22 Mayıs 2007 – 20:28 – HÇMK, Ev
Dün, akşam yemeği için köşedeki yeni lokantaya gittim. Yanıma kitap almadığım için garsondan rica ettiğim küçük bir kağıt parçasına ufak tefek notlar alıyordum. Tam yemeği bitirmiş, çıkmaya hazırlanıyordum, içeriye sarışın güzel bir kız girdi. Uzun boylu, Fransızlar’da görmeye alıştığım türden simetrik ve sivri bir burnu vardı. Kız içeriye girer girmez, benim karşımdaki masaya, yüzünü bana dönecek şekilde oturdu. Koca lokanta bomboştu. İstediği yere oturmak varken, neden benim tam gözümün önüne oturmayı seçmişti. Gözüm bu arada yüzüğümü takmadığım parmağıma ilişti. Bu bilinçli bir tercih değildi. Saatim ve cep telefonum da yoktu yanımda. Evden çıkarken tüm takılarımı evde bırakmıştım işte! Kadının yüzüne doğrudan bakmaya cesaret edemediğim için –kendime yakıştıramıyorum böyle bir şeyi- cama yansıyan yüzüne baktım. Dışarısı karanlık, içerisi de tam tersine ışık cenneti olduğu için görüntü alabildiğine netti. Masaya oturur oturmaz bilgisayarını açtı. Ne de olsa lokantada kablosuz internet var. Benim hiç de haz almadığım bir şey! Zaten her yanımız internet, zaten her yerde bağlıyız, bari yemek yerken bizi rahat bıraksın bu internet denen gönüllü sürgün aracı. Ama yok! Artık gençler hep birlikte kafelere doluşup, internetle haşır neşir oluşuyorlar. Hani sosyalleşme? Hani insanlarla iletişime geçme? MSN’de sohbet ediyor ya, yeter! Sanırım bu kız da internetteki arkadaşıyla sohbet ediyordu. Bir süre daha bilgisayarıyla oynadıktan sonra garsona pizza söyledi. Bu arada sürekli bilgisayarında bir şeyler yazdı. Garson yanından ikinci kez geçerken pizzayı iptal etmek istediğini belirtti ama garson kızın ne demek istediğini anlayamadı. Bir süre her ikisi de elleriye, gözleriyle bocaladılar. Ben tüm bu olanları penceredeki yansımadan, ara sıra yoldan geçen arabaların ışıklarının meydana getirdiği görüntü kopmaları eşliğinde izledim. Kahvemden son bir fırt daha çektim. Artık çıkmalıydım.
Bu sırada içeriye Gavin ve küçük kızı Rebecca girdi. Baba kız lokantanın ortasındaki geniş koltuklara kuruldular. Ben de onları görünce dayanamadım, yanlarına gittim. Gavin’i uzun süredir görmemiştim. İlk zamanlar birkaç defa okulda frizbi oynamıştık. Bir iki defa da spor salonunda koşarken ya da ağırlık çalışrken görmüştüm. Eşi Vietnamlı. Burada uluslararası bir okulda İngilizce öğretmenliği yapıyor. O geldikten sonra ben eve dönmekten vazgeçtim. Oturduk, onlar yemeklerini bitirene kadar edebiyattan, yazmadan, tiyatrodan, siyasetten konuştuk. Türkiye hakkında son gelişen olaylardan dolayı çok şey duymuş ama ne olup bitiğini tam çıkaramamış. Ben de gülerek, “Ne olup bittiğini ben de anlamış değilim, kimsenin anladığını da zannetmiyorum.” dedim. Kendisi de bir ara yazmaya çalışmış ama yürümemiş. Ona Orhan Pamuk’un romanlarından, Nobel konuşmasından, sevdiğim yazarlardan bahsettim. Bir dahaki görüşmemizde kendisine “Black Book”u ya da “White Castle”ı vereceğim. Ona Pazar akşamı gittiğim tiyatro oyunundan da bahsettim. Müsait olursa gelecek Pazar birlikte gideceğiz. Kaybedecek bir şeyim yok! Aynı oyunu bir daha görmekten zarar gelmez. O da bana Ho Çi Min’deki İngiliz Uluslararası Okulu’nun yakında bir tiyatro gösterimi olacağını söyledi. Bu sabah oyunun adını, yerini ve tarihini öğrendim. J. B. Priestly’nin “An Inspector Call” adlı oyunu, okulun öğrencileri tarafından sahnelenecekmiş. İlk fırsatta bilet alacağım.
Rebecca rahat dursaydı daha uzun konuşacaktık ama ufaklık hoplayıp zıpladığı, tuzluğu yere attığı ve elindeki suluğu ters çevirip koltukları ıslattığı için Gavin gitmenin zamanının geldiğine karar verdi. Annesi alışverişe çıkmış. Çocuğu babasına bırakmış. Bu arada ikinci bebeklerini beklediklerini öğrendim. Biraz kıskançlıkla –elimde değil- tebrik ettim. Biz çıkarken sarışın kızın erkek arkadaşı gelmişti. Kısa boylu, hafif şişman, büyük olasılıkla Vietnamlı bir adamdı. İçeri girince kızı alnından öptü. Sonra da karşısına oturup konuşmaya başladılar. Dışarı çıktığımızda yağmur yağıyordu. Hızlı adımlarla yürüyerek eve vardım. Yazma üzerine Gavin’le yaptığımız konuşma sırasında İngilizce olarak yazdığım iki öyküyü kendisine göndereceğimi söylemiştim. Eve varınca önce onları gönderdim. Tiyatro hakkındaki yazıya başlamadan önce biraz Naipaul okudum. Yazacağım şey ne olursa olsun, başlamadan önce ilintili ya da ilintisiz bir şeyler okuma alışkanlığımı seviyorum. Naipaul üzerine ciddi bir yazı yazmak gerek. İnsanların ruhlarına, kimliklerine ve sırlarına rahatlıkla hakim olabilen bir düşünür ama konu İslam olunca biraz yalpalıyor. Mesela daha kitabın başında İslamı rönesans doğurmamakla suçluyor. Sanki Hristiyanlık rönesansın nedeniymiş gibi. Batıda rönesans antik Yunan’ın ve Roma’nın hümanizmine dönmekle gerçekleşti. Yani aslında rönesans kiliseye sırtını dönmekle aynı şey. Yoksa kilisenin her türlü değişime karşı olduğu, dünya dönüyor diyen Galile’yi ev sürgününde tutup, matematikçi Bruno’yu ateşe attığını herkes biliyor. Hem ayrıca İslam medeniyetini tamamıyla görmezlikten gelmesi, İslam inancına yukarıdan bakması ve hatta hor görmesi beni hayli rahatsız etti. İslam medeniyetinin rönesansı Endülüs’te açıkça gözlemlenebilir. Bunun savunmasını yapacak değilim. Batıda yaşanıp da doğuda yağanmayan tek sıçrama bilimsel düşüncenin dogmalar karşısındaki zaferidir. Bu rönesansla sınırlamak ahmaklık olur. Daha önce Brian’dan Naipaul’un emperyalist çizgide bir yazar olduğunu duymuştum. Brian o yüzden okumazdı Naipaul. Daha önce “A Bend in the River”ı okurken, Afrika üzerine yazdıklarından ciddi anlamda oryantalist bir koku sezmemiştim. Belki de Afrikalı olmadığım içindi tepkisizliğim. Ben de diğerleri gibiyim işte! Kuyruğuma basılmadan çığlık atmıyorum. Hem benim Tayland ya da Vietnam hakkında yazdıklarıma ne demeli? Ben anlayabiliyormuyum bu insanları? Anlayıp mı yazıyorum yoksa yargılayıp mı yazıyorum? Özeleştirimi diri tutmam gerek. Bir yazar ancak özeleştirisi sayesinde yazı yazma sanatında ve düşüncelerinde berraklaşır, daha rafine ürünler vermeyi başarır. Mesela Naipaul’un İran’ı tanımlarken bir hiçten bahsediyor gibi konuşması, insanları üçkağıtçı ve dalevereci olarak betimlemesi rahatsız ediyor beni. İran’a hiç gitmedim ama sağolsun Fatma Özdirek sayesinde gitmiş gibi oldum. Şimdilik bu kitap hakkında çok şey söylememin pek bir anlamı yok. Kitabı okurken bir yandan notlar alıyorum. Bitirince etrafını cami, ağyarını mani bir eleştiri yazacağım.
Akşam yazıyı bitirip sayfama koyduktan sonra nedense kafamdaki düşünce kırıntıları bir türlü durmadılar. Soğuk suyla duş aldım, yatağa girdim ama uyku tutmadı. Sanırım gece ikiye kadar bundan sonra yazacaklarımı düşünüp durdum. Türkçe yazmaya başladığım için içimde tarifsiz bir heyecan var. En azından artık eskisi gibi hangi kelimeyi, hangi deyimi kullanacağım diye kafa yormuyorum. Türkçe yazarken hızım İngilizce yazarkenki hızımın neredeyse iki katı. Bu bile dönüşüm için yeterli bir gerekçe.
Sabah dokuzda üç saatlik bir derse girdim. Neredeyse 12’ye kadar aralıksız İstatistik anlattım. Bu arada öğrencileri uykudan ve sıkılmaktan uzak tutmak için bir sürü de şaklabanlık yapıp, onları güldürdüm. Bir ara derste motor kasketi bile taktım. Matraklık olsun! Yoksa geçer mi üç saat? Dersten sonra yemek yedim ve ardından öğrencilerin sorularını yanıtladım. Saat iki gibi gözlerimi açamayacak kadar uykusuz ve bitkindim. Motora atlayıp eve geldim ve iki saat uyudum. Kalkınca da T ile buluşmaya gittim. Güya bana Vietnamca öğretecekti. Bir şey öğrendiğim yok! Hem zaten her zaman geç geliyor. Bazen gelmiyor bile. Tayland’da olduğu gibi burada da insanlar saati bir süs eşyasından öte bir amaç için kullanmıyorlar. Buluşmaya gelmeyen arkadaş arama zahmetine katlanmıyor. Dün temizlikçi kadın gelip ütü yapacaktı. Ne geldi, ne aradı, ne de sordu! Ben temizlikçi şirketi aradım, yanıt veren olmadı. Öğrenciler bile farklı değil. Bugün bir öğrenciye 12:30’da yazıhanede buluşmak için randevu verdim. Ben öğrenciyi bekletmemek için yemeğimi hızlı hızlı yedim ve yukarı çıktım. Oysa sevgili öğrencim 15 dakika geç kaldı. Neden geç kaldığını sordun: Arkadaşlarıyla muhabbet ediyormuş. Ne kadar da geçerli bir mazeret... Bazen sinirlenmemek için kendimi zor tutuyorum...
T’nin yanından gelince meşhur “tavuklu erişte” yemeğimi yaptım ve yedim. Bu arada arka dişlerimden birisi kırıldı. Ufak bir parçasını az daha yutuyordum. Bir bu eksikti. Şimdi dilim iki de bir o kırık dişin, keskin kıyıcığına sürünecek. Oynaya oynaya dilimi acıtacağım... Bu da gönüllü işkence...
Dün, akşam yemeği için köşedeki yeni lokantaya gittim. Yanıma kitap almadığım için garsondan rica ettiğim küçük bir kağıt parçasına ufak tefek notlar alıyordum. Tam yemeği bitirmiş, çıkmaya hazırlanıyordum, içeriye sarışın güzel bir kız girdi. Uzun boylu, Fransızlar’da görmeye alıştığım türden simetrik ve sivri bir burnu vardı. Kız içeriye girer girmez, benim karşımdaki masaya, yüzünü bana dönecek şekilde oturdu. Koca lokanta bomboştu. İstediği yere oturmak varken, neden benim tam gözümün önüne oturmayı seçmişti. Gözüm bu arada yüzüğümü takmadığım parmağıma ilişti. Bu bilinçli bir tercih değildi. Saatim ve cep telefonum da yoktu yanımda. Evden çıkarken tüm takılarımı evde bırakmıştım işte! Kadının yüzüne doğrudan bakmaya cesaret edemediğim için –kendime yakıştıramıyorum böyle bir şeyi- cama yansıyan yüzüne baktım. Dışarısı karanlık, içerisi de tam tersine ışık cenneti olduğu için görüntü alabildiğine netti. Masaya oturur oturmaz bilgisayarını açtı. Ne de olsa lokantada kablosuz internet var. Benim hiç de haz almadığım bir şey! Zaten her yanımız internet, zaten her yerde bağlıyız, bari yemek yerken bizi rahat bıraksın bu internet denen gönüllü sürgün aracı. Ama yok! Artık gençler hep birlikte kafelere doluşup, internetle haşır neşir oluşuyorlar. Hani sosyalleşme? Hani insanlarla iletişime geçme? MSN’de sohbet ediyor ya, yeter! Sanırım bu kız da internetteki arkadaşıyla sohbet ediyordu. Bir süre daha bilgisayarıyla oynadıktan sonra garsona pizza söyledi. Bu arada sürekli bilgisayarında bir şeyler yazdı. Garson yanından ikinci kez geçerken pizzayı iptal etmek istediğini belirtti ama garson kızın ne demek istediğini anlayamadı. Bir süre her ikisi de elleriye, gözleriyle bocaladılar. Ben tüm bu olanları penceredeki yansımadan, ara sıra yoldan geçen arabaların ışıklarının meydana getirdiği görüntü kopmaları eşliğinde izledim. Kahvemden son bir fırt daha çektim. Artık çıkmalıydım.
Bu sırada içeriye Gavin ve küçük kızı Rebecca girdi. Baba kız lokantanın ortasındaki geniş koltuklara kuruldular. Ben de onları görünce dayanamadım, yanlarına gittim. Gavin’i uzun süredir görmemiştim. İlk zamanlar birkaç defa okulda frizbi oynamıştık. Bir iki defa da spor salonunda koşarken ya da ağırlık çalışrken görmüştüm. Eşi Vietnamlı. Burada uluslararası bir okulda İngilizce öğretmenliği yapıyor. O geldikten sonra ben eve dönmekten vazgeçtim. Oturduk, onlar yemeklerini bitirene kadar edebiyattan, yazmadan, tiyatrodan, siyasetten konuştuk. Türkiye hakkında son gelişen olaylardan dolayı çok şey duymuş ama ne olup bitiğini tam çıkaramamış. Ben de gülerek, “Ne olup bittiğini ben de anlamış değilim, kimsenin anladığını da zannetmiyorum.” dedim. Kendisi de bir ara yazmaya çalışmış ama yürümemiş. Ona Orhan Pamuk’un romanlarından, Nobel konuşmasından, sevdiğim yazarlardan bahsettim. Bir dahaki görüşmemizde kendisine “Black Book”u ya da “White Castle”ı vereceğim. Ona Pazar akşamı gittiğim tiyatro oyunundan da bahsettim. Müsait olursa gelecek Pazar birlikte gideceğiz. Kaybedecek bir şeyim yok! Aynı oyunu bir daha görmekten zarar gelmez. O da bana Ho Çi Min’deki İngiliz Uluslararası Okulu’nun yakında bir tiyatro gösterimi olacağını söyledi. Bu sabah oyunun adını, yerini ve tarihini öğrendim. J. B. Priestly’nin “An Inspector Call” adlı oyunu, okulun öğrencileri tarafından sahnelenecekmiş. İlk fırsatta bilet alacağım.
Rebecca rahat dursaydı daha uzun konuşacaktık ama ufaklık hoplayıp zıpladığı, tuzluğu yere attığı ve elindeki suluğu ters çevirip koltukları ıslattığı için Gavin gitmenin zamanının geldiğine karar verdi. Annesi alışverişe çıkmış. Çocuğu babasına bırakmış. Bu arada ikinci bebeklerini beklediklerini öğrendim. Biraz kıskançlıkla –elimde değil- tebrik ettim. Biz çıkarken sarışın kızın erkek arkadaşı gelmişti. Kısa boylu, hafif şişman, büyük olasılıkla Vietnamlı bir adamdı. İçeri girince kızı alnından öptü. Sonra da karşısına oturup konuşmaya başladılar. Dışarı çıktığımızda yağmur yağıyordu. Hızlı adımlarla yürüyerek eve vardım. Yazma üzerine Gavin’le yaptığımız konuşma sırasında İngilizce olarak yazdığım iki öyküyü kendisine göndereceğimi söylemiştim. Eve varınca önce onları gönderdim. Tiyatro hakkındaki yazıya başlamadan önce biraz Naipaul okudum. Yazacağım şey ne olursa olsun, başlamadan önce ilintili ya da ilintisiz bir şeyler okuma alışkanlığımı seviyorum. Naipaul üzerine ciddi bir yazı yazmak gerek. İnsanların ruhlarına, kimliklerine ve sırlarına rahatlıkla hakim olabilen bir düşünür ama konu İslam olunca biraz yalpalıyor. Mesela daha kitabın başında İslamı rönesans doğurmamakla suçluyor. Sanki Hristiyanlık rönesansın nedeniymiş gibi. Batıda rönesans antik Yunan’ın ve Roma’nın hümanizmine dönmekle gerçekleşti. Yani aslında rönesans kiliseye sırtını dönmekle aynı şey. Yoksa kilisenin her türlü değişime karşı olduğu, dünya dönüyor diyen Galile’yi ev sürgününde tutup, matematikçi Bruno’yu ateşe attığını herkes biliyor. Hem ayrıca İslam medeniyetini tamamıyla görmezlikten gelmesi, İslam inancına yukarıdan bakması ve hatta hor görmesi beni hayli rahatsız etti. İslam medeniyetinin rönesansı Endülüs’te açıkça gözlemlenebilir. Bunun savunmasını yapacak değilim. Batıda yaşanıp da doğuda yağanmayan tek sıçrama bilimsel düşüncenin dogmalar karşısındaki zaferidir. Bu rönesansla sınırlamak ahmaklık olur. Daha önce Brian’dan Naipaul’un emperyalist çizgide bir yazar olduğunu duymuştum. Brian o yüzden okumazdı Naipaul. Daha önce “A Bend in the River”ı okurken, Afrika üzerine yazdıklarından ciddi anlamda oryantalist bir koku sezmemiştim. Belki de Afrikalı olmadığım içindi tepkisizliğim. Ben de diğerleri gibiyim işte! Kuyruğuma basılmadan çığlık atmıyorum. Hem benim Tayland ya da Vietnam hakkında yazdıklarıma ne demeli? Ben anlayabiliyormuyum bu insanları? Anlayıp mı yazıyorum yoksa yargılayıp mı yazıyorum? Özeleştirimi diri tutmam gerek. Bir yazar ancak özeleştirisi sayesinde yazı yazma sanatında ve düşüncelerinde berraklaşır, daha rafine ürünler vermeyi başarır. Mesela Naipaul’un İran’ı tanımlarken bir hiçten bahsediyor gibi konuşması, insanları üçkağıtçı ve dalevereci olarak betimlemesi rahatsız ediyor beni. İran’a hiç gitmedim ama sağolsun Fatma Özdirek sayesinde gitmiş gibi oldum. Şimdilik bu kitap hakkında çok şey söylememin pek bir anlamı yok. Kitabı okurken bir yandan notlar alıyorum. Bitirince etrafını cami, ağyarını mani bir eleştiri yazacağım.
Akşam yazıyı bitirip sayfama koyduktan sonra nedense kafamdaki düşünce kırıntıları bir türlü durmadılar. Soğuk suyla duş aldım, yatağa girdim ama uyku tutmadı. Sanırım gece ikiye kadar bundan sonra yazacaklarımı düşünüp durdum. Türkçe yazmaya başladığım için içimde tarifsiz bir heyecan var. En azından artık eskisi gibi hangi kelimeyi, hangi deyimi kullanacağım diye kafa yormuyorum. Türkçe yazarken hızım İngilizce yazarkenki hızımın neredeyse iki katı. Bu bile dönüşüm için yeterli bir gerekçe.
Sabah dokuzda üç saatlik bir derse girdim. Neredeyse 12’ye kadar aralıksız İstatistik anlattım. Bu arada öğrencileri uykudan ve sıkılmaktan uzak tutmak için bir sürü de şaklabanlık yapıp, onları güldürdüm. Bir ara derste motor kasketi bile taktım. Matraklık olsun! Yoksa geçer mi üç saat? Dersten sonra yemek yedim ve ardından öğrencilerin sorularını yanıtladım. Saat iki gibi gözlerimi açamayacak kadar uykusuz ve bitkindim. Motora atlayıp eve geldim ve iki saat uyudum. Kalkınca da T ile buluşmaya gittim. Güya bana Vietnamca öğretecekti. Bir şey öğrendiğim yok! Hem zaten her zaman geç geliyor. Bazen gelmiyor bile. Tayland’da olduğu gibi burada da insanlar saati bir süs eşyasından öte bir amaç için kullanmıyorlar. Buluşmaya gelmeyen arkadaş arama zahmetine katlanmıyor. Dün temizlikçi kadın gelip ütü yapacaktı. Ne geldi, ne aradı, ne de sordu! Ben temizlikçi şirketi aradım, yanıt veren olmadı. Öğrenciler bile farklı değil. Bugün bir öğrenciye 12:30’da yazıhanede buluşmak için randevu verdim. Ben öğrenciyi bekletmemek için yemeğimi hızlı hızlı yedim ve yukarı çıktım. Oysa sevgili öğrencim 15 dakika geç kaldı. Neden geç kaldığını sordun: Arkadaşlarıyla muhabbet ediyormuş. Ne kadar da geçerli bir mazeret... Bazen sinirlenmemek için kendimi zor tutuyorum...
T’nin yanından gelince meşhur “tavuklu erişte” yemeğimi yaptım ve yedim. Bu arada arka dişlerimden birisi kırıldı. Ufak bir parçasını az daha yutuyordum. Bir bu eksikti. Şimdi dilim iki de bir o kırık dişin, keskin kıyıcığına sürünecek. Oynaya oynaya dilimi acıtacağım... Bu da gönüllü işkence...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder