2017230801: Koşmak ve yazmak eylemleri arasındaki
koşutluklardan daha önce de bahsetmiştim. Uzun süre yazıdan uzak kalınca daha
önce üzerinde kafa yormuş olduğum konulara tekrar yoğunlaşmak kolayıma geliyor.
Dağınık bir odayı toparlamak, içinde hiç eşya olmayan bir odanın iç tasarımını
sıfırdan yapmaya göre çok daha zahmetsizdir sonuçta. Birbirinden bağımsız gibi
görünen iki konu arasında benzerlikler ve/veya koşutluklar yakalamak, farklar
yakalamaktan daha kolaydır. Art niyetli bir savcı gibi davranmayı bir kere
öğrenirseniz –Hemen her kurgu yazarı az çok böyledir.- gerisi çorap söküğü gibi
gelecektir. Ayrıca, uzun süre yazmaya
ara verince koşmak ve kafamı toparlamak benim için bir seçenekten ziyade bir
tür sine qua non oluyor. Koşmak da
yazmak gibi suçunu arayan cezadır bir bakıma. Kendini bu kadar cezalandıracak
ne yaptın? Bu sorunun yanıtını asla bulamazsın ama cezayı uzatmaktan da
vazgeçmezsin. Sözü daha fazla
dalgalandırıp konuyu bulandırmadan, madde madde sıralayayım aklıma gelenleri:
1.
Her ikisinde de görünen hedef bitirmek,
görünmeyen hedef delirmeyi önlemektir. Bitirmek önemlidir. Bitmemiş bir
hikâyeyi yayımlatamazsın, en yakın arkadaşınıza bile okutamazsın. Bu yüzden konu yazmak ve koşmak olduğunda
yolun öğreticilikten başka bir işlevi yoktur. Sonu olmayan bir yola, nerede
biteceği az çok belli olmayan bir parkura sen girsen bile okuyucuyu sokamazsın.
Bunun yanında bitirmek görünen hedeftir. Asıl hedef, seni yazmaya / koşmaya
zorlayan ağırlıkların baskısından kurtulmaktır. İçinde yaşadığın dünyayla bir
derdin olmalı ki yoruyorsun kendini durduk yere. Hayır, kız meselesi değil,
tuttuğun takımın küme düşmesi hiç değil! Çok daha büyük, çok daha evrensel,
çözümü çok daha zor bir soruna yöneliyorsun. İnsanı anlamak ve anlatmak
istiyorsun, kalp atışlarının etrafındaki uğultuyu bastırıp duyulabilecek tek
ses haline gelmesine tanık olmak ve bedenini tüm yalınlığıyla görmek
istiyorsun. Kolay değil giriştiğin iş ve daha yolun başındasın.
2.
Asla durmayacaksın. Yürümek koşmak değildir.
Okumak da yazmak değildir! Durduğun anda kaybedersin. Bir kırmızı ışığa rast geldiysen,
olduğun yerde koş ama durma. Olduğun yerde koşmak zihni zinde tutar, arka
planda işleyen bir program gibi her an açılmaya ve çalışılmaya müsaittir. On
beş dakika koşup, ardından beş dakika yürüyüp, sonrasında da tekrar on beş
dakika koşmak asla otuz dakika koşmak değildir. Aynı şekilde bir gün 1000
kelime yazıp, ertesi gün hiç yazmayıp, günlük 500 kelime hedefini tutturmuş
olamazsın. Yazmadığın ya da 500’ün altında kaldığın her gün kayıptır. İster
inan ister inanma, tek seferde 25 km koşmak, beş gün üst üste beşer km
koşmaktan daha kolay ve daha faydasızdır.
3.
Hedef her zaman için bir öncekinden biraz daha
fazla olmalı, en kötü ihtimalle aynı kalmalı. Kendine meydan okumazsan yazar da
olamazsın koşucu da! Nicelikten ziyade niteliğe odaklanmak, niceliğin miktarını
aynı tutarak başarılabilir. Her hafta 25 km koşuyorsan, zamanını azaltmaya
çalış ya da bir sonraki parkurunu biraz yokuşlu seç.
4.
Her iki eylem de fizikseldir. Düşünsel olan
kısım neden değil, sonuçtur. İnsan düşündüğü için yazmaz, bilakis yazdığı için
düşünür. Benzeri bir durumu koşarken de gözlemleyebilirsiniz.
5.
Ritmi korumak ve disiplini elden bırakmamak hem
bedensel hem de zihinsel sağlığınız için önemli bir koşuldur. Koşarken su
içmeyi unutmamak –durmadan- ve yazarken bir yandan okumalara devam etmek önemli
bir ayrıntıdır.
6.
Yazarken de koşarken de yalnızsındır ve insanın zihni bu yalnızlıkta olası tüm
evrenlere açılmakta zorlanmaz. Sıradan hayatın üzerine bastırdığı yaratıcı
düşünceler dibi delinen torbadan yere dökülen misketler gibi saçılırlar zemine.
Saçma sapan düşünceler, birbiriyle ilgisiz sıfatlar, yüklemler ve isimler beynin
sonsuz boşluğunda öyle bir çarpışırlar ki cayır cayır yanan buzları, geveze
bulutları, gökten yağan şarabı, grev yapan karıncaları normal karşılarsınız.
7.
Her ikisi de müthiş yorucudur. İnsanı halsiz
bırakır ama bir o kadar da memnun bırakan bir eylemdir.
8.
Tekrarlar önemlidir. Aynı yerden on defa geçersin,
aynı satırı on defa okursun. Okumaktan / koşmaktan bitkin düşene kadar devam
eder tekrarlar, kontroller.
9.
Her ikisinde de ne kadar antrenmanlı olursan ol
başlamak zordur. İnatçı, azimli ve disiplinli olmayı gerektirir. Bilgisayarın
başına oturup kendini zorlayacaksın. Gerekirse kopacaksın seni dünyaya bağlayan
ağlardan. Kendinle baş başa kalıp, en samimi halinle içindeki fırtınalarla
yüzleşmediğin sürece yazdıkların ciddi bir değer kazanmaz.
10.
Her ikisine de nedensiz yere uzun bir ara
verdiğin zaman suçluluk hissedersin. Hayatında bir şeylerin eksik olduğunu,
kendine çeki düzen vermen gerektiğini düşünürsün. Bu duygu yazmaya / koşmaya yeniden
başladığında bir süre daha devam eder çünkü emin olamazsın başlamış olduğundan.
Düzene girmeden, yani ertesi gün de yazmaya / koşmaya devam edeceğinden emin
olmadan, içindeki kara delikten kurtulamazsın.
---
2017082302: Türkiye’de bugün yaşanan e-kitap düşmanlığıyla (isterseniz
adına e-kitaba duyulan ilgisizlik de diyebilirsiniz) Osmanlı Devleti zamanında
yaşanan matbaa düşmanlığı arasında ne fark var? O zamanlar da hattatlar ve
ciltçiler işlerini kaybetmesin diye matbaaya karşı ilgisiz kalınmıştı. Sonuç ne
oldu? Zaten geri kalmış olan Osmanlı kitap konusunda da geri kaldı. Bilginin
yayılması, kitlelere ulaşması, büyümesi ve evrilmesi engellendi. Şimdi de dev
yayınevleri ve onların birlikte çalıştıkları matbaalar ve dağıtım şirketleri ellerinde
bulundurdukları ticari avantajı kaybetmesin diye benzeri bir durum yaşanıyor.
Bütün dünya matbu kitaptan uzaklaşıp e-kitaba yoğunlaşıyor. E-kitapların
güvenliğini, korsan satışlara karşı nasıl korunacaklarını, nasıl bir sistemle
tekelin ya da kartelleşmenin önüne geçeceğimizi, gençleri nasıl olup da
bilgisayar oyunlarından uzaklaştırıp okumaya sevk edeceğimizi konuşmamız
gerekirken bu konular bizim yayıncıların gündeminde bile yok. Birkaç ufak tefek
girişim var ama onlar da daha başından güdük kalmaya mahkûm bırakılıyor çünkü
çoğunda ciddi güvenlik açıkları var. Örneğin e-kitap okuyucular satılıyor
piyasada ama e-kitaplar satılmıyor. Satılanlar da artık piyasa değeri kalmamış
ya da korsanı çıktığı için yayınevine artık para getirmeyen kitaplar. Yayın
haklarını aldığı kitabın artık ciddi bir gideri yok. Sayfa düzenlemesi, kapak
tasarımı vb benzeri işler zaten yapılmış. Bari internete ben koyayım da üç beş
kuruş para da oradan gelsin niyetiyle piyasaya sürülüyor. Oysa yapılması
gereken şey şudur: Yazarı ne kadar popüler ya da kitabın edebi değeri ne kadar
yüksek olursa olsun, matbu hali basıldığı anda e-kitap hali de basılmalıdır.
Okuyucuya bu seçenek sunulmalıdır ve e-kitaplar internet üzerinden zahmetsizce
alınabiliyor olmalıdır. Gelişmiş ülkelerde her matbu kitabın yanında bir de
e-kitap basılıyor. Hem daha ucuz, hem taşıması zahmetsiz, hem doğaya daha az
zarar veriyor hem de araştırma yapanlar için müthiş kolaylıklar sağlıyor.
Amazon’un sayfasından, sadece kindle denen cihazı kullanarak, yeni çıkan bir kitabı
arayabiliyor, bulduktan sonra %5lik bir kısmını ücretsiz indirebiliyorum. Ya da
doğrudan satın alıp, on-yirmi saniye içinde okumaya başlayabiliyorum. Başka sitelerde
de benzeri uygulamalar var. Kimisi daha kullanışlı kimisi daha çetrefilli, nihayetinde
hepsi e-kitap okuruna hitap ediyor ve dünyanın neresinde olursan ol sana
bilgiyi ulaştırıyor. Yediden yetmişe herkesi elinde cep telefonu olduğu bir
çağda neden cep telefonlarında okunabilecek kitaplara yatırım yapılmaz, anlamak
gerçekten zor. Kindle, sattığı kitapları şifreliyor. Kitabı sadece adınıza
kayıtlı cihazlarda okuyabiliyorsunuz. Cihazı kaybetseniz de kitap hesabınızda
duruyor. Ama kitabı başka birisine gönderemiyorsunuz, aynı anda iki kişinin
okumasını sağlayamıyorsunuz. Böylece hem yazarın hem de yayınevinin hakları büyük
bir oranda korunmuş oluyor. İşin en kötü
yanı da kitap seven (sevdiğini iddia eden) insanların e-kitap düşmanlığına
soyunmaları. Yok ben kitabın sayfalarının kokusunu özlüyorum, yok ben
kitapçılardaki kedi mırmırını andıran uğultuyu seviyorum, yok ben kitaplarımı
rafa dizip izlemeye bayılıyorum. Taş tabletlerden papirusa geçerken birileri dedi
mi acaba “Ben taş kitabı taşımayı seviyorum, sertliğiyle ve soğukluğuyla bana
ilham veriyor.” diye. Hiç sanmıyorum. Ayrıca e-kitabın yaygınlaşması sözünü
ettiğim matbu kitap fetişistlerine bir engel teşkil etmiyor ki! Sen git; yine
kokla kitaplarını, doldur raflarını, konuş onlarla. Ben elli – yüz yıl sonra
matbu kitap diye bir şey kalmayacağını düşünüyorum. Ne kitapçılar kalacak ne de
kitap basan matbaalar. Bir tek, geçmişe dair bir anı olarak müze haline
getirilmiş kütüphaneleri görebileceğiz. Kaçınılmaz olandır bu, şaşılacak bir
şey yok. Gelişmenin, teknolojinin önüne
geçemezsiniz. Geçmeye kalktığınız anda yavaşlar ve geride bırakılırsınız. Ve
Türkiye olarak, ister kabul edelim ister etmeyelim, yine geri kalıyoruz, geri
bırakılıyoruz.
---
2017081901: Bulutların cansız olduklarını iddia edebilir
miyiz? Uçakta pencere kenarında yolculuk yapıyorsam ve vakit gece değilse,
kanadın altından kayarak ilerleyen köpük köpük olmuş bulutları izlemekten büyük
bir zevk alırım. Kimi zaman Antarktika kıtasındaki buz dağlarını, kimi zaman
durulama öncesi beklemeye bırakılan halıları, kimi zaman da çocukların içine
dalıp zamanı unuttukları top dolu havuzları anımsatır bana bulut kümeleri. Tek
tek uçtukları da vakidir ama genelde hep birliktedirler, yan yana omuz omuza hareket
ederler rüzgârın kandırmasıyla. Birleşirler, ayrılırlar, çiftleşirler, bebek
yaparlar, yok olurlar, şekil değiştirirler, umut ederler, hayal kırıklığına
uğrarlar; tembellik ettikleri de görülmüştür sıkı çalıştıkları da, sıkışıp
büzülürler ya da seyrekleşip genleşirler havadaki düşmanların konumlarına göre,
rüzgâra ve ısıya uyum sağlarlar tıpkı diğer canlılar gibi. Meraklıdırlar çoğu
zaman ama gruptan ayrılanı sevmezler. Bırakırlar onu, gökyüzünün sonsuz boşluğu
bu asi ruhu yesin bitirsin diye. Birlikten kuvvet doğduğunu, direnmek için
birleşmek ve güçlenmek gerektiğini bilirler. Yok olmamak için mücadele ederler
bir bakıma, o amorfik ve yüzsüz görünüşlerinin altında buruk ama inatçı bir
gurur vardır. Arada çarpışırlar birbirleriyle, fikir ayrılığından olsa gerek.
Birinin pozitif dediğine diğeri negatif der. Şimşekler çakar tenlerinin
birbirine sürtündüğü yerde, yeryüzüne iner o kızgın kılıçlar, yukarıdaki
kavgadan bîhaber yaşayan masumları boydan boya yararlar kaşla göz arasında. Homurdanırlar
bir de, gürlerler amansızca, ağzı kalabalık mızıkçılar gibi bağırdıkça bağırırlar.
Üzülünce somurtup ağlarlar oyuncağı elinden alınmış bebeklere taş çıkarırcasına.
Kızınca göğü griye, dağ başlarını mat bir maviye, şehirleri zift rengine
boyarlar. Ardından öyle bir gözyaşı dökerler ki insanlar sormadan edemezler “Ne
yaptık da bu kadar kızdırdık biz bu doğayı?”. Böyledir insan, ucu kendisine
dokunana kadar kanırtır doğanın tüm kilitlerini. Bilmez ki kapı açılsa ilk
kendisi boğulacak üzerine gelen selde, ilk kendisi şikâyet edecek seldeki
payını görmezden gelerek! Çok sürmez ama bu hasmane tavırları, durulurlar
çabucak, affetmeyi erdemden sayarlar belki de. Kentleri denizlere, denizleri
göllere, gölleri dev aynalara çevirerek sakinleşirler. İnsanların kendilerine
yaptıklarını unutayazdıklarında mutlu olurlar bir nebze. İşte o zaman
cömertliklerini gösterirler tüm anaçlıklarıyla, kara gölgelerini de alıp dağ
başlarına, orman derinliklerine, okyanus ortalarına giderler. Geride kalan
mutlu bulutlar pamuk pamuk olup gülümserler insanlara, arada güneşe izin
verirler göz kırpsın diye, çiğ bir ışık yağdırırlar toprağın üzerine. Pirüpak
bir hava yayılır ıslak otların arasına, gölün üzerinde havalanmaya çalışan
kazlar gibi süzülerek yayılır bu kadifemsi dokunuşlar. Çinko damlara vuran yağmur damlarının
tıpırtısını dinleyen insanların hüznü kaçıp gider güneşin vurduğu yerlerden. Evet,
bulutlar da canlıdır ama biz bilemeyiz. Bizim bir parçamızdırlar, uzak bir
parçamız. Onlarsız var olamayacağımızı bilsek de dile getirmeyiz pek. Onların
tıpkı kentler gibi, trafik gibi, ormanlar gibi canlı olduklarını pekâlâ
görürüz. Bizler gibi yaşayıp giderler, göğün sonsuzluğunda. Ne kimseye bir
zararları olur ne de kimseyi felakete sürüklemek gibi bir amaçları. Yeter ki
inkâr etmesin insansoyu onların da bir canının olduğunu ve yıpratmasın
köpüklerin yumuşak kumaşını. Yoksa her canı acıyan gibi, onlar da kullanırlar
nefs-i müdafaa haklarını.
---
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder