Bu Blogda Ara

27 Ağustos 2017

Kaşgar Notları 6: Kaşgarlı Mahmut


Türbenin bahçesinin girişindeki Kaşgarlı Mahmut heykeli.
Kaşgarlı Mahmut’un türbesi diğer iki türbe gibi kentin içinde değil. En az bir saatlik bir yol gideceğiz. Ben sıcaktan bunalmış bir halde, erimiş dondurma gibi düşüyorum arabanın arka koltuğuna. İyice dağılmışım zaten. Pasaport, defter, kalem, Kaşgar hakkında internetten aldığım çıktılar, haritalar, biletler… Biraz toparlanıyorum araba kentin dışına doğru yol alırken. Defterime birkaç not alıp her yanımızı çevreleyen geniş ovaya ve çok ama çok uzaklardaki puslu dağlara çeviriyorum gözlerimi. Tepelerde hâlâ kar var. Kaşgar’ın bereketinin kaynağı eriyen bu karların oluşturduğu dereler olsa gerek. Bu kentte kavundan kiraza, erikten şeftaliye, hatta karpuzdan armuta her türlü meyve yetişiyor. Yüzyıllar önce bu topraklara gelmiş bir gezgin de Kaşgar’da yetişen meyvelerin ne kadar tatlı olduğunu ve bu meyveleri tatmadan buradan ayrılmanın çok büyük bir talihsizlik olacağını yazmış seyahatnamesine. Demek ki o zamanlar da varmış bu bolluk ve bereket.

Girişteki tanıtıcı levha.
Yol geniş ve bakımlı, iki-üç kilometrede bir gözüme çarpan polis arabaları ve çelik yelek giyip omuzlarına makineli tüfek asmış siyah üniformalı polisler artık şaşırtmıyor beni. Tek arzum kontrol noktalarından vakit kaybetmeden ve çok fazla resmi tacize uğramadan geçebilmek. Neyse ki durmamızı isteyen polis memuru arka koltukta bir turist olduğunu görünce çok üstelemiyor. Pasaportuma şöyle bir bakıyor, nereli olduğuma dikkat etmiyor büyük bir olasılıkla. Ne vizeyi inceliyor ne de pasaportun kapağındaki ay yıldızı. “Geç” diyor, bileğine konan bir sineği kovar gibi yaparak. Derin bir nefes veriyorum –demek ki o derin nefesi içimde tutmuşum uzun süre- ama bir yandan da çaktırmak istemiyorum Ahmet’e. Benim neden tedirgin olduğumu bilmese daha iyi. Nasıl anlatacağım adama Çin’deki sınır memurlarının haklı denilebilecek gerekçelerle TC vatandaşlarına kuşkuyla yaklaştıklarını ve bu gerekçeler ne kadar haklı olurlarsa olsun benim alınan bu tedbirlerden ciddi anlamda huzursuz olduğumu! Hoş, yanlış bir şey yapmış değilim, yapacak da değilim ama Çin burası ve Kaşgar gibi bir sınır bölgesinde yalnız başına gezen TC pasaportlu bir turisti gördüler mi nasıl davranırlar kestirmek mümkün değil. Havaalanında bile bir buçuk saat bekletip başıma tüfekli asker diktiklerine göre –öğretmen olduğumu bildikleri ve yanımda eşim olduğu halde- burada kim bilir ne yaparlar! Caydırmak ya da cezalandırmak gibi bir amaçları yok ama zorluk çıkarmaları bile can sıkıcı! Elin Amerikalısı elini kolunu sallaya sallaya sınırları geçsin, biz Türkler saatlerce bekletilelim hiçbir gerekçe gösterilmeden. İnsanın onurunu inciten bir yan var ve yetkililer de büyük bir olasılıkla bunu bildikleri için aynı uygulamalara devam ediyorlar. “Bıksınlar, başkalarına anlatsınlar ve bir daha gelmesinler.” diye belki de.

Kaşgarlı Mahmut'un portresi
Yol kısalıyor polis kontrolünden sonra. Bir yanından dere akan, iki yanı da uzun kavak ağaçlarıyla süslenmiş, ortaokuldaki resim dersinde perspektif konusunu işlerken yaptığımız çalışmaları anımsatan bir yola sapıyoruz. Bu yolun sonunda Kaşgarlı Mahmut’un mezarının olduğu Opal köyüne ulaşmış olacağız. Hedefe yaklaştıkça gideceğim yer hakkındaki bilgilerimi tazeleme isteğim artıyor. Kimdir Kaşgarlı Mahmut? Yazmış olduğu Dîvânu Lugâti’t-Türk neden bizim için bu derece önemlidir? TDK’nın sayfasından aldığım metni okuyorum, ara ara gözlerimi kaçırıp yol kenarında üçtekere bağlanmış eşeği yürüten ya da traktör süren köylülere bakarak.

Dîvânu Lugâti’t-Türk'ün farklı nüshaları
Bulunuşuyla birlikte Türk dili tarihinin yeniden yazılmasını sağlayan ve Türkçenin karanlıktaki pek çok konusunu aydınlatan Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü bizlere kazandıran, Türklük biliminin (Türkoloji) kurucusu, Türk sözlükçülüğünün atası Kâşgarlı[1] Mahmud’un hayatı hakkında ne yazık ki ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır….. Eser üzerinde çalışanlarca Abul olarak okunan adın Opal olduğu daha sonra ortaya çıkarılmıştır. Opal köyünü “Bizim ilde bir köy adı” sözleriyle anarak Kâşgar’a olan mensubiyetini ifade eden Kâşgarlı Mahmud, buna karşın Opal’ı doğduğu yer olarak belirtmemiştir. Ancak, Dîvânu Lugâti’t-Türk’te “Bizim ilde bir köy adı”, “Bizim ilde bir yer adı” diye tanımladığı Adıg ve Kası’nın Opal yakınlarındaki yerleşim birimlerinden olması, Kâşgarlı Mahmud’un bu bölgeyle olan ilgisini açık bir biçimde ortaya koymaktadır.  Farklı görüşler bulunmakla birlikte 1008 yılında doğduğu kabul edilmektedir.
Türbenin kendisi. Arka bahçeden görünüşü. 
Soylu bir ailenin çocuğuymuş ve iyi bir eğitim almış. Ülkede siyasi çalkantılar yaşanınca batıya göç etmek zorunda kalmış. Yıllarca (10-20 yıl) Orta Asya’daki Türk topluluklarıyla birlikte yaşamış. Onların dillerini, kültürlerini ve sözlü edebiyatlarını incelemiş. Daha sonra dönemin bilim merkezi olan Bağdat’a geçip, meşhur eseri Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü yazmış. Bu eserinde 8.000 civarında Türkçe kelimenin anlamını, farklı lehçelerdeki söyleniş şekillerini, kullanım alanlarını örnekleriyle birlikte (Örneğin “Alp Er Tunga öldü mü?” dizesiyle başlayan şiir kendisinden yüzyıllar önce yazılmış / söylenmiş olsa da biz bu şiiri ilk defa bu kitapta görmüşüzdür.)  sunmuş ve 1074 yılında zamanın Abbasi halifesine takdim etmiş. Maalesef, günümüzde bu değerli eserin aslı elimizde yok. Kaşgarlı Mahmut’un eseri bitirmesinden yaklaşık iki yüz yıl sonra (1266’da), Muhammed bin Ebi Bekr adlı Şam’da yaşayan bir kâtip tarafından yazılmış bir kopyesi mevcut ve İstanbul’daki Millet Kütüphanesi’nde muhafaza ediliyor. Bu kopyenin bulunmasının da ilginç bir hikâyesi var ama vaktim yetmiyor hepsini okumaya. Kitabın tarihi ve içeriği hakkında daha ayrıntılı bilgiye TDK’nın ilgili sayfasından ulaşılabilir.  

Türbenin arkasındaki mezarlık. Sağ altta kalan büyük mezar büyük bir olasılıkla Kaşgarlı Mahmut'a ait.
Okumalarım bitmeden türbeye vardığımız için biraz hayıflanıyorum aslında. Hava iyice ısınmış, ısırgan otu gibi yakıyor. Ahmet arabayı türbenin içinde olduğu büyük bahçenin girişinin az yukarısındaki park yerine bırakıyor. Hiçbir şey söylemeden kapısını açıp, koltuğunu yatırıyor. Konuşmadan da anlaşabiliyoruz demek ki. İnip girişe yürüyorum. Ensem, kollarım, hatta bacaklarım bile –kim dedi sana uzun pantolon giy diye ama türbe ziyaretine de şortla gidilmez ki!- cayır cayır yanıyor. Güvenlikten geçip –pasaport kontrolü yok burada- içeriye giriyorum. İlk gördüğüm şey Kaşgarlı Mahmut’un dev bir heykeli. İnce ve uzun bir şekilde tasvir edilmiş. Bizde genelde tarihe mâl olmuş önemli kişiler geniş omuzlu ve cüsseli olarak tasvir edilir. Bu öyle değil, elinde bir kitap tutuyor. Heykelin altındaki taş sütunda da hayatı hakkında kısa bir bilgi verilmiş. Heykelin arkasından yokuş yukarı çıkan merdivenler var ama bir de yol var sola ve sağa ilerleyen. Haritaya bakıp sola sapıyorum. Planım büyük bir daire çizip, bu merdivenlerden inerek turumu bitirmek.

Kaşgarlı Mahmut heykeli, yandan görünüş. 
Sol yol da merdivenlere çıkıyormuş meğer. Türbe de bu merdivenlerin sonundaymış. Ağır ağır çıkıyorum merdivenleri –eteklerimde güneş rengi bir yığın yaprak yok maalesef!-. Tıpkı Yusuf Has Hacip’in türbesinde olduğu gibi burada da yalnızım. Kimsecikler yok benden başka. Merdivenlerin soluklanma yerinde birkaç Uygurlu kadın ve çocukla karşılaşıyorum ama bunlar yerel halktan insanlar. Buraya gezmeye mi yoksa çalışmaya mı gelmiş olduklarını çıkaramıyorum bir türlü. Kadınlardan birisinin yanında kırmızı bir kova var. Diğeri de uzun bir süpürge tutuyor elinde. Belki de köyden gelen gönüllülerdir. Nihayetinde burası yüzyıllardır ermiş birisinin (Hazret-i Mollam Şemseddin) türbesi olarak biliniyor bu civarda. Kaşgarlı Mahmut'un mezarının burada olduğu yeni elde edilen / speküle edilen bir gerçek. Biraz daha merdiven çıkınca kocaman gövdeli bir kavak ağacına rastlıyorum. Bu ağacın hikâyesi de Uygurca’daki kavak anlamına gelen “ahtirik” kelimesinin kökeni de buradaki duvara yazılmış hikâyede anlatılmış.

Dîvânu Lugâti’t-Türk'ün başındaki harita. Türk dünyasını resmediyor. Aynı zamanda dünyanın yuvarlak oluşuna gönderme de yapıyor. Batıda Avrupa, doğuda ise Çin ve Japonya var. 
Kaşgarlı Mahmut ölümünden on yıl kadar önce dönüyor köyüne. Burada bir medrese açıyor ve talebe yetiştiriyor. Öldüğü yerde, kendisinin diktiği rivayet edilen yaşlı bir kavak ağacı var. Ağaç o kadar yaşlı ki artık boy atamadığı için midir nedir, çınar ağacı gibi kalınlaşmış, tiril tiril serpilmiş. Yapraklarına dallarına kırmızı-beyaz-siyah çaputlar bağlanmış. Bazı renkleri eksik bu yaşlı gökkuşağının altında serinliyorum bir süre, yaprakların rüzgârla dansını izliyorum, nereden geldiğini bilmediğim kuş seslerini ve merdivenin sol yanında yüksek bir debiyle akan suyun şırıltısını dinliyorum.

Kaşgarlı Mahmut'un türbesine çıkan 97 basamaklı merdiven. 
Hikâyeye göre Kaşgarlı Mahmut köyüne dönmeden yıllar önce hocasına sormuş. “Üstadım, ben nereye gömüleceğim?”. Üstadı da demiş ki “Elindeki sopayı toprağa sok, nerede yeşerip dal budak salarsa oraya gömüleceksin.” Kaşgarlı Mahmut yıllar sonra köyüne dönmüş ve bir gün abdest almaya hazırlanırken elindeki sopayı toprağa saplamış. Namazdan çıkıp medreseye dönmeye hazırlanırken bir de görmüş ki az önce toprağa sapladığı sopa yeşermiş, tomurcuklanmış, sağından solundan taze fışkınlar çıkmış. Şaşkınlığını gizlemek ihtiyacı hissetmeden “Ayi Ayi Dierek” (Oh oh ne güzel!)  haykırmış. Hocasının kerametinin yıllar sonra gerçekleşmiş olmasına sevinmiş. “Demek benim mezarım burada olacak.” demiş etrafındakilere. Birkaç yıl sonra vefat ettiğinde de ağacın dallarından birisinin gösterdiği yüksek bir tepeye gömülmüş. Bu arada toprağa sapladığı daldan yeşeren ağaca medresedeki talebeler “Aye Aye Dierek” adını vermişler. Zamanla bu kelime, Uygurca’da bugün “Kavak Ağacı” anlamında kullanılan “Ahtirik”e evrilmiş.

Merdivenin altında yer alan tarihi kavak ağacı. Hikâyeye göre Kaşgarlı Mahmut'un toprağa sapladığı bir sopadan yeşerip büyümüştür. 
Bu bilgilerin hemen yanında bir de Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün en başında yer alan bir harita var. O devrin Türk dünyasını betimleyen harita aynı zamanda bir Türk’ün çizdiği ilk dünya haritası olma özelliğini de taşıyormuş. Bu haritanın merkezi olarak o zamanın Türk hükümdarlarının oturduğu şehir olan Balangur seçilmiş. Diğer şehirler Balangur’a göre konumlandırılmışlar. Bu ve benzeri pek çok bilgiyi hızlıca okuduktan sonra ağacın ilerisindeki doksan yedi basamaklı merdivene yöneliyorum. Basamakların sayısı Kaşgarlı Mahmut’un yaşadığı yıl sayısına gönderme yapmaktaymış.

Orta Asya'ya ait eski bir gelenek olan ağaçlara çaput bağlama geleneği Çin'in diğer bölgelerine de yayılmıştır. Örneğin, yaşadığım kent olan Çanco'daki Tianning Tapınağı'nın bahçesindeki ağaçların dallarında da renkli bezler görmek mümkündür.  
Merdivenin sonunda nihayet türbeyi görüyorum. İçerisi serin, hafif nemli ve sessiz. Görevli kadın köşedeki masasına başını koymuş uyuyor. Benim içeriye girdiğimi fark edince şöyle bir başını kaldırıyor, demir gibi ağırlaşmış gözlerini açmaya çalışıyor. Ağzını açmasa da anlıyorum dediklerini “Bu sıcakta gezilir mi be adam, kıvrıl bir gölgeliğe uyu.” diyor. Ben de içimde “Haklısın bacım ama bizim de görevimiz turistlik. Düştük bir kere kara bir sevdanın peşine.” Baktı olmayacak, o geri dönüyor tatlı uykusuna, ben de gezime. Kadıncağızı uyandırmamaya daha bir dikkat ederek hafif hafif yürümeye gayret ediyorum türbenin içinde. Toplam üç oda var. Birinde sanduka var ama mezar bu sandukada değil, türbenin arkasındaki dağın eteklerine kurulmuş olan mezarlıkta. Türbedar Yasin Kari’ye –yüzyıllardır onun sülalesi bakıyormuş bu türbenin işlerine- göre yaklaşık 20 metre uzaktaymış gerçek mezar. Sandukanın olduğu odanın yanındaki odada Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün farklı basımları var. TDK’nın basmış olduğu birkaç nüsha da burada görülebiliyor. Üçüncü oda ise ufak bir mescit işlevini görüyor.  

Türbenin içindeki sanduka. 
Türbeden çıkıp etrafında dolanıyorum. Arkadaki mezarlık ilgimi çekiyor. Burası aynı zamanda medresenin mezarlığı. Güneşte biraz daha pişip dayanamayacak hale gelince soldan devam ediyorum yoluma. Ahşaptan yapılma bir yola giriyorum. Dağın eteği boyunca ilerliyor bu yol. Böylece türbenin de içinde bulunduğu geniş külliyeyi yukarıdan –ağaçların arasından görebildiğim kadarıyla- izleme imkânım oluyor. Hacet yeri, halvet yeri, çilehane ve tilavethane denilen yerlerin arkasından geçip –zaten ziyarete kapalılar- yokuş aşağıya iniyorum. Ahşap patikanın sonunda, ne amaca hizmet ettiğini anlayamadığım bir mağara buluyorum. Mağaranın ağzındaki kayalara ejderha işlemişler. İçeriye girmek yasak. Etrafta bilgilendirici bir yazı da göremediğim için geri dönüyorum. Bulduğum ilk merdivenden dik bir şekilde giriş kapısına iniyorum.

Dışarı çıkınca Ahmet’i bulmadan önce köşedeki bakkaldan su, yoğurtlu içecekler ve üzümlü / vişneli kek alıyorum. Bakkalı işleten yaşlı amcayla iyi anlaşıyoruz nasıl oluyorsa. O da uyukluyor gerçi ama yine de türbedeki kadına göre daha dinç. Gülerek ayrılıyorum yanından. Arabaya binince aldıklarımın bir kısmını Ahmet’le paylaşıyorum. Oruç tutmamasına rağmen –dondurma yediğine göre- yemiyor verdiklerimi, kapının gözüne koyuyor. Ben yiyorum hemen. Sonrasında da ağır mı ağır bir uykunun kollarına bırakıyorum kendimi. Öyle ki akşam üzeri Kaşgar’ın merkezine geri döndüğümüzde Ahmet beni zor uyandırıyor.  

Varlığının gerekçesini anlayamadığım mağara ve girişi sarmış ejderha. 

[1] Bu arada şunu yeni fark ettim: “Kaşgar” değil, “Kâşgar”mış doğru yazılışı. Bunun nedeni büyük bir olasılıkla kelimenin Arapça yazılışından birinci k sesinin “kef”, ikinci k sesinin “kaf” ile yazılmış olması. Baştan beri şapka kullanmadığım için metin içi tutarlılığı koruma adına düzeltme yapmayacağım.

1 yorum:

  1. Bu yazıyı hazırladığınız için teşekkür etmek istiyorum. Emeğinize sağlık. Çok ilginç bilgiler edindim.

    YanıtlaSil