21 Mayıs 2007 – HÇMK, Ev
Dün öğleden sonra Tennessa Williams’ın “Summer and Smoke” adlı tiyatro oyununa gittim. Yıllar sonra bir tiyatro oyununa izleyici olarak gidecek olmam bende yeteri kadar heyecan uyandırmıştı. Hele bir de oyuncuların amatör olmaları, bu işi sırf zevk için yapıyor olmaları heyecanımı daha da kamçılıyordu. Çünkü ben de bir zamanlar, üniversitede okuduğum son yılda, Ebru adında bir arkadaşın arkasına takılıp, Beyoğlu’da sadece Bertolt Brecht’in eserlerini yorumlayan Tiyatro Mango’ya takılmıştım. Hiçbir zaman aşk derecesinde tiyatrocu olmak istemedim ama genç oyuncuların tiyatroya olan bağlılıkları, her şeylerini bırakıp, kollektif bir anlayışla kirasını ödeyip, çayları demledikleri o eski binada bir araya gelerek, oyun sergilemeleri beni çok etkilemişti. Onlar gibi idealist, onlar gibi dertli olmayı çok istedim ama biten okul, beni bekleyen uzaklar tiyatroya izleyici olarak bile uzun bir ara vermeme neden oldu. Öyle ki son yedi yıl içerisinde Ebru’yu bile bir kere gördüm. Oysa onun, güney kampüsteki revirin duvarına kafa üstü dikilip, şarkı söylediği zamanları unutmam imkansız. Rolüne hazırlanmak için her türlü deliliği yapıyordu. Hoplayı zıplıyordu çimlerin üzerinde. “Kafkas Tebeşir Dairesi” ne mi hazırlanıyordu. Oysa bildiğim kadarıyla tiyatronun yönetmeni, Halit Abi, ona rol vermemişti. O da benim gibi izleyici olmuştu. Eşittik işte! Her şeye rağmen eşittik...
Tiyatroya takılan, benim gibi Matematik eğitimi alan bir arkadaş vardı. Tiyatro aşkından derslerini salladığı için okuldan ümidini kesmişti. Bir rüyanın peşinden gitmeye hazır, gemileri yakacak kadar kararlıydı. Halit abi ona “tiyatro okula girdiğin anda başlar” demişti. O da binaya girer girmez matematiği unutur, oyuncu olurdu. Halit abi de dışarıda ekmek arası sosis satan bir emekçiydi. İki çocuğu, karısı vardı. Hafta sonlarını gençleri tiyatroya ısındırmakla harcıyordu. Deli gibi de okuyordu. “Don Kişot”un bir yatak odası başyapıtı olabileceğini ondan öğrenmiştim. Hem sonra yeldeğirmenlerinin kapitalizm canavarını temsil ettiğini, Sanço Pançez’i akıl, Don Kişotun duygu olduğunu... O da heyecanlıydı, azimliydi. Ne yaptığını biliyordu ve bildiği gibi davranıyordu. O okulda bildiği gibi davranmayan tek kişi vardı...
Neden ben de o Matematikçi arkadaş gibi olamadım? Çünkü beni bekleyen uzaklar vardı. Ne kadar o uzaklara inanamasam da gidilecek yerler benim geleceğime inanmışlardı. Ellerim, ayaklarım zincirli, çekip götürüleceğim uzaklara düşkündüm yalnızca. Bunu Ebru da biliyordu ama sesini çıkarmıyordu. Çünkü sesini çıkarsa beni gerçek anlamda tanımaktan korkuyordu. Sallanan bir diş gibi ağzın içinde varlığı ve yokluğu bir olan bir parazittim ben kentin yüreğinde. Ya bir sallantı, arafda olmaktan memnunmuş rolü oynayan bir aktör olacaktım ya da uzakları seçip yalnızlığıma çekilecektim. Ben ikincisini seçtim. Çünkü ikincisi kolay olandı. Kendinden kaçmanın sonu yoktu ve kaçabildiğin sürece rahattın. Oysa bu rahatlık içinde bir rahatsızlık vardı. İşte bu rahatsızlık beni yazmaya ve kendimi keşfetmeye yöneltti. İki kimliklilik ya da kimliksizlik... Aradaki farkı halen bilmiyorum.
Dün öğleden sonra evden çıktım. Çamaşırları balkonda bıraktım çünkü hava açıktı. Oysa kentin merkezine vardığımda kara bulutların beni takip ettiklerini fark etmem uzun sürmedi. Dong Koi’daki Bombay Lokantasına gidip önce karnımı doyurdum. Yolda Mongkol’un “my best friend” diye tanımladığı Amerikalı arkadaşı Paul ile karşılaştık. Gerçi karşılaştık pek doğru bir ifade sayılmaz. Ben köşeyi dönerken o beni oturduğu yerden görmüş. Hemen kafenin dışına fırlamış. Ayak üstü birkaç kelime edip yoluma devam ettim. Yemekten sonra yine yol üzerindeki eski kitapçıya gidip, son bir hafta içinde gelen kitaplara baktım. Murakami’nin “Kafka on the Shore” adlı romanını 50 bin Dong verip –böylesine güzel bir romanı daha ucuza almak ayıp olur diye pazarlık bile yapmadım- satın aldım. Hızlı adımlarla motorumu park ettiğim yere yürüyordum ki az önce beni yakaladığı noktanın birkaç metre ilerisinde Paul ile tekrar karşılaştım. O da motorunun park bekçileri tarafından getirilmesini bekliyormuş. Yine üçbeş kelime edip, koşarak motoruma ulaştım. Bundan sonra yapılacak iş tiyato binasını bulmaktı.
Sandığımdan da kolay oldu bulmak tiyatroyu. Yol kenarındaki bir parti görevlisine sormam yetti. Her sokağa en az bir tane düşen bu parti merkezlerinin etrafta olan biten her şeyden haberdar olduklarını yine Vietnamlı arkadaşlarımdan öğrenmiştim. Onlardan habersiz bir genç evine kız bile getiremezmiş. Anlamadığım parti görevlilerinin etrafta olup bitenleri bilmekten başka bir iş yapıp yapmadıkları. Ne zaman görsem, kapının ağzında oturup, buzlu kahve içen asker kıyafetli bir güruh...
Ben tiyatro salonundan içeri girdiğimde benden önce gelmiş tek bir izleyicinin ön koltuklardan birinde oturduğunu fark ettim. Salon saat beşte dolmadığı için 5:25’e kadar bekledik. Zaten ufak olan salonda klima çalışmadığı için dev bir fırıldak girişin sol tarafına konmuştu. Ama ne kadar büyük olursa olsun fırıldağın gücü salonu serinletmeye yetmiyordu. Ben sahneye yakın bir koltuğa oturdum ve çantamdan Murakami’nin kitabını çıkarıp, ilk sayfasına adımı yazdım. Nedense bu işten tuhaf bir zevk alıyorum. Bir kitaba sahip olmanın –fiziksel anlamda kitap fetişizmi mi demeli?- dayanılmaz hafifliği. Bir kaç sayfasını karıştırdım, kokladım. Sabah Naipaul’un “Among the Believers” adlı kitabına başlamış olmamdan dolayı ufak da olsa bir pişmanlık duydum. Öyle olmasaydı şimdi ne güzel Murakami okuyor olacaktım. “The Wind Up Bird Chronicle” ve “Sputnik Sweetheart”ın yazarı beni hem üslubuyla hem de ciddiyetiyle hep şaşırtmıştır. Çaresiz Naipaul’un İran devrimi sonrası Kum’a yaptığı geziye yumulup, okumaya başladım. Bu sırada Fransızca şarkılar dinliyorduk. Bana nedense İkinci Dünya Savaşını hatırlatan bu eski Fransızca şarkılarda hüzne ve doğup büyüdüğüm kent olan İstanbul’a ait bir şeyler bulurum hep. Arada bir bağ olmadığı açık. Kadın şarkıcının ne dediğini bile anlamıyorum ama şarkının müziği ve arada sırada sese karışan plak cızırtısı Beyoğlu’ndan aşağı yalpalayarak yürüyen sarhoş bir kadın imgesini yaratıyordu zihnimde. Oysa Beyoğlu’ndan aşağı yürüyen sarhoş bir kadın hiç görmedim hayatımda.
Derken oyun başladı. Oyuncular Vietnamca konuşuyorlardı. Oyunun Vietnam toplumuna uyarlanmış İngilizce metni sahnenin üzerine asılmış beyaz bir ekrana yansıtılıyordu. Ama ekran küçük geldiği için çoğu zaman yazıların son satırlarını, ta sahnenin arkasındaki duvarda görebiliyordum. Projectörden yansıyan yazılar arka duvara varana kadar çözünürlüklerini yitirdikleri için de okunmaz duruma geliyorlardı. Bazen öyle oluyordu ki cümlede geçen “i” ve “j” harflerinin sadece noktalarını ekranda görebiliyordum. Yazının kalanı sahnenin arkasına vuruyordu. Bir başka zorluk ise ekranın çok yukarda olmasıydı. İnsanın boynunu rahatsız edecek derecede hareket gerekiyordu sahneyi ve yazıları aynı anda takip etmek için. Dikey oynanan bir ping pong maçı gibiydi açıkçası. Bütün bu zorluklara rağmen oyundan kısa sürede zevk almaya başladım. Boynumu sıklıkla aşağı yukarı oynatma sorununu ise şu şekilde çözdüm: Yazılar ekrana yansıyınca hepsini bir defada okuyor, ardından da sahneye bakıp, kimin hangisini diyeceğini basit bir tahminle çıkarsayıp, sahnedeki ayrıntılara bakıyordum.
Oyun güzeldi. Williams’ın orjinal sözleri incelikle Vietnam kültürüne uyarlanmıştı. Fakat sinemalarda olduğu gibi burada da Vietnam’lı gençlerin patavatsızlıkları –cehaletleri mi demeliyim?- sinirlerimi germeye yetti. Önce arkamda oturan kızın çekirdek çıtlatma sesleri geldi. Her iki saniyede bir kulağımın dibinde bir çatırtı. Sonra yanımda oturan çocuk elindeki kamerayla her beş saniyede bir fotoğraf çekmeye başladı. Ön çaprazımda oturan kız ise cep telefonuyla mesaj alıp vermekle meşguldü. Sonradan öğrendiğime göre bu kız, yanındaki uzun boylu diğeriyle birlikte sahnede önemli rollerden birisini oynayan arkadaşlarını görmeye gelmiş. Bu durumda arkadaşları sahnede olmadığı zamanlarda telefonla oynayıp durmaları hoşgörülebilir tabii... Burası Vietnam... Ayrıca insanların cep telefonları hiç susmadı. Neden sussun ki? Altı üstü bir oyun! Oyuncuya saygı duymaya gerek var mı? Bunca emeğe, bunca harcanan paraya ve zamana, bunca ayrıntıya!!!
Beni asıl rahatsız eden şey ise oyunun ortalarına doğru salona giren yaşlı adam, karısı ve torunu –herhalde torunuydu- oldu. Çocuk salona girdiğinden oyunun sonuna kadar oturduğu sandalyeyle oynadı, sağı solu gıcırdattı, oraya buraya yumruk attı. Durumdan rahatsız olan tek kişi ben değildim ama yaşlı adamın torununun yaptıklarından en ufak bir endişe duymadığı aşikârdı. Aynı yaşlı adam oyun bitip, oyunun yönetmeni ve oyuncularla yapılan soru-cevap bölümüne geçtiğimizde, aslan kesilip Vietnam kültürünün mutlak koruyucusu gibi konuşmaya başladı. Adamcağızı rahatsız eden ne oyunda geçen felsefi konuşmalardı ne de ruhun varlığını reddeden doktor. Kafasını taktığı tek bir şey vardı. Oyuncuların adları Vietnam’caydı. Yani olaylar Saigon’da geçiyordu. Bu durumda nasıl olurda bir Vietnamlı kız evli olmadığı bir erkek tarafından öpülebilirdi. Ben gülmemek için kendimi zor tuttum çünkü adamın önerdiği çözüm evlere şenlikti: İsimler İngilizce kalsaymış daha iyi olurmuş. Böylece öpüşen çiftlerin Vietnamlı olduklarını düşünmemiz gerekmezmiş. Düşünsek ne olur? Sanki Vietnamlı gençlerin dudağı yok öpmek için! Sanki parklara, bahçelere doluşan, yüzlerce, hatta binlerce “motorsiklet otellerde” –tabir bana ait- öpüşen, koklaşan, kucak kucağa oturan Vietnamlı gençlerin hepsinin adları Jessica ve Robert. Oyunun yönetmeni bu yoruma yanıt vermedi. İyi de yaptı. Ciddiye alınacak bir eleştiri değildi çünkü. Tiyatroya Saigon’da yaşayan, David ile Rebecca’nın akıl almaz aşk maceralarını izlemeye gelmedik biz. O da benim gibi gülüp geçiştirdi. Dinazorca bir çıkış olarak düşünmüştür herhalde yaşlı adamın söylediklerini... Başka ne olabilir.
Oyun bittiğinde, tüm bu olumsuz etkilere rağmen ben mutluydum. Oyuncuların gözlerindeki pırıltı görmeye değerdi. Hepsi yapmış oldukları işin hakkını vermişti. Hele başrolde oynayan kıza hayran olmamak elde değildi. Kız ailesinin zoruyla “Ticaret” okumuş ama içindeki tiyatro aşkı yüzünden başka bir üniversitenin “oyunculuk” bölümüne de kaydolmuş. Neden böyle yaptığını sorduklarında, “ailem ancak ticaret bölümünü bitirmem şartıyla, tiyatroculuğa devam etmeme izin verdi” dedi. İşte o anda aklıma yedi yıl önce Tiyatro Mango’da gördüğüm o Matematik bölümü öğrencisi geldi. Alkışladığım, alkışlayacağım bu oyuncunun rolünü güzel oynamış olması değildi sadece. Bu azmin, inancın ve hatta inadın zaferiydi. İnsan ancak aşık olursa böyle bir zaferi elde edebilirdi ve aşk ilerleyen yaşıma rağmen, kendisine şapka çıkartılacak önemli insani meziyetlerden birisidir benim için.
Her şey bittikten sonra, gidip bizzat oyunun yönetmenini tebrik ettim. Maalesef oyuncularla konuşma fırsatım olmadı çünkü İngilizce konuşmuyorlardı. Ben de Vietnamca’yı hâlen iki aylık bir bebeğinkinden daha yetkin bilmediğim için denemedim bile. Yönetmen oyunun ilerki seanslarına arkadaşlarımı getirmemi rica etti. Ben de söz verdim okuldaki arkadaşlara konuyu açacağımdan. Gerçi hemen herkesin oyundan haberi var ama sanırım kimsenin sanata ayıracak vakti yok. Belki benim tahşidatımla, gaza gelip birkaç kişi gider. Bugün denedim, Gavin gitmek istiyor. Belki haftaya Pazar birlikte gideriz.
Oyundan sonra koşarak merdivenleri indim. Motora atladım ve evin yolun ututtum. Ho Çi Minh Kentinin beni aptala çeviren bir özelliği hemen tüm yolların birbirine benzemesi. Bir yere giderken şans eseri kaybolmasam bile aynı yoldan geri dönerken kaybolabiliyorum. Biz tiyatrodayken yağmur deli gibi yağmıştı anlaşılan. Yol kenarlarındaki minik göllerden, tekerleklerin yarıçapı yüksekliğine gelen su birikintilerinden geçip, birkaç defa yanlış dairelerin –bir de bu Fransız usulü yuvarlaklar var- etrafında dönüp, yanlış sokaklara savrulduktan –merkazkaça uğrayan topaç gibi- sonra yolumu buldum. Eve vardığımda hemen balkona koştum. Gömlekler ve pantolonlar duvarın arkasında kaldığı için ıslanmamışlardı ama kenara yakın koyduğum iç çamşırları ve çoraplar çamaşır makinesinden çıktıkları durumdan iki kat daha ıslaklardı. Onları bir güzel elimle sıktım, odanın içine astım. Gelirken yolda aldığım mama’nın üzerine sıcak su döküp yedim. Ter içinde acılı mamayı yerken aklım yine yarım saat önce sahnede seyircilere pırıldayan gözlerle bakan oyunculara takıldı. “Ya” dedim kendi kendime, “ya ben de yedi yıl önce uzakları değil de gerçekle yüzleşmek anlamına gelen İstanbul’u seçseydim, bugün alkışlanılan, gözlerindeki pırıltıyla seyirciyi selamlayan bu oyuncular gibi olabilir miydim?”
Dün öğleden sonra Tennessa Williams’ın “Summer and Smoke” adlı tiyatro oyununa gittim. Yıllar sonra bir tiyatro oyununa izleyici olarak gidecek olmam bende yeteri kadar heyecan uyandırmıştı. Hele bir de oyuncuların amatör olmaları, bu işi sırf zevk için yapıyor olmaları heyecanımı daha da kamçılıyordu. Çünkü ben de bir zamanlar, üniversitede okuduğum son yılda, Ebru adında bir arkadaşın arkasına takılıp, Beyoğlu’da sadece Bertolt Brecht’in eserlerini yorumlayan Tiyatro Mango’ya takılmıştım. Hiçbir zaman aşk derecesinde tiyatrocu olmak istemedim ama genç oyuncuların tiyatroya olan bağlılıkları, her şeylerini bırakıp, kollektif bir anlayışla kirasını ödeyip, çayları demledikleri o eski binada bir araya gelerek, oyun sergilemeleri beni çok etkilemişti. Onlar gibi idealist, onlar gibi dertli olmayı çok istedim ama biten okul, beni bekleyen uzaklar tiyatroya izleyici olarak bile uzun bir ara vermeme neden oldu. Öyle ki son yedi yıl içerisinde Ebru’yu bile bir kere gördüm. Oysa onun, güney kampüsteki revirin duvarına kafa üstü dikilip, şarkı söylediği zamanları unutmam imkansız. Rolüne hazırlanmak için her türlü deliliği yapıyordu. Hoplayı zıplıyordu çimlerin üzerinde. “Kafkas Tebeşir Dairesi” ne mi hazırlanıyordu. Oysa bildiğim kadarıyla tiyatronun yönetmeni, Halit Abi, ona rol vermemişti. O da benim gibi izleyici olmuştu. Eşittik işte! Her şeye rağmen eşittik...
Tiyatroya takılan, benim gibi Matematik eğitimi alan bir arkadaş vardı. Tiyatro aşkından derslerini salladığı için okuldan ümidini kesmişti. Bir rüyanın peşinden gitmeye hazır, gemileri yakacak kadar kararlıydı. Halit abi ona “tiyatro okula girdiğin anda başlar” demişti. O da binaya girer girmez matematiği unutur, oyuncu olurdu. Halit abi de dışarıda ekmek arası sosis satan bir emekçiydi. İki çocuğu, karısı vardı. Hafta sonlarını gençleri tiyatroya ısındırmakla harcıyordu. Deli gibi de okuyordu. “Don Kişot”un bir yatak odası başyapıtı olabileceğini ondan öğrenmiştim. Hem sonra yeldeğirmenlerinin kapitalizm canavarını temsil ettiğini, Sanço Pançez’i akıl, Don Kişotun duygu olduğunu... O da heyecanlıydı, azimliydi. Ne yaptığını biliyordu ve bildiği gibi davranıyordu. O okulda bildiği gibi davranmayan tek kişi vardı...
Neden ben de o Matematikçi arkadaş gibi olamadım? Çünkü beni bekleyen uzaklar vardı. Ne kadar o uzaklara inanamasam da gidilecek yerler benim geleceğime inanmışlardı. Ellerim, ayaklarım zincirli, çekip götürüleceğim uzaklara düşkündüm yalnızca. Bunu Ebru da biliyordu ama sesini çıkarmıyordu. Çünkü sesini çıkarsa beni gerçek anlamda tanımaktan korkuyordu. Sallanan bir diş gibi ağzın içinde varlığı ve yokluğu bir olan bir parazittim ben kentin yüreğinde. Ya bir sallantı, arafda olmaktan memnunmuş rolü oynayan bir aktör olacaktım ya da uzakları seçip yalnızlığıma çekilecektim. Ben ikincisini seçtim. Çünkü ikincisi kolay olandı. Kendinden kaçmanın sonu yoktu ve kaçabildiğin sürece rahattın. Oysa bu rahatlık içinde bir rahatsızlık vardı. İşte bu rahatsızlık beni yazmaya ve kendimi keşfetmeye yöneltti. İki kimliklilik ya da kimliksizlik... Aradaki farkı halen bilmiyorum.
Dün öğleden sonra evden çıktım. Çamaşırları balkonda bıraktım çünkü hava açıktı. Oysa kentin merkezine vardığımda kara bulutların beni takip ettiklerini fark etmem uzun sürmedi. Dong Koi’daki Bombay Lokantasına gidip önce karnımı doyurdum. Yolda Mongkol’un “my best friend” diye tanımladığı Amerikalı arkadaşı Paul ile karşılaştık. Gerçi karşılaştık pek doğru bir ifade sayılmaz. Ben köşeyi dönerken o beni oturduğu yerden görmüş. Hemen kafenin dışına fırlamış. Ayak üstü birkaç kelime edip yoluma devam ettim. Yemekten sonra yine yol üzerindeki eski kitapçıya gidip, son bir hafta içinde gelen kitaplara baktım. Murakami’nin “Kafka on the Shore” adlı romanını 50 bin Dong verip –böylesine güzel bir romanı daha ucuza almak ayıp olur diye pazarlık bile yapmadım- satın aldım. Hızlı adımlarla motorumu park ettiğim yere yürüyordum ki az önce beni yakaladığı noktanın birkaç metre ilerisinde Paul ile tekrar karşılaştım. O da motorunun park bekçileri tarafından getirilmesini bekliyormuş. Yine üçbeş kelime edip, koşarak motoruma ulaştım. Bundan sonra yapılacak iş tiyato binasını bulmaktı.
Sandığımdan da kolay oldu bulmak tiyatroyu. Yol kenarındaki bir parti görevlisine sormam yetti. Her sokağa en az bir tane düşen bu parti merkezlerinin etrafta olan biten her şeyden haberdar olduklarını yine Vietnamlı arkadaşlarımdan öğrenmiştim. Onlardan habersiz bir genç evine kız bile getiremezmiş. Anlamadığım parti görevlilerinin etrafta olup bitenleri bilmekten başka bir iş yapıp yapmadıkları. Ne zaman görsem, kapının ağzında oturup, buzlu kahve içen asker kıyafetli bir güruh...
Ben tiyatro salonundan içeri girdiğimde benden önce gelmiş tek bir izleyicinin ön koltuklardan birinde oturduğunu fark ettim. Salon saat beşte dolmadığı için 5:25’e kadar bekledik. Zaten ufak olan salonda klima çalışmadığı için dev bir fırıldak girişin sol tarafına konmuştu. Ama ne kadar büyük olursa olsun fırıldağın gücü salonu serinletmeye yetmiyordu. Ben sahneye yakın bir koltuğa oturdum ve çantamdan Murakami’nin kitabını çıkarıp, ilk sayfasına adımı yazdım. Nedense bu işten tuhaf bir zevk alıyorum. Bir kitaba sahip olmanın –fiziksel anlamda kitap fetişizmi mi demeli?- dayanılmaz hafifliği. Bir kaç sayfasını karıştırdım, kokladım. Sabah Naipaul’un “Among the Believers” adlı kitabına başlamış olmamdan dolayı ufak da olsa bir pişmanlık duydum. Öyle olmasaydı şimdi ne güzel Murakami okuyor olacaktım. “The Wind Up Bird Chronicle” ve “Sputnik Sweetheart”ın yazarı beni hem üslubuyla hem de ciddiyetiyle hep şaşırtmıştır. Çaresiz Naipaul’un İran devrimi sonrası Kum’a yaptığı geziye yumulup, okumaya başladım. Bu sırada Fransızca şarkılar dinliyorduk. Bana nedense İkinci Dünya Savaşını hatırlatan bu eski Fransızca şarkılarda hüzne ve doğup büyüdüğüm kent olan İstanbul’a ait bir şeyler bulurum hep. Arada bir bağ olmadığı açık. Kadın şarkıcının ne dediğini bile anlamıyorum ama şarkının müziği ve arada sırada sese karışan plak cızırtısı Beyoğlu’ndan aşağı yalpalayarak yürüyen sarhoş bir kadın imgesini yaratıyordu zihnimde. Oysa Beyoğlu’ndan aşağı yürüyen sarhoş bir kadın hiç görmedim hayatımda.
Derken oyun başladı. Oyuncular Vietnamca konuşuyorlardı. Oyunun Vietnam toplumuna uyarlanmış İngilizce metni sahnenin üzerine asılmış beyaz bir ekrana yansıtılıyordu. Ama ekran küçük geldiği için çoğu zaman yazıların son satırlarını, ta sahnenin arkasındaki duvarda görebiliyordum. Projectörden yansıyan yazılar arka duvara varana kadar çözünürlüklerini yitirdikleri için de okunmaz duruma geliyorlardı. Bazen öyle oluyordu ki cümlede geçen “i” ve “j” harflerinin sadece noktalarını ekranda görebiliyordum. Yazının kalanı sahnenin arkasına vuruyordu. Bir başka zorluk ise ekranın çok yukarda olmasıydı. İnsanın boynunu rahatsız edecek derecede hareket gerekiyordu sahneyi ve yazıları aynı anda takip etmek için. Dikey oynanan bir ping pong maçı gibiydi açıkçası. Bütün bu zorluklara rağmen oyundan kısa sürede zevk almaya başladım. Boynumu sıklıkla aşağı yukarı oynatma sorununu ise şu şekilde çözdüm: Yazılar ekrana yansıyınca hepsini bir defada okuyor, ardından da sahneye bakıp, kimin hangisini diyeceğini basit bir tahminle çıkarsayıp, sahnedeki ayrıntılara bakıyordum.
Oyun güzeldi. Williams’ın orjinal sözleri incelikle Vietnam kültürüne uyarlanmıştı. Fakat sinemalarda olduğu gibi burada da Vietnam’lı gençlerin patavatsızlıkları –cehaletleri mi demeliyim?- sinirlerimi germeye yetti. Önce arkamda oturan kızın çekirdek çıtlatma sesleri geldi. Her iki saniyede bir kulağımın dibinde bir çatırtı. Sonra yanımda oturan çocuk elindeki kamerayla her beş saniyede bir fotoğraf çekmeye başladı. Ön çaprazımda oturan kız ise cep telefonuyla mesaj alıp vermekle meşguldü. Sonradan öğrendiğime göre bu kız, yanındaki uzun boylu diğeriyle birlikte sahnede önemli rollerden birisini oynayan arkadaşlarını görmeye gelmiş. Bu durumda arkadaşları sahnede olmadığı zamanlarda telefonla oynayıp durmaları hoşgörülebilir tabii... Burası Vietnam... Ayrıca insanların cep telefonları hiç susmadı. Neden sussun ki? Altı üstü bir oyun! Oyuncuya saygı duymaya gerek var mı? Bunca emeğe, bunca harcanan paraya ve zamana, bunca ayrıntıya!!!
Beni asıl rahatsız eden şey ise oyunun ortalarına doğru salona giren yaşlı adam, karısı ve torunu –herhalde torunuydu- oldu. Çocuk salona girdiğinden oyunun sonuna kadar oturduğu sandalyeyle oynadı, sağı solu gıcırdattı, oraya buraya yumruk attı. Durumdan rahatsız olan tek kişi ben değildim ama yaşlı adamın torununun yaptıklarından en ufak bir endişe duymadığı aşikârdı. Aynı yaşlı adam oyun bitip, oyunun yönetmeni ve oyuncularla yapılan soru-cevap bölümüne geçtiğimizde, aslan kesilip Vietnam kültürünün mutlak koruyucusu gibi konuşmaya başladı. Adamcağızı rahatsız eden ne oyunda geçen felsefi konuşmalardı ne de ruhun varlığını reddeden doktor. Kafasını taktığı tek bir şey vardı. Oyuncuların adları Vietnam’caydı. Yani olaylar Saigon’da geçiyordu. Bu durumda nasıl olurda bir Vietnamlı kız evli olmadığı bir erkek tarafından öpülebilirdi. Ben gülmemek için kendimi zor tuttum çünkü adamın önerdiği çözüm evlere şenlikti: İsimler İngilizce kalsaymış daha iyi olurmuş. Böylece öpüşen çiftlerin Vietnamlı olduklarını düşünmemiz gerekmezmiş. Düşünsek ne olur? Sanki Vietnamlı gençlerin dudağı yok öpmek için! Sanki parklara, bahçelere doluşan, yüzlerce, hatta binlerce “motorsiklet otellerde” –tabir bana ait- öpüşen, koklaşan, kucak kucağa oturan Vietnamlı gençlerin hepsinin adları Jessica ve Robert. Oyunun yönetmeni bu yoruma yanıt vermedi. İyi de yaptı. Ciddiye alınacak bir eleştiri değildi çünkü. Tiyatroya Saigon’da yaşayan, David ile Rebecca’nın akıl almaz aşk maceralarını izlemeye gelmedik biz. O da benim gibi gülüp geçiştirdi. Dinazorca bir çıkış olarak düşünmüştür herhalde yaşlı adamın söylediklerini... Başka ne olabilir.
Oyun bittiğinde, tüm bu olumsuz etkilere rağmen ben mutluydum. Oyuncuların gözlerindeki pırıltı görmeye değerdi. Hepsi yapmış oldukları işin hakkını vermişti. Hele başrolde oynayan kıza hayran olmamak elde değildi. Kız ailesinin zoruyla “Ticaret” okumuş ama içindeki tiyatro aşkı yüzünden başka bir üniversitenin “oyunculuk” bölümüne de kaydolmuş. Neden böyle yaptığını sorduklarında, “ailem ancak ticaret bölümünü bitirmem şartıyla, tiyatroculuğa devam etmeme izin verdi” dedi. İşte o anda aklıma yedi yıl önce Tiyatro Mango’da gördüğüm o Matematik bölümü öğrencisi geldi. Alkışladığım, alkışlayacağım bu oyuncunun rolünü güzel oynamış olması değildi sadece. Bu azmin, inancın ve hatta inadın zaferiydi. İnsan ancak aşık olursa böyle bir zaferi elde edebilirdi ve aşk ilerleyen yaşıma rağmen, kendisine şapka çıkartılacak önemli insani meziyetlerden birisidir benim için.
Her şey bittikten sonra, gidip bizzat oyunun yönetmenini tebrik ettim. Maalesef oyuncularla konuşma fırsatım olmadı çünkü İngilizce konuşmuyorlardı. Ben de Vietnamca’yı hâlen iki aylık bir bebeğinkinden daha yetkin bilmediğim için denemedim bile. Yönetmen oyunun ilerki seanslarına arkadaşlarımı getirmemi rica etti. Ben de söz verdim okuldaki arkadaşlara konuyu açacağımdan. Gerçi hemen herkesin oyundan haberi var ama sanırım kimsenin sanata ayıracak vakti yok. Belki benim tahşidatımla, gaza gelip birkaç kişi gider. Bugün denedim, Gavin gitmek istiyor. Belki haftaya Pazar birlikte gideriz.
Oyundan sonra koşarak merdivenleri indim. Motora atladım ve evin yolun ututtum. Ho Çi Minh Kentinin beni aptala çeviren bir özelliği hemen tüm yolların birbirine benzemesi. Bir yere giderken şans eseri kaybolmasam bile aynı yoldan geri dönerken kaybolabiliyorum. Biz tiyatrodayken yağmur deli gibi yağmıştı anlaşılan. Yol kenarlarındaki minik göllerden, tekerleklerin yarıçapı yüksekliğine gelen su birikintilerinden geçip, birkaç defa yanlış dairelerin –bir de bu Fransız usulü yuvarlaklar var- etrafında dönüp, yanlış sokaklara savrulduktan –merkazkaça uğrayan topaç gibi- sonra yolumu buldum. Eve vardığımda hemen balkona koştum. Gömlekler ve pantolonlar duvarın arkasında kaldığı için ıslanmamışlardı ama kenara yakın koyduğum iç çamşırları ve çoraplar çamaşır makinesinden çıktıkları durumdan iki kat daha ıslaklardı. Onları bir güzel elimle sıktım, odanın içine astım. Gelirken yolda aldığım mama’nın üzerine sıcak su döküp yedim. Ter içinde acılı mamayı yerken aklım yine yarım saat önce sahnede seyircilere pırıldayan gözlerle bakan oyunculara takıldı. “Ya” dedim kendi kendime, “ya ben de yedi yıl önce uzakları değil de gerçekle yüzleşmek anlamına gelen İstanbul’u seçseydim, bugün alkışlanılan, gözlerindeki pırıltıyla seyirciyi selamlayan bu oyuncular gibi olabilir miydim?”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder