varış.

1 yorum:

  1. Hindistan'a gitme fikri heyecan uyandırıyor. Bir gün bana da nasip olacak, çok iyi biliyorum :)

    YanıtlaSil