Bu Blogda Ara

23 Ağustos 2017

Aforizmalar: Koşmak, Yazmak, E-Kitaplar ve Bulutlar



2017230801: Koşmak ve yazmak eylemleri arasındaki koşutluklardan daha önce de bahsetmiştim. Uzun süre yazıdan uzak kalınca daha önce üzerinde kafa yormuş olduğum konulara tekrar yoğunlaşmak kolayıma geliyor. Dağınık bir odayı toparlamak, içinde hiç eşya olmayan bir odanın iç tasarımını sıfırdan yapmaya göre çok daha zahmetsizdir sonuçta. Birbirinden bağımsız gibi görünen iki konu arasında benzerlikler ve/veya koşutluklar yakalamak, farklar yakalamaktan daha kolaydır. Art niyetli bir savcı gibi davranmayı bir kere öğrenirseniz –Hemen her kurgu yazarı az çok böyledir.- gerisi çorap söküğü gibi gelecektir.  Ayrıca, uzun süre yazmaya ara verince koşmak ve kafamı toparlamak benim için bir seçenekten ziyade bir tür sine qua non oluyor. Koşmak da yazmak gibi suçunu arayan cezadır bir bakıma. Kendini bu kadar cezalandıracak ne yaptın? Bu sorunun yanıtını asla bulamazsın ama cezayı uzatmaktan da vazgeçmezsin.  Sözü daha fazla dalgalandırıp konuyu bulandırmadan, madde madde sıralayayım aklıma gelenleri:

1.       Her ikisinde de görünen hedef bitirmek, görünmeyen hedef delirmeyi önlemektir. Bitirmek önemlidir. Bitmemiş bir hikâyeyi yayımlatamazsın, en yakın arkadaşınıza bile okutamazsın.  Bu yüzden konu yazmak ve koşmak olduğunda yolun öğreticilikten başka bir işlevi yoktur. Sonu olmayan bir yola, nerede biteceği az çok belli olmayan bir parkura sen girsen bile okuyucuyu sokamazsın. Bunun yanında bitirmek görünen hedeftir. Asıl hedef, seni yazmaya / koşmaya zorlayan ağırlıkların baskısından kurtulmaktır. İçinde yaşadığın dünyayla bir derdin olmalı ki yoruyorsun kendini durduk yere. Hayır, kız meselesi değil, tuttuğun takımın küme düşmesi hiç değil! Çok daha büyük, çok daha evrensel, çözümü çok daha zor bir soruna yöneliyorsun. İnsanı anlamak ve anlatmak istiyorsun, kalp atışlarının etrafındaki uğultuyu bastırıp duyulabilecek tek ses haline gelmesine tanık olmak ve bedenini tüm yalınlığıyla görmek istiyorsun. Kolay değil giriştiğin iş ve daha yolun başındasın.     
2.       Asla durmayacaksın. Yürümek koşmak değildir. Okumak da yazmak değildir! Durduğun anda kaybedersin. Bir kırmızı ışığa rast geldiysen, olduğun yerde koş ama durma. Olduğun yerde koşmak zihni zinde tutar, arka planda işleyen bir program gibi her an açılmaya ve çalışılmaya müsaittir. On beş dakika koşup, ardından beş dakika yürüyüp, sonrasında da tekrar on beş dakika koşmak asla otuz dakika koşmak değildir. Aynı şekilde bir gün 1000 kelime yazıp, ertesi gün hiç yazmayıp, günlük 500 kelime hedefini tutturmuş olamazsın. Yazmadığın ya da 500’ün altında kaldığın her gün kayıptır. İster inan ister inanma, tek seferde 25 km koşmak, beş gün üst üste beşer km koşmaktan daha kolay ve daha faydasızdır.
3.       Hedef her zaman için bir öncekinden biraz daha fazla olmalı, en kötü ihtimalle aynı kalmalı. Kendine meydan okumazsan yazar da olamazsın koşucu da! Nicelikten ziyade niteliğe odaklanmak, niceliğin miktarını aynı tutarak başarılabilir. Her hafta 25 km koşuyorsan, zamanını azaltmaya çalış ya da bir sonraki parkurunu biraz yokuşlu seç.
4.       Her iki eylem de fizikseldir. Düşünsel olan kısım neden değil, sonuçtur. İnsan düşündüğü için yazmaz, bilakis yazdığı için düşünür. Benzeri bir durumu koşarken de gözlemleyebilirsiniz.
5.       Ritmi korumak ve disiplini elden bırakmamak hem bedensel hem de zihinsel sağlığınız için önemli bir koşuldur. Koşarken su içmeyi unutmamak –durmadan- ve yazarken bir yandan okumalara devam etmek önemli bir ayrıntıdır.
6.       Yazarken de koşarken de yalnızsındır ve insanın zihni bu yalnızlıkta olası tüm evrenlere açılmakta zorlanmaz. Sıradan hayatın üzerine bastırdığı yaratıcı düşünceler dibi delinen torbadan yere dökülen misketler gibi saçılırlar zemine. Saçma sapan düşünceler, birbiriyle ilgisiz sıfatlar, yüklemler ve isimler beynin sonsuz boşluğunda öyle bir çarpışırlar ki cayır cayır yanan buzları, geveze bulutları, gökten yağan şarabı, grev yapan karıncaları normal karşılarsınız.
7.       Her ikisi de müthiş yorucudur. İnsanı halsiz bırakır ama bir o kadar da memnun bırakan bir eylemdir.
8.       Tekrarlar önemlidir. Aynı yerden on defa geçersin, aynı satırı on defa okursun. Okumaktan / koşmaktan bitkin düşene kadar devam eder tekrarlar, kontroller.
9.       Her ikisinde de ne kadar antrenmanlı olursan ol başlamak zordur. İnatçı, azimli ve disiplinli olmayı gerektirir. Bilgisayarın başına oturup kendini zorlayacaksın. Gerekirse kopacaksın seni dünyaya bağlayan ağlardan. Kendinle baş başa kalıp, en samimi halinle içindeki fırtınalarla yüzleşmediğin sürece yazdıkların ciddi bir değer kazanmaz.
10.   Her ikisine de nedensiz yere uzun bir ara verdiğin zaman suçluluk hissedersin. Hayatında bir şeylerin eksik olduğunu, kendine çeki düzen vermen gerektiğini düşünürsün. Bu duygu yazmaya / koşmaya yeniden başladığında bir süre daha devam eder çünkü emin olamazsın başlamış olduğundan. Düzene girmeden, yani ertesi gün de yazmaya / koşmaya devam edeceğinden emin olmadan, içindeki kara delikten kurtulamazsın.

---

2017082302: Türkiye’de bugün yaşanan e-kitap düşmanlığıyla (isterseniz adına e-kitaba duyulan ilgisizlik de diyebilirsiniz) Osmanlı Devleti zamanında yaşanan matbaa düşmanlığı arasında ne fark var? O zamanlar da hattatlar ve ciltçiler işlerini kaybetmesin diye matbaaya karşı ilgisiz kalınmıştı. Sonuç ne oldu? Zaten geri kalmış olan Osmanlı kitap konusunda da geri kaldı. Bilginin yayılması, kitlelere ulaşması, büyümesi ve evrilmesi engellendi. Şimdi de dev yayınevleri ve onların birlikte çalıştıkları matbaalar ve dağıtım şirketleri ellerinde bulundurdukları ticari avantajı kaybetmesin diye benzeri bir durum yaşanıyor. Bütün dünya matbu kitaptan uzaklaşıp e-kitaba yoğunlaşıyor. E-kitapların güvenliğini, korsan satışlara karşı nasıl korunacaklarını, nasıl bir sistemle tekelin ya da kartelleşmenin önüne geçeceğimizi, gençleri nasıl olup da bilgisayar oyunlarından uzaklaştırıp okumaya sevk edeceğimizi konuşmamız gerekirken bu konular bizim yayıncıların gündeminde bile yok. Birkaç ufak tefek girişim var ama onlar da daha başından güdük kalmaya mahkûm bırakılıyor çünkü çoğunda ciddi güvenlik açıkları var. Örneğin e-kitap okuyucular satılıyor piyasada ama e-kitaplar satılmıyor. Satılanlar da artık piyasa değeri kalmamış ya da korsanı çıktığı için yayınevine artık para getirmeyen kitaplar. Yayın haklarını aldığı kitabın artık ciddi bir gideri yok. Sayfa düzenlemesi, kapak tasarımı vb benzeri işler zaten yapılmış. Bari internete ben koyayım da üç beş kuruş para da oradan gelsin niyetiyle piyasaya sürülüyor. Oysa yapılması gereken şey şudur: Yazarı ne kadar popüler ya da kitabın edebi değeri ne kadar yüksek olursa olsun, matbu hali basıldığı anda e-kitap hali de basılmalıdır. Okuyucuya bu seçenek sunulmalıdır ve e-kitaplar internet üzerinden zahmetsizce alınabiliyor olmalıdır. Gelişmiş ülkelerde her matbu kitabın yanında bir de e-kitap basılıyor. Hem daha ucuz, hem taşıması zahmetsiz, hem doğaya daha az zarar veriyor hem de araştırma yapanlar için müthiş kolaylıklar sağlıyor. Amazon’un sayfasından, sadece kindle denen cihazı kullanarak, yeni çıkan bir kitabı arayabiliyor, bulduktan sonra %5lik bir kısmını ücretsiz indirebiliyorum. Ya da doğrudan satın alıp, on-yirmi saniye içinde okumaya başlayabiliyorum. Başka sitelerde de benzeri uygulamalar var. Kimisi daha kullanışlı kimisi daha çetrefilli, nihayetinde hepsi e-kitap okuruna hitap ediyor ve dünyanın neresinde olursan ol sana bilgiyi ulaştırıyor. Yediden yetmişe herkesi elinde cep telefonu olduğu bir çağda neden cep telefonlarında okunabilecek kitaplara yatırım yapılmaz, anlamak gerçekten zor. Kindle, sattığı kitapları şifreliyor. Kitabı sadece adınıza kayıtlı cihazlarda okuyabiliyorsunuz. Cihazı kaybetseniz de kitap hesabınızda duruyor. Ama kitabı başka birisine gönderemiyorsunuz, aynı anda iki kişinin okumasını sağlayamıyorsunuz. Böylece hem yazarın hem de yayınevinin hakları büyük bir oranda korunmuş oluyor.  İşin en kötü yanı da kitap seven (sevdiğini iddia eden) insanların e-kitap düşmanlığına soyunmaları. Yok ben kitabın sayfalarının kokusunu özlüyorum, yok ben kitapçılardaki kedi mırmırını andıran uğultuyu seviyorum, yok ben kitaplarımı rafa dizip izlemeye bayılıyorum. Taş tabletlerden papirusa geçerken birileri dedi mi acaba “Ben taş kitabı taşımayı seviyorum, sertliğiyle ve soğukluğuyla bana ilham veriyor.” diye. Hiç sanmıyorum. Ayrıca e-kitabın yaygınlaşması sözünü ettiğim matbu kitap fetişistlerine bir engel teşkil etmiyor ki! Sen git; yine kokla kitaplarını, doldur raflarını, konuş onlarla. Ben elli – yüz yıl sonra matbu kitap diye bir şey kalmayacağını düşünüyorum. Ne kitapçılar kalacak ne de kitap basan matbaalar. Bir tek, geçmişe dair bir anı olarak müze haline getirilmiş kütüphaneleri görebileceğiz. Kaçınılmaz olandır bu, şaşılacak bir şey yok.  Gelişmenin, teknolojinin önüne geçemezsiniz. Geçmeye kalktığınız anda yavaşlar ve geride bırakılırsınız. Ve Türkiye olarak, ister kabul edelim ister etmeyelim, yine geri kalıyoruz, geri bırakılıyoruz.

---

2017081901: Bulutların cansız olduklarını iddia edebilir miyiz? Uçakta pencere kenarında yolculuk yapıyorsam ve vakit gece değilse, kanadın altından kayarak ilerleyen köpük köpük olmuş bulutları izlemekten büyük bir zevk alırım. Kimi zaman Antarktika kıtasındaki buz dağlarını, kimi zaman durulama öncesi beklemeye bırakılan halıları, kimi zaman da çocukların içine dalıp zamanı unuttukları top dolu havuzları anımsatır bana bulut kümeleri. Tek tek uçtukları da vakidir ama genelde hep birliktedirler, yan yana omuz omuza hareket ederler rüzgârın kandırmasıyla. Birleşirler, ayrılırlar, çiftleşirler, bebek yaparlar, yok olurlar, şekil değiştirirler, umut ederler, hayal kırıklığına uğrarlar; tembellik ettikleri de görülmüştür sıkı çalıştıkları da, sıkışıp büzülürler ya da seyrekleşip genleşirler havadaki düşmanların konumlarına göre, rüzgâra ve ısıya uyum sağlarlar tıpkı diğer canlılar gibi. Meraklıdırlar çoğu zaman ama gruptan ayrılanı sevmezler. Bırakırlar onu, gökyüzünün sonsuz boşluğu bu asi ruhu yesin bitirsin diye. Birlikten kuvvet doğduğunu, direnmek için birleşmek ve güçlenmek gerektiğini bilirler. Yok olmamak için mücadele ederler bir bakıma, o amorfik ve yüzsüz görünüşlerinin altında buruk ama inatçı bir gurur vardır. Arada çarpışırlar birbirleriyle, fikir ayrılığından olsa gerek. Birinin pozitif dediğine diğeri negatif der. Şimşekler çakar tenlerinin birbirine sürtündüğü yerde, yeryüzüne iner o kızgın kılıçlar, yukarıdaki kavgadan bîhaber yaşayan masumları boydan boya yararlar kaşla göz arasında. Homurdanırlar bir de, gürlerler amansızca, ağzı kalabalık mızıkçılar gibi bağırdıkça bağırırlar. Üzülünce somurtup ağlarlar oyuncağı elinden alınmış bebeklere taş çıkarırcasına. Kızınca göğü griye, dağ başlarını mat bir maviye, şehirleri zift rengine boyarlar. Ardından öyle bir gözyaşı dökerler ki insanlar sormadan edemezler “Ne yaptık da bu kadar kızdırdık biz bu doğayı?”. Böyledir insan, ucu kendisine dokunana kadar kanırtır doğanın tüm kilitlerini. Bilmez ki kapı açılsa ilk kendisi boğulacak üzerine gelen selde, ilk kendisi şikâyet edecek seldeki payını görmezden gelerek! Çok sürmez ama bu hasmane tavırları, durulurlar çabucak, affetmeyi erdemden sayarlar belki de. Kentleri denizlere, denizleri göllere, gölleri dev aynalara çevirerek sakinleşirler. İnsanların kendilerine yaptıklarını unutayazdıklarında mutlu olurlar bir nebze. İşte o zaman cömertliklerini gösterirler tüm anaçlıklarıyla, kara gölgelerini de alıp dağ başlarına, orman derinliklerine, okyanus ortalarına giderler. Geride kalan mutlu bulutlar pamuk pamuk olup gülümserler insanlara, arada güneşe izin verirler göz kırpsın diye, çiğ bir ışık yağdırırlar toprağın üzerine. Pirüpak bir hava yayılır ıslak otların arasına, gölün üzerinde havalanmaya çalışan kazlar gibi süzülerek yayılır bu kadifemsi dokunuşlar.  Çinko damlara vuran yağmur damlarının tıpırtısını dinleyen insanların hüznü kaçıp gider güneşin vurduğu yerlerden. Evet, bulutlar da canlıdır ama biz bilemeyiz. Bizim bir parçamızdırlar, uzak bir parçamız. Onlarsız var olamayacağımızı bilsek de dile getirmeyiz pek. Onların tıpkı kentler gibi, trafik gibi, ormanlar gibi canlı olduklarını pekâlâ görürüz. Bizler gibi yaşayıp giderler, göğün sonsuzluğunda. Ne kimseye bir zararları olur ne de kimseyi felakete sürüklemek gibi bir amaçları. Yeter ki inkâr etmesin insansoyu onların da bir canının olduğunu ve yıpratmasın köpüklerin yumuşak kumaşını. Yoksa her canı acıyan gibi, onlar da kullanırlar nefs-i müdafaa haklarını.
---


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder