23 Mayıs 2007 – 14:51 – HÇMK, Okul
Yarın IELTS sınavına giriyorum. Sözleşmemin devam etmesi için bu sınavdan en az 7 almam gerekiyor. Sınavdan bir korkum yok! Kendimi bildim bileli kağıt-kalemle yapılan sınavlarda başarılı olmuşumdur. Gardner “Multiple Intelligence” adlı artık kült haline gelmiş kitabında sınavlarda başarılı olanları “Linguistic Intelligence” sınıfına koyar. Aynı zekaya sahip insanların kitapkurdu olduklarını, iyi hikaye anlatabildiklerini, şair ya da oyun yazarı olabildiklerini de savunur. Kitapkurdu olmakla sınavlarda başarılı olmanın nasıl bir ilişkisi var bilmiyorum ama nedense kendime bu zeka türünü ve bir de “Logical-Mathematical Intelligence”ı uygun görüyorum. İnsan bir yerlere ait olmak istiyor elinde olmadan. Zekamın ne tür olduğunu bilirsem onu beslemem kolaylaşır. Ya da tam tersi, bugüne kadar bilinçsizce beslemiş olduğum bu iki zeka türü bende diğerlerinin önüne geçmiş, hatta onları geride bırakmıştır. Mesela ben de “Musical Intelligence”ın güdük kaldığı aşikâr. Liderlik kabiliyetim de olmadığına göre “Interpersonal Intelligence”ım da düşük olmalı. Spor yapmayı sevmeme karşın hiçbir sporda iyi olmadığıma göre “Bodily-Kinaesthetic Intelligence”ım da yerlerde sürünüyor demektir. Neyse işte! Yarın sınava gireceğiz. İngilizce anadilim olmadığı için bu sınavla okul yöneticilerine, İstatistik ve Matematik anlatacak kadar yeterli İngilizcem olduğunu kanıtlayacağım. Böylece en az bir yıllık daha sözleşmem olacak. Bunu ne kadar istiyorum ben de bilmiyorum...
Bazen bu sınavdan bilerek düşük bir not almanın beni bu ülkenin dışına atacağını düşünüyorum. Ne olur sanki? Karar vermiş olmanın getireceği ağırlıktan kaçmış olurum. Abuk subuk bir kompozisyon yazar, konuşma sınavı sırasında bol bol kelimeleri yanlış telaffuz ederim. Sonuç 7’nin altında gelince de “Ne yapalım? Buraya kadarmış.” deyip ülkeme geri dönerim. Böylece birileri “Neden güzelim işi bıraktın da geldin?” derse, “Ben bırakmadım, atıldım” derim. Tabii bunun yan etkileri olacaktır. Böylesine basit bir sınavdan 7 bile alamadığım için ilerki iş başvurularımda zorluk yaşayabilirim. Hem ya okuldaki öğrenciler duyarlarsa aldığım notu? O zaman tüm havam söner, kocaman bir hiç olurum. Çok umurumda değil hiç olmak çünkü imajım hiç olduğunda ben burada olmayacağım. Bu yan etkilerden dolayı daha havalı, daha karizmatik bir istfa yöntemi düşünüyorum: Önce sınava asılıp, alabileceğim en yüksek notu alacağım. Mesela şöyle bir 8 ya da 8.5 fena olmaz. Ardından sınav sonuç belgesini istifa mektubuma ekleyip bölüm başkanına ileteceğim. Şöyle bir cümle fena olmaz: İstifa etmem için gereken 7 barajını aşmış bulunmaktayım. Saygılarımla... “
Her sabah evden çıkmadan önce o gün yapacaklarımı ajandamın sayfasına yazıyorum. Şimdiye kadar yazdığım işleri bitirdiğim günlerin sayısı parmakla sayılacak kadar azdır. Güya dün ikinci kitap için bir öykü düzeltecektim. Olmadı! Tüm akşamı bilgisayar başında ya da kitap okurken esneyerek geçirdim. Hem ütü işi de bekliyor. Sabah bir pantolon ütüledim. Her gün bir pantolon bir gömlek... Halen geçen hatadan kalan gömleklerle idare ediyorum. Dün yarım gün giydiğim sarı gömleği de kirlenmemiştir diye salondaki elbise askısına astım. Birkaç gün sonra tekrar giyerim diye. Bekarlık insana neler yaptırıyor... Patatesin her türlüsünü yedim son iki hafta içinde. Bol bol da yoğurt tüketiyorum hazır Caruvan yanımda yokken. O geldiği zaman tatlı yoğurtlar alacak, beni hasta edecek. Hem buzdolabı beni zamanımda en kral dönemini yaşıyor. Malzemeleri günlük alıp, tüketiyorum. Böylece buzdolabına çok iş düşmüyor. Bir tek peyniri, yumurtaları bir de ufak tefek sebzeleri saklıyorum buzdolabında. Dolayısıyla Caruvan’ın doldurduğu o ağır kokulu balıklar hiçbir şeyi kokutamıyorlar. Evi temizlemek ise çok gerekli olmadığı için haftada bir, üç dakikalık bir süpürme ile geçiştiriliyor. Çamaşırları hakkıyla yıkıyorum. Sağolsun makine! Bulaşıkları da eksiksiz yıkıyorum. Ocağın silme işi ise iki aylık aralıklarla yapılabileceği için Caruvan’ı bekliyor. Hem ben evi pırıl pırıl yaparsam üzülür o. Benim ona ihtiyacım olmadığını düşünmeye başlar, krize girer. Kendisini gerekli hissetmesi için evde bir şeylerin yolunda gitmemesi gerekiyor. Onsuz bir hayatın imkansız olduğunu ona hissettirmeliyim. Bundan başka da bir amacım yok.
Bugün sabah Don ile kitap değiş tokuşu yaptık. O bana Murakami’nin “Dance, Dance, Dance”ını verdi. Ben de ona Pamuk’un “Black Book”unu. Geçen haftalarda “The Snow”u okumuş. Ben de ona "Yanlış yerden başlamışsın Pamuk’u okumaya" demiştim en son gittiğimiz Karaoke partisinde. Aman Z. Bey duymasın Karaoke partisine gidip, bir yandan içerken bir yandan da REM’den “Loosing My Religion” şarkısını söylediğimi. Yoksa beni paralar yine! Yoksa REM Alevilerin şarkısı mı? Oysa o partiye katılan sekiz kişiden üçü yazardı. Don’un eşinin yazdığı öyküler kendi ülkesindeki dergilerde ve antolojilerde yayınlanmış. Ben iki öyküsünü okudum. İnce, insanın içine işleyen bir tarzı var. Don da yazıyor. Ama bu insanlar yeri geldiği zaman eğlenmeyi de biliyorlar. Entellektüelliği hayatı karartma, karamsar olma, Kafka ile akraba olma, bir odaya kapanıp gece-gündüz düşünme ile eş anlamlı olarak gören aydın bizde çoktur. Kolay mı unutmam sevgili Uli’nin Tarkan şarkısına gösterdiği tepkiyi. Sırf onun bu tepkisi için öykü yazmıştım. Yakında yayınlanacak kitapta yer alacak bu öykü. Oh olsun! İyi intikamımı almıştım o zaman. Bahsettiğim aydın güruhuna göre pop müzik dinleyenler, futbol izleyenler, şarkı söyleyenler, çekirdek çıtlatanlar, nargile içip gevezelik yapanlar ve hatta ucuz aşk romanları okuyanlar aptallar sınıflamasını hak edenlerdir. Aydınlanma çizgisine dalan her yeni aydının bu aşamadan geçtiğini düşünüyorum. Hani biz Kundera okuyup, Calvino konuşuyoruz ya! Herkes öyle olmalı. Yok efendim ne alâkası var?
Ben evlendiğimiz yıllarda Caruvan’ı alıştırmak istedim güzel edebiyata. Ona Joyce, Kafka, Marquez aldım. Sıkıldı. Okuyamadı. Gerçekçilik yetişme tarzına ya da hayâllerine ters geldi. Ama en azından okuma alışkanlığı edindi. Artık benden fazla okuyor. Okuduğu kitapları ben beğenmiyorum ama laf da etmiyorum. Mesela son birkaç yılda hastası oldu Nicholas Spark’ın aşk romanlarının. Ne yapayım? O kitapları okuyan aptal olur, okuma mı diyeyim? Okusun! Hiçbir şey okumamasından iyidir. Herkes benim gibi Murakami delisi mi olmalı entellektüel olmak için? Geçenlerde bana da almış Spark’ın bir kitabını. Okuyacağıma söz verdim. İşkence gibi olacak ama okuyacağım.Hem onu ve onun gibilerini anlamam için iyi bir fırsat bu. Söz verdik bir kere.
Bir sonraki yazıda bu tür aydınlardan söz etmeye devam edeceğim. Hele şu sınavı kazasız belasız bir atlatalım...
Yarın devam ederiz...
Yarın IELTS sınavına giriyorum. Sözleşmemin devam etmesi için bu sınavdan en az 7 almam gerekiyor. Sınavdan bir korkum yok! Kendimi bildim bileli kağıt-kalemle yapılan sınavlarda başarılı olmuşumdur. Gardner “Multiple Intelligence” adlı artık kült haline gelmiş kitabında sınavlarda başarılı olanları “Linguistic Intelligence” sınıfına koyar. Aynı zekaya sahip insanların kitapkurdu olduklarını, iyi hikaye anlatabildiklerini, şair ya da oyun yazarı olabildiklerini de savunur. Kitapkurdu olmakla sınavlarda başarılı olmanın nasıl bir ilişkisi var bilmiyorum ama nedense kendime bu zeka türünü ve bir de “Logical-Mathematical Intelligence”ı uygun görüyorum. İnsan bir yerlere ait olmak istiyor elinde olmadan. Zekamın ne tür olduğunu bilirsem onu beslemem kolaylaşır. Ya da tam tersi, bugüne kadar bilinçsizce beslemiş olduğum bu iki zeka türü bende diğerlerinin önüne geçmiş, hatta onları geride bırakmıştır. Mesela ben de “Musical Intelligence”ın güdük kaldığı aşikâr. Liderlik kabiliyetim de olmadığına göre “Interpersonal Intelligence”ım da düşük olmalı. Spor yapmayı sevmeme karşın hiçbir sporda iyi olmadığıma göre “Bodily-Kinaesthetic Intelligence”ım da yerlerde sürünüyor demektir. Neyse işte! Yarın sınava gireceğiz. İngilizce anadilim olmadığı için bu sınavla okul yöneticilerine, İstatistik ve Matematik anlatacak kadar yeterli İngilizcem olduğunu kanıtlayacağım. Böylece en az bir yıllık daha sözleşmem olacak. Bunu ne kadar istiyorum ben de bilmiyorum...
Bazen bu sınavdan bilerek düşük bir not almanın beni bu ülkenin dışına atacağını düşünüyorum. Ne olur sanki? Karar vermiş olmanın getireceği ağırlıktan kaçmış olurum. Abuk subuk bir kompozisyon yazar, konuşma sınavı sırasında bol bol kelimeleri yanlış telaffuz ederim. Sonuç 7’nin altında gelince de “Ne yapalım? Buraya kadarmış.” deyip ülkeme geri dönerim. Böylece birileri “Neden güzelim işi bıraktın da geldin?” derse, “Ben bırakmadım, atıldım” derim. Tabii bunun yan etkileri olacaktır. Böylesine basit bir sınavdan 7 bile alamadığım için ilerki iş başvurularımda zorluk yaşayabilirim. Hem ya okuldaki öğrenciler duyarlarsa aldığım notu? O zaman tüm havam söner, kocaman bir hiç olurum. Çok umurumda değil hiç olmak çünkü imajım hiç olduğunda ben burada olmayacağım. Bu yan etkilerden dolayı daha havalı, daha karizmatik bir istfa yöntemi düşünüyorum: Önce sınava asılıp, alabileceğim en yüksek notu alacağım. Mesela şöyle bir 8 ya da 8.5 fena olmaz. Ardından sınav sonuç belgesini istifa mektubuma ekleyip bölüm başkanına ileteceğim. Şöyle bir cümle fena olmaz: İstifa etmem için gereken 7 barajını aşmış bulunmaktayım. Saygılarımla... “
Her sabah evden çıkmadan önce o gün yapacaklarımı ajandamın sayfasına yazıyorum. Şimdiye kadar yazdığım işleri bitirdiğim günlerin sayısı parmakla sayılacak kadar azdır. Güya dün ikinci kitap için bir öykü düzeltecektim. Olmadı! Tüm akşamı bilgisayar başında ya da kitap okurken esneyerek geçirdim. Hem ütü işi de bekliyor. Sabah bir pantolon ütüledim. Her gün bir pantolon bir gömlek... Halen geçen hatadan kalan gömleklerle idare ediyorum. Dün yarım gün giydiğim sarı gömleği de kirlenmemiştir diye salondaki elbise askısına astım. Birkaç gün sonra tekrar giyerim diye. Bekarlık insana neler yaptırıyor... Patatesin her türlüsünü yedim son iki hafta içinde. Bol bol da yoğurt tüketiyorum hazır Caruvan yanımda yokken. O geldiği zaman tatlı yoğurtlar alacak, beni hasta edecek. Hem buzdolabı beni zamanımda en kral dönemini yaşıyor. Malzemeleri günlük alıp, tüketiyorum. Böylece buzdolabına çok iş düşmüyor. Bir tek peyniri, yumurtaları bir de ufak tefek sebzeleri saklıyorum buzdolabında. Dolayısıyla Caruvan’ın doldurduğu o ağır kokulu balıklar hiçbir şeyi kokutamıyorlar. Evi temizlemek ise çok gerekli olmadığı için haftada bir, üç dakikalık bir süpürme ile geçiştiriliyor. Çamaşırları hakkıyla yıkıyorum. Sağolsun makine! Bulaşıkları da eksiksiz yıkıyorum. Ocağın silme işi ise iki aylık aralıklarla yapılabileceği için Caruvan’ı bekliyor. Hem ben evi pırıl pırıl yaparsam üzülür o. Benim ona ihtiyacım olmadığını düşünmeye başlar, krize girer. Kendisini gerekli hissetmesi için evde bir şeylerin yolunda gitmemesi gerekiyor. Onsuz bir hayatın imkansız olduğunu ona hissettirmeliyim. Bundan başka da bir amacım yok.
Bugün sabah Don ile kitap değiş tokuşu yaptık. O bana Murakami’nin “Dance, Dance, Dance”ını verdi. Ben de ona Pamuk’un “Black Book”unu. Geçen haftalarda “The Snow”u okumuş. Ben de ona "Yanlış yerden başlamışsın Pamuk’u okumaya" demiştim en son gittiğimiz Karaoke partisinde. Aman Z. Bey duymasın Karaoke partisine gidip, bir yandan içerken bir yandan da REM’den “Loosing My Religion” şarkısını söylediğimi. Yoksa beni paralar yine! Yoksa REM Alevilerin şarkısı mı? Oysa o partiye katılan sekiz kişiden üçü yazardı. Don’un eşinin yazdığı öyküler kendi ülkesindeki dergilerde ve antolojilerde yayınlanmış. Ben iki öyküsünü okudum. İnce, insanın içine işleyen bir tarzı var. Don da yazıyor. Ama bu insanlar yeri geldiği zaman eğlenmeyi de biliyorlar. Entellektüelliği hayatı karartma, karamsar olma, Kafka ile akraba olma, bir odaya kapanıp gece-gündüz düşünme ile eş anlamlı olarak gören aydın bizde çoktur. Kolay mı unutmam sevgili Uli’nin Tarkan şarkısına gösterdiği tepkiyi. Sırf onun bu tepkisi için öykü yazmıştım. Yakında yayınlanacak kitapta yer alacak bu öykü. Oh olsun! İyi intikamımı almıştım o zaman. Bahsettiğim aydın güruhuna göre pop müzik dinleyenler, futbol izleyenler, şarkı söyleyenler, çekirdek çıtlatanlar, nargile içip gevezelik yapanlar ve hatta ucuz aşk romanları okuyanlar aptallar sınıflamasını hak edenlerdir. Aydınlanma çizgisine dalan her yeni aydının bu aşamadan geçtiğini düşünüyorum. Hani biz Kundera okuyup, Calvino konuşuyoruz ya! Herkes öyle olmalı. Yok efendim ne alâkası var?
Ben evlendiğimiz yıllarda Caruvan’ı alıştırmak istedim güzel edebiyata. Ona Joyce, Kafka, Marquez aldım. Sıkıldı. Okuyamadı. Gerçekçilik yetişme tarzına ya da hayâllerine ters geldi. Ama en azından okuma alışkanlığı edindi. Artık benden fazla okuyor. Okuduğu kitapları ben beğenmiyorum ama laf da etmiyorum. Mesela son birkaç yılda hastası oldu Nicholas Spark’ın aşk romanlarının. Ne yapayım? O kitapları okuyan aptal olur, okuma mı diyeyim? Okusun! Hiçbir şey okumamasından iyidir. Herkes benim gibi Murakami delisi mi olmalı entellektüel olmak için? Geçenlerde bana da almış Spark’ın bir kitabını. Okuyacağıma söz verdim. İşkence gibi olacak ama okuyacağım.Hem onu ve onun gibilerini anlamam için iyi bir fırsat bu. Söz verdik bir kere.
Bir sonraki yazıda bu tür aydınlardan söz etmeye devam edeceğim. Hele şu sınavı kazasız belasız bir atlatalım...
Yarın devam ederiz...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder