24 Mayıs 2007 - 14:36 – HÇMK, Okul
Gece üçte uyandım maçı izlemek için. Hesabın neresinde hata yaptıysam maçın ikinci yarısına yetiştim. Oysa Honkong’da 2’de başlayacak maç burada 3’te başlamalıydı. Televizyonu açtığımda ikinci yarı yeni başlamıştı. Beklediğimin altında, vasat bir futbol oynadı her iki takım da! Hele ikinci yarıya 1-0 galip olarak başlayan Milan oyunu yavaşlatmak için elinden geleni –ya da savunmasının anlık bir hatasından kazandılar. Kalan dakikalarda kırmızılar bastırdı ama Milan beş dakikada iki gol yiyecek bir takım değil. Sonuçta şampiyon oldular. İki yıl önceki maçı kaybetmiş olmalarından dolayı, bu sefer kazanmalarını istiyordum. Huzurlu bir biçimde –bana ne oluyorsa!- tekrar yatağa gittim. Sabah 6:30’da uyandım. Sınav 9’da başlayacaktı.
Saat 7:30 gibi çıktım evden. Otele vardığımda önce park yeri bulmakta zorlandım. Nasıl olur da koca otel yapıp, otele park yeri yapmazlar, anlamış değilim. Sonunda kapıdaki görevli ikna oldu da motorumu girişin yanındaki lokantanın önüne park edebildim. Yoksa beni yolun karşısındaki sokağa, bulunduğum yerden görülemeyen bir park yerine gönderecekti.
Motoru park ettikten sonra lokantaya girip hızlı bir kahvaltı yaptım. Aç karna başım ağrır, kahvesizlikten beynim zonklar diye bir de koyu kahveyi az şekerli ve sütsüz içtim. Keşke içmeseydim. Tüm sınav boyunca paslı bir demiri yalamışım gibi bir tat kaldı ağzımda. Kahvaltıdan hemen sonra koşarak asansöre bindim. Hemen tüm öğrenciler benden önce gelmişler, heyecanla fısıladaşarak konuşuyorlardı. Sınavın başlamasına en az kırk dakika vardı. Bu genç topluluğun arasına balıklama dalınca içide tuhaf bir zıtlık, mahçubiyet derecesine varan bir eziklik hissettim. Büyük bir olasılıkla yaşım oradaki gençlerin yaş ortalamasının 10 yıl üzerinde idi. Sonuçta bu gençler ya uluslararası bir üniversiteye girmek için kendilerinden istenen 6 notunu almak için gelmişlerdi ya da ilk işlerine girmek için çabalıyorlardı. Her iki durumda da yaşları 17 ile 23 arasında değişiyordu. Ben içlerinde en yaşlı olan, en uzun boylu olan ve hatta en Avrupalı görünümlü olandım. Sınavdan hemen sonra okula, 1:30’daki toplantıya yetişeceğim için üzerimde açık yeşil gömlek, yeşil çizgili bir kravat, siyah bir pantolon ve yenı boyanmış pırıl pırıl ayakkabılar vardı. Belki de pek çoğu benim ajan olduğumu falan düşünmüştür. “Aslında İngiliz ama etrafı kolaçan etmek için sınava giriyor.” gibi düşünmemeleri için hiçbir neden yok. Hele ki duvarların bile kulaklarının olduğu Vietnam gibi bir ülkede… Fakat bu ajan olma fantezisi bile içimdeki mahçubiyeti azaltmamıştı. Rahat görünmek,onlardan farklı olduğumu göstermek için masanın üzerine yarım bir şekilde oturup, Naipaul okumaya başladım. Amacım gerçekten de okumaktı! Hava atmak değil yani! Hem kime, niye hava atayım. Bu öğrencileri hayatımda bir daha hiç görmeyeceğim. Ayrıca eğer günde elli sayfa okumazsam bu kitabın biteceği yok. Zaten kurgu olmadığı için bana zor geliyor. Okuyucuyu sürükleyen bir dinamizmi yok. Yazar Kum’da meşhur bir molla ile görüşmeye gitmiş. Zaten o kadar ödlek ki Naipaul, tüm İran halkını tavuk kendisini darı zannediyor. Molla ile buluşmaya gittiği yerde Pakistan’lı öğrencileri görünce kendisinin Hindistan kökenli olduğunu söylemek istemiyor. Ne olacak söylerse? Sanki Pakistanlı öğrenciler Naipaul’u yiyecekler Hindistanlı olduğu için. Yalan söylemek istiyor ama en sonunda yalanı eline yüzüne bulaştırıyor. Tiksindirici bir sahne! Kendisini başkalarından üstün görme hastalığı var adamda. Kente girerken anlattığı gözlemler de bunun kanıtı. Tutup çölün ortasındaki Kum’u Londra ile kıyaslamaya kalkışması, medeniyet yönünden mollaları eksik bulması… Bakalım daha ne kadar dayanacağım bu kitaba… Bir de böyle kötü bir huyum var. Bir kitaba başlarım ama ondan sonra okuyacağım kitabın hayaliyle okumakta olduğum kitabı kendime zindan ederim. Sanki zorla okutturuluyorum! Naipaul’dan sonra Murakami gelecek ya! Onun heyecanı bu sefer… 10 Haziran’a kadar bitirebilirsem bu kitabı, Tayland gezime Murakami’nin iki kitabını götürürüm. Petçabun’da dağları izlerken, “Dance Dance Dance” okumak zevkli olacaktır herhalde…
Orada, masanın üzerinde iğreti bir şekilde oturmuşken gençlerin çantalarına bakma fırsatım da oldu. Ne de olsa sınav salonuna kalem ve silgiden başka bir şey sokmamıza izin vermiyorlardı. Çantalar benim oturduğum masanın öteki ucuna konuyordu. Renk renkti hepsi de! Kimisi siyah deri, kimisi renkli örme, kimisi plastik, kimisi de okul çantasıydı. İnsanların karakterleri üzerine sırf çantalara bakarak bile bir şeyler söylenebilirdi aslında. Tabii fazla uçmamak kaydıyla. Mesela sınav için çok çalışan öğrenciler büyük bir olasılıkla basit, plastik bir çanta ile gelmişlerdi. Çünkü sınava hazırlandıkları dönem içerisinde alışveriş yapmaya vakitleri olmamıştı. Sınavdan sonra gidecek yerleri olanların çantaları ya işlerini belli edecek derecede ciddi ya da hayat tarzlarını yansıtacak kadar renkli idi. Makyajlı ve uzun boylu bir kızın çantası markasının parıltısı ile dikkat çekiyordu. Yalnız bu çantanın gerçek bir Fransız ya da İtalyan olmadığı aşikârdı. Öyle olsa dışarda bırakmazdı kız. Dong Koi’de ya da Le Loi’de üç-beş dolara alınabilecek, gerçeğinden ayırt edilemeyecek kadar güzel ve bakımlı taklit çantalardan birisiydi işte. Uzun kollu sarı gömleğini, Türkiye’deki dindar müslüman gençler gibi dışarı sarkıtmış bir genç delikanlının çantası ise çarşıdan aldığı gömleği ya da kitabı koyması için kendisine verilen türden, üzerinde firmanın adını taşıyan, beyaz bir plastik çantaydı. Anlaşılan genç delikanlının çantalarla pek arası yoktu. Belki de parası yoktu! Ya da ihtiyacı! Kısa boylu, yüzündeki koyu ciddiyeti ile diğerlerinden ayrılan bir genç kızın çantası ise yüzünden eksilen renkleri taşıyordu. Sınavdan dolayı çok mu endişe ediyordu? Yoksa kafasını kuralayan başka bir derdi mi vardı? Çantası otantik denilebilecek güzellikte, narin ve ufaktı. Hatta renkleri saymazsak çanta kızın kendisine benziyordu. Belki bir kermesten kimsesiz çocuklara yardım etmiş olmak için almıştı, belki de kuzey taraflarına gittiği bir geziden dönerken, yol kenarında çanta ve şapka satan etnik azınlıkların yaşadığı bir köyden. Gençlerin arasına karışmış, sanırım benden birkaç yaş küçük olan kravatlı bir adamın çantası tavandan gelen ışık hüzmelerinin etkisiyle parıldayan siyah deriden yapılmıştı. Herhalde sınavdan sonra işyerine gidecek, akşama kadar çalışacak, sınavın getireceği bulanık zihnini gündelik işlerle meşgul olarak dağıtacaktı.
Neyse, zaman çabucak geçti de sınav salonuna girebildik. Ben “listening” bölümünde gerçek bir öğretmenin metni okuyacağını düşünüyordum. Meğer kasetten okuyacaklarmış metni. Zaten ortada anadili İngilizce olan tek bir kişi bile yoktu. Vietnam’lı sınav görevlisinin dediklerini zorlukla anlayabiliyordum. Sonuçta hepsinden emin olamasam da tüm soruları yanıtladım. “Reading” bölümü ise sandığımdan zor oldu. Soruların bazıları bana öznel yorumlara açık geldiği için yine emin olamadan yanıtladım. “Writing” ise en güzel tarafıydı. Önce yorumlamam için üç tane grafik verdiler. Üç grafik üzerine, İstatistiksel ve Matematiksel iki sayfalık bir yorum yazdım. Umarım sınav kağıdını okuyacak olan öğretmenin azıcık da olsa matematik temeli vardır. Yoksa hiçbir şey anlamaz yazdıklarımdan. Ardından da teknolojinin yararları ve zararları üzerine üfürükten bir konuda kompozisyon yazmamız isteniyordu. Ben üç sayfa boyunca kelimenin Yunanca anlamından başlayıp, batı aydınlanmasına, oradan da Adorno’nun post-modern tutumuna kadar uzun tarihsel bir resim çizdim. Ardından da klasik laflarla yazıyı bitirdim. Yok eğitim tek kurtuluşumuzdur, yok küresel ısınmaya karşı elimizden geleni yapmalıyız. Bunların bir kısmını inanarak, bir kısmını da sınav kağıdımı okuyacak öğretmeni memnun etmek için yazdım.Sonuçta her iş gibi burada da kârımı göz ardı edemezdim. Çok uç noktalara uzanmadığım için ciddi anlamda kendi fikirlerimle çelişkiye düşmedim. Sadece normal bir zamanda söylenmeye değmeyecek, herkesin bildiği türden şeyleri birbiri ardına sıralamak bana biraz ters geldi. Ama olsun! Bizden de istenen bu değil mi? Öğretmenin işi daha çok dilbilgisini kontrol etmek olacak. Umarım hızlı yazayım derken kelimeleri yanlış yazmamışımdır.
Sınavdan sonra hemen motora atlayıp okula geldim. Bir ton ileti gelmişti kutuma. Çoğu da öğrencilerden! Beni görmek, projeleri hakkında sorunlarını hâlletmek istiyorlar. Hepsine saat 4’ten sonrası için randevu verdim. Toplantıya katıldım, öğlen yemeğini yedim… Birazdan damlamaya başlarlar. Onlar gelmeden bu yazıyı son bir defa başından sonuna okuyup, sayfaya ekleyeyim. Akşam bir sorun çıkmazsa ikini kitap için bir öykü düzelteceğim. Umarım sözüme sadık kalabilirim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder