Bu Blogda Ara

20 Mayıs 2007

Vietnam'da Mektuplar 69

20 Mayıs 2007 – 13:21 – Ev, HÇMK

Ara verdikten sonra tekrar yazmaya başlamak kadar zor bir şey yok sanırım. Bilgisayarın başına her ne kadar büyük bir şevkle oturmuş olsam da başlamak hep o aynı zorluğu barındırıyor. Bugüne kadar yazmış olduğum yüzlerce sayfanın, öykülerin, denemelerin, kitap eleştirilerinin bile çok faydası yok. Aşırı yük bindirilmiş bir uçak gibiyim. Kalkışa geçmek her zaman için uçmaktan daha fazla enerji gerektiriyor. Uçağın daha önce yüzbinlerce kilometre kat etmiş olması bu gerçeği değiştirmiyor. İşte burnumu havaya kaldırdım, ön tekerleklerim yer ile bağlantısını kopardı, büyük bir gürültü ile sallanıyorum. İçimdeki karanlık ses “Dön geri, kitap oku ya da televizyon izle” diyor. Dinlemiyorum! Uçmak, kaybolmak, kısa bir süreliğine de olsa yerden uzaklaşmak istiyorum. İşte arka tekerlekler de kopardılar kendilerine vurulan çekim zincirini. Artık güvendeyim, tereddütten dolayı sasılmıyorum. Gideceğim yön belli, geri dönüşüm olamnaksız. Tüm enerjimi yükselmeye verip, bir an önce bulutların üzerine varmalıyım. Çünkü ancak bulutlar teselli edebilir tembellikten yorulmuş bir yüreği...

Bundan sonra güncemi Türkçe tutacağım. Vietnam’a geldikten sonra İngilizce yazmak gibi cesaret isteyen bir işe giriştim. Fena da olmadı! Yetmişe yakın günce sayfası yazdım. Bunların bir kısmını ben bile beğendim. Pek çoğu ise bir daha dönüp bakılmamak üzere internet denen dev evrenin karanlık dehlizlerinde var olmaya –ne demekse var olmak?- devam edecekler. Bazen kendime dönüp “Ne de olsa İngilizce yazıyorum. Bok kadar değeri olmayan şeyler yazsam bile kaçıp sığınabileceğim bir bahanem var” kolaycılığıyla saçmaladım. Ne de olsa kendi dilimde yazmıyordum. Yanlış yazsam, dilbilgisi kurallarının canını okusam kim ne diyecekti? Pek az insanın bildiği bir ülkede yaşıyor olmam da yazdıklarıma destek oldu. Zırvaladım, bilinen şeylere gereksiz yere parmak bastım, anlamadığım insanların anlamadığım kültürleri üzerine hükümler verdim, onları yargıladım ve hatta çoğunda sonucu bile beklemeden onları ayıpladım.

Bugün takvime baktığımda bu ülkeye ayak bastığımdan beri on bir ay on gün geçmiş olduğunu fark ettim. Bu süre içerisinde sadece beş öykü yazabildim. Eğer şu anda üzerinde çalıştığım öyküyü önümüzdeki yirmi gün içerisinde bitirebilirsem bir yılda altı öykü yazmış olacağım. İçler acısı bir durum! Hepsini toplasam 30 bin kelime ya eder ya etmez. Oysa arkadaş çevresi geniş olmayan, eğlence seçenekleri güdük kalmış bir insan eğer yazmayı seviyorum diyorsa daha üretken olmalı. Bu yönümle de kendimi tembel görüyorum. Bir işe yöneldiğimde nedense ufak tefek şeylerle dikkatim dağılabiliyor. 300-400 sayfalık romanı bir haftada ancak bitirebiliyorum. Eğer okuduğum kitap felsefe ya da toplumbilimi üzerine ise bu süre iki haftaya çıkıyor. Oysa daha hızlı olmalıyım. Ömür kısa, yapılacak işler çok... Önümde iki seçenek var: Kendime karşı yumuşak olup, ben böyleyim diyerek, işleri oluruna bırakmak. Ya da ciddi disipline sarılıp, kendi oluşturduğum kurallar cehenneminde yaşamaya alışmak. Birincisi kolay görünse de aslında kişiliğimi değiştirmem zor olduğu için uzun vadede daha sorunlu. Çünkü ben uzun süre yazıya ara verince kendime karşı düşman kesiliyorum. Saldırganlaşıyorum! Akıllı kararlar veremiyorum! Bir girdaba yakalanmış gibi sürekli dibe doğru çekilirken, bir yandan da karşı koyma kabiliyetimi kaybediyorum. Karşılıksız, kısır döngüden oluşan günler birbirini yok sayıp, beni arada bırakıyorlar. Serseri mayın gibi geziniyorum ortalıkta. Bu durumdan zarar gören sadece ben değilim. Durumun ciddiyetini anlayamayan eşim de acı çekiyor benimle birlikte. Onun ıstırabının kaynağı bana olan sevgisi. Benim ıstırabımın kaynağı ise bir türlü uçağımın burnunu kaldırıp, yerçekimine meydan okuyacak güce erişememesi. Ya da bunda çok ama öok zorlanmam. Kısır’ı yazdıktan sonra neredeyse iki ay geçti. O zamandan beri hiçbir şeye dokunamadım. Bir iki yazma denemem oldu ama hepsi heyecan eksikliğinden ya da malzeme yetersizliğinden yarıda kaldılar.

Ama artık dönüyorum. Uzun süre düşündüm ve kararımı verdim. Bir yıl sonra, Haziran ayında istifamı verip Türkiye’ye döneceğim. Doğup büyüdüğüm topraklara, sekiz yıl arada sonra geri dönmek beni hem mutlu ediyor hem de tedirgin. Mutlu olacağımı düşünüyorum çünkü insanlarla rahatlıkla iletişim kurabileceğim, dostlarım olacak, ailem bana destek olacak. Tedirgin oluyorum çünkü beklentilerimden çok farklı şeyler bulmaktan korkuyorum. Sekiz yıl azımsanacak bir süre değil insan hayatında. Çok şeyin değişmiş olduğunun farkındayım. Ama bu değişmişliklere alışabilecek miyim? Ya da ülkemdeki insanlar benim alışma çabalarıma müsahama gösterebilecekler mi? Bir de varır varmaz askerlikle bocalayacağım. Belki de saunadan çıkıp, doğrudan buzlu suya atlamak en iyisi! Kısa ve öz!

Beni tedirgin eden bir başka nokta ise kimilerine göre bencilce sayılabilecek kişisel bir tutum. Burada, Tayland’da ya da Vietnam’da farklı birisiyim ben. Uzaklardan gelmiş, buraların insanına benzemeyen bir yabancıyım. Rahatlıkla parmakla gösterilen, çoğu zaman ilgiyle karşılanılan, kendisine gülümsenen birisiyim. Sekiz yıl içerisinde sokaklarda bir yabancı gibi muamele görmeye alıştım, hatta bundan tadımsızbir zevk almaya başladım. Öyle ki yabancı olmak beni mutlu ediyor çünkü ancak bu şekilde gündelik hayatın kargaşasına bulaşmadan kendi dünyamı yaşayabiliyorum. Oysa ülkemde sıradan birisi olacağım. Milyonlarca gençten birisi. Sıradan olmak beni korkutuyor. Buna hakkım olmadığını bilsem bile içimde kaybedeceğim ayrıcalığın eksikliğini hissetmeme engel olamıyorum. Hoş artık genç sayılmam ama nedense geri döndüğümde kaldığım yerden başlamama izin verilecekmiş gibi bir his var içimde. Tekrar yirmi üç yaşımda olacağım, tekrar hayata atılmak için çaylak, yazmaya başlamak için amatör olacağım. Belki de daha güzel olacak, belki de bunca yıldır göremediklerimi görüp, yazmadıklarımı yazacağım. Yolda yürürken ilan panolarındaki yazıları okuyabiliyor ve anlayabiliyor olmak bana ayrı bir zenginlik getirecek. Dilencilerin şarkılarına eşlik edebilmek, futbol maçlarını kendi dilimde izleyecek olmak, dostlarla biraraya gelip çay içerken siyaset ya da edebiyat konuşmak, annem ile çarşıya çıkıp beyaz peynir almak, eşime Türkçe öğretmek, sabahları poğaça ve börek yemek, kütüphanelerde vakit öldürmek, Üsküdar sahilinde yürümek... Bütün bunlar güzel tarafı geri dönüşün... Peki ya işler yolunda gitmezse... Bu durumda benim dönüşüm gerçekleştikten kısa bir süre sonra yerini pişmanlığa bırakacak. Çitin öteki tarafındaki otları hep daha yeşil bulan inekler gibi ben de hep bana uzak olanı arzulayacağım. Burada mutsuz olduğum gibi orada da mutsuz olup, artık sorunun otlarda değil de ineklerde olduğunu çaresizce anlayacağım.

Yapacak bir şey yok... Bekleyelim ve görelim...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder