28 Mayıs 2007 – 21:08 – Ev
Aklımda hakkında yazılacak hiçbir şey yok. Yarım saattir odanın içerisinde dönüp duruyorum. Biraz şınav çektim, ağırlık kaldırdım. Az kaldı bilgisayarı kapatıp, sabah başladığım Murakami’nin romanını okumaya devam edecektim. Ama sonra içimdeki sese kulak verip, olası tembelliğimi yendim. Azıcık da olsa, çok değeri olmasa da, her gün en az bir sayfa yazmalıyım. Üniversitede okurken namazın fıtrat olması diye bir kavramdan bahsedilirdi. Hani kaçırınca azap çekmek, yokluğuna dayanamamak gibi bir duygu. Yıllarca namaz kıldım ama bir türlü namaz fıtratım olmadı. Hep aynı tembellikle yanaştım namaza. Dersten çıkıp, camiye koşarken de, sınava geç girme pahasına Akşam namazını çabucak kıldığım zamanlarda da, koltukta televizyona bakarken uyuyup yatsı namazını alel acele kılıp yatağa atlarken de namaz fıtratım olmamıştı. Hep benden ayrı, hep yapılması, bitirilmesi gereken bir iş olarak göründü bana namaz. Orada bekliyordu işte! Kaçmanın bir yolu yoktu! Kaçırınca üzüldüm ama kahrolmadım, kazasını kıldım. Şimdiki durumum da o zamanki durumumdan farklı değil. Namazın yerini yazı aldı. Kaçırınca kazasını yapmaya çalışıyorum. Yazamayınca sinirleniyorum, dertleniyorum. Ama yine de kaçırıyorum!
Evet! Bitiremedim Naipaul’un “Among the Believers”ını. İran yolculuğu bittikten sonra okuma hevesim kırıldı. İran gibi dev bir kültüre sürekli yukardan bakıp, hiçbir şeyi beğenmeyen, kendisini darı tüm İranlıları tavuk zanneden bir yazar Naipaul. Alabildiğine korkak, alabildiğine cahil! Ve alabildiğine oryantalist! İran edebiyatı ve kültürü hakkında en ufak bir bilgisi olmadığı da zaten tavırlarındaki bilmişlik, beğenmemişlik ve hakarete varan eleştirilerden anlaşılıyor. Üzerinden otuz yıl bile geçmemiş bir kitap olmasına rağmen içeriği açısından bana göre üçyüz yıllık kitaplardan daha demode. Çünkü yazarın sevdiği, bildiği, övdüğü tek bir uygarlık var. O da batı uygarlığı. Gözlüklerini çıkarmıyor ki görsün burnunun dibindeki doğuyu. Varsa yoksa demokrasi, bilim... Bunlara hepimizin saygısı var! Ama bir uygarlık içinde bulunduğu koşullar ile anlaşılır ancak. Fatma Özdirek hanım ne de güzel anlatıyor İran’ı sırf İran gezileri için hazırladığı sayfasında. Naipaul’dan daha inançlı olduğunu zannetmiyorum Fatma’nın. Onun en büyük farkı insanları sevmesi, onlara değer vermesi, anlamak için çabalaması. Naipaul sevmiyor, yargılıyor, bıçak gibi kesip atıyor kendi düşünce dünyasında mükemmel olarak tanımlanmış öğelere uymayan her şeyi. Oysa ne kadar da sevmiştim kendisini “A Bend in the River”ı okurken. Bir Afrikalı olsaydım beğenmezdim belki de! Zordur böyle şeylere karar vermek. İnsan dünyaya ikinci defa gelmiyor ki hissetsin Afrikalı olmanın ne demek olduğunu. Nasıldır acaba Afrikalı olmak? Yüzyıllardır sömürülen, kandırılan, yeri geldiğinde köle gibi satılan, öldürülen, sürgün edilen, her türlü zenginliği elinden alınan bir milletin çocuğu olmak çok farklı olsa gerek. Anlayabilir mi bir batılı bunu? Ya da bir Türkiyeli, bir Japonyalı?
Dün sabah Virginia Woolf’un “The Waves” adlı romanını aldım. Woolf’un “Kendine Ait bir Oda” adlı kitabını okumuştum yıllar önce. Üniversite hayatı boyunca kendisine ait bir odası hiç olmamış bir delikanlı için kaldırılamayacak kadar ağır gelmişti kitap. Ne demekti insanın kendisine ait bir odasının olması? Kapıyı kapattığında kendisi ile başbaşa kalması mı? İçindeki sesi dinlemesi, kendisini tanıması ve beğenmediği yanlarını yontup, kendini dış dünyaya hazırlaması mı? Kötülüklere, yani nefsine boyun eğmesi mi? Yoksa mucit olup çıkması mı? Ne olurdu yirmi yaşında bir insan tek başına bir odada kalsa, kendi kişisel dünyasında arzuları ile görevleri arasında denge kurmayı öğrense, yaşamını idare etmeyi kafasına koysa, dümeni eline geçirse ve gemiyi dalgalara doğru sürüp, dalgalarla boğuşmaya alışsa! Çok mu şey istemiş olurduk? Hayır! Olamazdı! Gençler damarlarındaki azılı kanın nereye akacağına karar veremeyecek kadar toy ve deneyimsizdi. O ancak büyüklerin yol göstermesi ile yolunu bulabilir, kendinden büyük abileri/ablaları ile kalarak yaşamayı, ayakta durmayı öğrenebilirdi. Hem sonuçta karar vermemeye karar vermek de bir çeşit karar değil miydi? Ölçü kesindi! Satın alacağın ayakkabının rengini bile soracaksın abine? Sorardık! Memleketimizde kaç gün kalacağımıza başkaları karar verirdi. Hangi kitabı okuyacağımıza, hangi evde kalacağımıza, hangi oda arkadaşı ile karşılıklı yataklarda uyuyacağımıza, hangi okulu seçeceğimize, okulu ne zaman bitireceğimize, okulda kimlerle arkadaşlık edeceğimize başkaları karar verirdi. Öyle ki zaman geldi, karar vermenin ne demek olduğunu unuttuk –ya da hiç öğrenmeye fırsatımız olmadı- ve kararların başkaları tarafından verilmelerine bir zamanlar şikayetçi olmamıza rağmen, azıcık büyüyüp, burnumuz suyun üstüne çıkınca, başkaları adına karar vermeye başladık. Salgın bir hastalıktı bu! Ya itaat edeceksin ya da başkaları sana itaat edecek. Kısır ama mutlu bir döngüydü. Fanusun içinde kaldığın sürece sorun yaşamazdın. Peki ya fanusun dışı? Var mıydı öyle bir seçenek! Örnekleri çoktu fanusun dışının! Beğenmez, eleştirir, kıyasıya yerden yere vururduk fanusun dışındakileri. Biz ve ötekiler vardı. Aradakiler, yani sallanan bir diş gibi sırıtan üçüncü güruh araftakilerdi. Onlar fanusun içini tatmış, beğenmemiş ya da beğenilmemiş ve soluğu dışarıda bulmuşlardı. Ehl-i araf genelde zincirini koparmış köpek gibi saldırırdı sağa sola! Onları okulda, bahçede, kantinde kızlarla konuşurken görür ve yadırgardık, ellerindeki sigaraya bir anlam veremez ve yadırgardık, uzayan saçlarına iğrenerek bakar ve yadırgardık. Onlar özgürlüklerini yaşar, biz biraz kıskançlıktan, biraz da adet olsun diye yadırgardık. Çünkü biz mükemmeldik, onlar düşmüşlerdi. Onlara yardım etmeliydik. Edemiyorsak yadırgamalıydık. İmanın en zayıf noktası bu değil miydi?
Gerçi son yıl bir odam olmuştu! Benim de sonunda burnum suyun üzerine çıkmıştı. Etraftakilerin abi dediği, ne yaptığını ne dediğini bilmeyen, ama deneyimli, çarklardan geçmiş, tabir yerindeyse ‘çekmiş’ birisi olmuştum. Hak ediyordum artık bir odayı. Çünkü kendisine güvenilen birisi olmuştum. Ne okusam yeriydi, ne söylesem bir yolunu bulup, ters takla atıp, kendimi haklı gösterebilmenin yolunu öğrenmiştim. Benden öncekiler de öyleydi. Bu yüzden suçluluk duymuyordum. Sonunda ben de bir odaya sahip olabilecektim. Kitaplarımı duvardaki raflara koyduğum, dolabımda Heidegger’i ve Marks’ı sakladığım bir odam olmuştu. Penceresi apartman boşluğuna bakan, ışığı açmadan 24 saat boyunca hiçbir şeyin okunamayacağı bir odaydı bu. Odamla gurur duyardım, çoğu zaman kapısını kitlerdim. Ben yokken kullanmalarına izin verirdim ama ben evdeyken kolay kolay boşaltmazdım. Bol bol okurdum... Hatta ilk yazı denemelerimi bu odada yazdığımı hatırlıyorum. YTÜ’de okuyan Matematikçi bir arkadaşa okutmuştum yazdıklarımı. Beğenmişti... Ne Heidegger’i ne de Marks’ı derinden okuyup, anlayabilmiştim ama onları dolabımda bulundurmak Zapotekvari bir isyan duygusu uyandırıyordu içimde. Gizli işler çeviriyor duygusu veriyordu o kitapları dolapta, elbiselerin arkasında saklamak, evde kimse yokken ya da akşam geç vakitlerde sessizce okumak. Oysa kimsenin taktığı yoktu Marks’a ya da Heidegger’e. Okuman gereken kitapları okuduktan sonra kimse ne okuduğuna karışmazdı. Ama önce en önemli kitapları okumalıydın. Yoksa başın döner, yönünü bulamazdın. Buna inanmazdın! Yürüdüğün yolun ne olduğunu bildiğini iddia ederdin. Kimsenin seni imanından edemeyeceğini söylerdin.
Şimdi bir odam değil, bir evim var. Dawkins’in kitabını başköşeye koyabildiğim ufak da olsa bir kitaplığım var. Yazılarımı yazabildiğim bir bilgisayarım var. Ne kitaplar, ne oda, ne de ben aynıyım artık. Yalnız aynı olan bir şey var ki ben halen neden bu aynı şeyden vaz geçemediğimi anlayabilmiş değilim. O zamanların Ali’si Abdussamed’den Meryem, Yusuf ve Isra dinlemeye bayılırdı. Şimdinin Ali’si de Abdüssamed’den Yusuf ve Meryem dinlemeye bayılıyor. –Isra’yı Mustafa Ismail daha iyi okuyor- Düşünceler, inançlar değişti ama Kur’an dinlemeye olan bağlılığım değişmedi... Kimbilir belki ilerde değişir... Ya da ölene kadar bir zevk olarak kalır Meryem’i dinlemek. Şu anda bile, bu satırları yazıyorken Yusuf dinliyorum... Ne buluyorum kuyuya atılan Yusuf’un hikayesinde bu kadar? Yoksa kendisini gönüllü olarak kuyunun dibine atmış birisi olarak kaderim mi kuyunun dibindeki diğer masumu sevmem ve hikayesini tekrar be tekrar bıkmadan dinleyebilmem?
Aklımda hakkında yazılacak hiçbir şey yok. Yarım saattir odanın içerisinde dönüp duruyorum. Biraz şınav çektim, ağırlık kaldırdım. Az kaldı bilgisayarı kapatıp, sabah başladığım Murakami’nin romanını okumaya devam edecektim. Ama sonra içimdeki sese kulak verip, olası tembelliğimi yendim. Azıcık da olsa, çok değeri olmasa da, her gün en az bir sayfa yazmalıyım. Üniversitede okurken namazın fıtrat olması diye bir kavramdan bahsedilirdi. Hani kaçırınca azap çekmek, yokluğuna dayanamamak gibi bir duygu. Yıllarca namaz kıldım ama bir türlü namaz fıtratım olmadı. Hep aynı tembellikle yanaştım namaza. Dersten çıkıp, camiye koşarken de, sınava geç girme pahasına Akşam namazını çabucak kıldığım zamanlarda da, koltukta televizyona bakarken uyuyup yatsı namazını alel acele kılıp yatağa atlarken de namaz fıtratım olmamıştı. Hep benden ayrı, hep yapılması, bitirilmesi gereken bir iş olarak göründü bana namaz. Orada bekliyordu işte! Kaçmanın bir yolu yoktu! Kaçırınca üzüldüm ama kahrolmadım, kazasını kıldım. Şimdiki durumum da o zamanki durumumdan farklı değil. Namazın yerini yazı aldı. Kaçırınca kazasını yapmaya çalışıyorum. Yazamayınca sinirleniyorum, dertleniyorum. Ama yine de kaçırıyorum!
Evet! Bitiremedim Naipaul’un “Among the Believers”ını. İran yolculuğu bittikten sonra okuma hevesim kırıldı. İran gibi dev bir kültüre sürekli yukardan bakıp, hiçbir şeyi beğenmeyen, kendisini darı tüm İranlıları tavuk zanneden bir yazar Naipaul. Alabildiğine korkak, alabildiğine cahil! Ve alabildiğine oryantalist! İran edebiyatı ve kültürü hakkında en ufak bir bilgisi olmadığı da zaten tavırlarındaki bilmişlik, beğenmemişlik ve hakarete varan eleştirilerden anlaşılıyor. Üzerinden otuz yıl bile geçmemiş bir kitap olmasına rağmen içeriği açısından bana göre üçyüz yıllık kitaplardan daha demode. Çünkü yazarın sevdiği, bildiği, övdüğü tek bir uygarlık var. O da batı uygarlığı. Gözlüklerini çıkarmıyor ki görsün burnunun dibindeki doğuyu. Varsa yoksa demokrasi, bilim... Bunlara hepimizin saygısı var! Ama bir uygarlık içinde bulunduğu koşullar ile anlaşılır ancak. Fatma Özdirek hanım ne de güzel anlatıyor İran’ı sırf İran gezileri için hazırladığı sayfasında. Naipaul’dan daha inançlı olduğunu zannetmiyorum Fatma’nın. Onun en büyük farkı insanları sevmesi, onlara değer vermesi, anlamak için çabalaması. Naipaul sevmiyor, yargılıyor, bıçak gibi kesip atıyor kendi düşünce dünyasında mükemmel olarak tanımlanmış öğelere uymayan her şeyi. Oysa ne kadar da sevmiştim kendisini “A Bend in the River”ı okurken. Bir Afrikalı olsaydım beğenmezdim belki de! Zordur böyle şeylere karar vermek. İnsan dünyaya ikinci defa gelmiyor ki hissetsin Afrikalı olmanın ne demek olduğunu. Nasıldır acaba Afrikalı olmak? Yüzyıllardır sömürülen, kandırılan, yeri geldiğinde köle gibi satılan, öldürülen, sürgün edilen, her türlü zenginliği elinden alınan bir milletin çocuğu olmak çok farklı olsa gerek. Anlayabilir mi bir batılı bunu? Ya da bir Türkiyeli, bir Japonyalı?
Dün sabah Virginia Woolf’un “The Waves” adlı romanını aldım. Woolf’un “Kendine Ait bir Oda” adlı kitabını okumuştum yıllar önce. Üniversite hayatı boyunca kendisine ait bir odası hiç olmamış bir delikanlı için kaldırılamayacak kadar ağır gelmişti kitap. Ne demekti insanın kendisine ait bir odasının olması? Kapıyı kapattığında kendisi ile başbaşa kalması mı? İçindeki sesi dinlemesi, kendisini tanıması ve beğenmediği yanlarını yontup, kendini dış dünyaya hazırlaması mı? Kötülüklere, yani nefsine boyun eğmesi mi? Yoksa mucit olup çıkması mı? Ne olurdu yirmi yaşında bir insan tek başına bir odada kalsa, kendi kişisel dünyasında arzuları ile görevleri arasında denge kurmayı öğrense, yaşamını idare etmeyi kafasına koysa, dümeni eline geçirse ve gemiyi dalgalara doğru sürüp, dalgalarla boğuşmaya alışsa! Çok mu şey istemiş olurduk? Hayır! Olamazdı! Gençler damarlarındaki azılı kanın nereye akacağına karar veremeyecek kadar toy ve deneyimsizdi. O ancak büyüklerin yol göstermesi ile yolunu bulabilir, kendinden büyük abileri/ablaları ile kalarak yaşamayı, ayakta durmayı öğrenebilirdi. Hem sonuçta karar vermemeye karar vermek de bir çeşit karar değil miydi? Ölçü kesindi! Satın alacağın ayakkabının rengini bile soracaksın abine? Sorardık! Memleketimizde kaç gün kalacağımıza başkaları karar verirdi. Hangi kitabı okuyacağımıza, hangi evde kalacağımıza, hangi oda arkadaşı ile karşılıklı yataklarda uyuyacağımıza, hangi okulu seçeceğimize, okulu ne zaman bitireceğimize, okulda kimlerle arkadaşlık edeceğimize başkaları karar verirdi. Öyle ki zaman geldi, karar vermenin ne demek olduğunu unuttuk –ya da hiç öğrenmeye fırsatımız olmadı- ve kararların başkaları tarafından verilmelerine bir zamanlar şikayetçi olmamıza rağmen, azıcık büyüyüp, burnumuz suyun üstüne çıkınca, başkaları adına karar vermeye başladık. Salgın bir hastalıktı bu! Ya itaat edeceksin ya da başkaları sana itaat edecek. Kısır ama mutlu bir döngüydü. Fanusun içinde kaldığın sürece sorun yaşamazdın. Peki ya fanusun dışı? Var mıydı öyle bir seçenek! Örnekleri çoktu fanusun dışının! Beğenmez, eleştirir, kıyasıya yerden yere vururduk fanusun dışındakileri. Biz ve ötekiler vardı. Aradakiler, yani sallanan bir diş gibi sırıtan üçüncü güruh araftakilerdi. Onlar fanusun içini tatmış, beğenmemiş ya da beğenilmemiş ve soluğu dışarıda bulmuşlardı. Ehl-i araf genelde zincirini koparmış köpek gibi saldırırdı sağa sola! Onları okulda, bahçede, kantinde kızlarla konuşurken görür ve yadırgardık, ellerindeki sigaraya bir anlam veremez ve yadırgardık, uzayan saçlarına iğrenerek bakar ve yadırgardık. Onlar özgürlüklerini yaşar, biz biraz kıskançlıktan, biraz da adet olsun diye yadırgardık. Çünkü biz mükemmeldik, onlar düşmüşlerdi. Onlara yardım etmeliydik. Edemiyorsak yadırgamalıydık. İmanın en zayıf noktası bu değil miydi?
Gerçi son yıl bir odam olmuştu! Benim de sonunda burnum suyun üzerine çıkmıştı. Etraftakilerin abi dediği, ne yaptığını ne dediğini bilmeyen, ama deneyimli, çarklardan geçmiş, tabir yerindeyse ‘çekmiş’ birisi olmuştum. Hak ediyordum artık bir odayı. Çünkü kendisine güvenilen birisi olmuştum. Ne okusam yeriydi, ne söylesem bir yolunu bulup, ters takla atıp, kendimi haklı gösterebilmenin yolunu öğrenmiştim. Benden öncekiler de öyleydi. Bu yüzden suçluluk duymuyordum. Sonunda ben de bir odaya sahip olabilecektim. Kitaplarımı duvardaki raflara koyduğum, dolabımda Heidegger’i ve Marks’ı sakladığım bir odam olmuştu. Penceresi apartman boşluğuna bakan, ışığı açmadan 24 saat boyunca hiçbir şeyin okunamayacağı bir odaydı bu. Odamla gurur duyardım, çoğu zaman kapısını kitlerdim. Ben yokken kullanmalarına izin verirdim ama ben evdeyken kolay kolay boşaltmazdım. Bol bol okurdum... Hatta ilk yazı denemelerimi bu odada yazdığımı hatırlıyorum. YTÜ’de okuyan Matematikçi bir arkadaşa okutmuştum yazdıklarımı. Beğenmişti... Ne Heidegger’i ne de Marks’ı derinden okuyup, anlayabilmiştim ama onları dolabımda bulundurmak Zapotekvari bir isyan duygusu uyandırıyordu içimde. Gizli işler çeviriyor duygusu veriyordu o kitapları dolapta, elbiselerin arkasında saklamak, evde kimse yokken ya da akşam geç vakitlerde sessizce okumak. Oysa kimsenin taktığı yoktu Marks’a ya da Heidegger’e. Okuman gereken kitapları okuduktan sonra kimse ne okuduğuna karışmazdı. Ama önce en önemli kitapları okumalıydın. Yoksa başın döner, yönünü bulamazdın. Buna inanmazdın! Yürüdüğün yolun ne olduğunu bildiğini iddia ederdin. Kimsenin seni imanından edemeyeceğini söylerdin.
Şimdi bir odam değil, bir evim var. Dawkins’in kitabını başköşeye koyabildiğim ufak da olsa bir kitaplığım var. Yazılarımı yazabildiğim bir bilgisayarım var. Ne kitaplar, ne oda, ne de ben aynıyım artık. Yalnız aynı olan bir şey var ki ben halen neden bu aynı şeyden vaz geçemediğimi anlayabilmiş değilim. O zamanların Ali’si Abdussamed’den Meryem, Yusuf ve Isra dinlemeye bayılırdı. Şimdinin Ali’si de Abdüssamed’den Yusuf ve Meryem dinlemeye bayılıyor. –Isra’yı Mustafa Ismail daha iyi okuyor- Düşünceler, inançlar değişti ama Kur’an dinlemeye olan bağlılığım değişmedi... Kimbilir belki ilerde değişir... Ya da ölene kadar bir zevk olarak kalır Meryem’i dinlemek. Şu anda bile, bu satırları yazıyorken Yusuf dinliyorum... Ne buluyorum kuyuya atılan Yusuf’un hikayesinde bu kadar? Yoksa kendisini gönüllü olarak kuyunun dibine atmış birisi olarak kaderim mi kuyunun dibindeki diğer masumu sevmem ve hikayesini tekrar be tekrar bıkmadan dinleyebilmem?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder