Türbenin bahçesinin girişindeki Kaşgarlı Mahmut heykeli. |
Kaşgarlı Mahmut’un
türbesi diğer iki türbe gibi kentin içinde değil. En az bir saatlik bir yol
gideceğiz. Ben sıcaktan bunalmış bir halde, erimiş dondurma gibi düşüyorum
arabanın arka koltuğuna. İyice dağılmışım zaten. Pasaport, defter, kalem,
Kaşgar hakkında internetten aldığım çıktılar, haritalar, biletler… Biraz
toparlanıyorum araba kentin dışına doğru yol alırken. Defterime birkaç not alıp
her yanımızı çevreleyen geniş ovaya ve çok ama çok uzaklardaki puslu dağlara
çeviriyorum gözlerimi. Tepelerde hâlâ kar var. Kaşgar’ın bereketinin kaynağı
eriyen bu karların oluşturduğu dereler olsa gerek. Bu kentte kavundan kiraza,
erikten şeftaliye, hatta karpuzdan armuta her türlü meyve yetişiyor. Yüzyıllar
önce bu topraklara gelmiş bir gezgin de Kaşgar’da yetişen meyvelerin ne kadar
tatlı olduğunu ve bu meyveleri tatmadan buradan ayrılmanın çok büyük bir talihsizlik
olacağını yazmış seyahatnamesine. Demek ki o zamanlar da varmış bu bolluk ve
bereket.
Girişteki tanıtıcı levha. |
Yol geniş ve bakımlı, iki-üç kilometrede
bir gözüme çarpan polis arabaları ve çelik yelek giyip omuzlarına makineli
tüfek asmış siyah üniformalı polisler artık şaşırtmıyor beni. Tek arzum kontrol
noktalarından vakit kaybetmeden ve çok fazla resmi tacize uğramadan geçebilmek.
Neyse ki durmamızı isteyen polis memuru arka koltukta bir turist olduğunu
görünce çok üstelemiyor. Pasaportuma şöyle bir bakıyor, nereli olduğuma dikkat
etmiyor büyük bir olasılıkla. Ne vizeyi inceliyor ne de pasaportun kapağındaki
ay yıldızı. “Geç” diyor, bileğine konan bir sineği kovar gibi yaparak. Derin
bir nefes veriyorum –demek ki o derin nefesi içimde tutmuşum uzun süre- ama bir
yandan da çaktırmak istemiyorum Ahmet’e. Benim neden tedirgin olduğumu bilmese
daha iyi. Nasıl anlatacağım adama Çin’deki sınır memurlarının haklı
denilebilecek gerekçelerle TC vatandaşlarına kuşkuyla yaklaştıklarını ve bu gerekçeler
ne kadar haklı olurlarsa olsun benim alınan bu tedbirlerden ciddi anlamda
huzursuz olduğumu! Hoş, yanlış bir şey yapmış değilim, yapacak da değilim ama
Çin burası ve Kaşgar gibi bir sınır bölgesinde yalnız başına gezen TC
pasaportlu bir turisti gördüler mi nasıl davranırlar kestirmek mümkün değil.
Havaalanında bile bir buçuk saat bekletip başıma tüfekli asker diktiklerine
göre –öğretmen olduğumu bildikleri ve yanımda eşim olduğu halde- burada kim
bilir ne yaparlar! Caydırmak ya da cezalandırmak gibi bir amaçları yok ama
zorluk çıkarmaları bile can sıkıcı! Elin Amerikalısı elini kolunu sallaya
sallaya sınırları geçsin, biz Türkler saatlerce bekletilelim hiçbir gerekçe
gösterilmeden. İnsanın onurunu inciten bir yan var ve yetkililer de büyük bir
olasılıkla bunu bildikleri için aynı uygulamalara devam ediyorlar. “Bıksınlar,
başkalarına anlatsınlar ve bir daha gelmesinler.” diye belki de.
Kaşgarlı Mahmut'un portresi |
Yol kısalıyor polis kontrolünden sonra. Bir
yanından dere akan, iki yanı da uzun kavak ağaçlarıyla süslenmiş, ortaokuldaki
resim dersinde perspektif konusunu işlerken yaptığımız çalışmaları anımsatan
bir yola sapıyoruz. Bu yolun sonunda Kaşgarlı Mahmut’un mezarının olduğu Opal
köyüne ulaşmış olacağız. Hedefe yaklaştıkça gideceğim yer hakkındaki bilgilerimi tazeleme isteğim
artıyor. Kimdir Kaşgarlı Mahmut? Yazmış olduğu Dîvânu Lugâti’t-Türk neden bizim için
bu derece önemlidir? TDK’nın sayfasından
aldığım metni okuyorum, ara ara gözlerimi kaçırıp yol kenarında üçtekere
bağlanmış eşeği yürüten ya da traktör süren köylülere bakarak.
Dîvânu Lugâti’t-Türk'ün farklı nüshaları |
Bulunuşuyla birlikte Türk dili tarihinin yeniden yazılmasını
sağlayan ve Türkçenin karanlıktaki pek çok konusunu aydınlatan Dîvânu
Lugâti’t-Türk’ü bizlere kazandıran, Türklük biliminin (Türkoloji) kurucusu,
Türk sözlükçülüğünün atası Kâşgarlı[1] Mahmud’un hayatı hakkında
ne yazık ki ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır….. Eser üzerinde çalışanlarca Abul olarak
okunan adın Opal olduğu daha sonra ortaya çıkarılmıştır. Opal
köyünü “Bizim ilde bir köy adı” sözleriyle anarak Kâşgar’a olan mensubiyetini
ifade eden Kâşgarlı Mahmud, buna karşın Opal’ı doğduğu yer olarak
belirtmemiştir. Ancak, Dîvânu Lugâti’t-Türk’te
“Bizim ilde bir köy adı”, “Bizim ilde bir yer adı” diye tanımladığı Adıg
ve Kası’nın Opal yakınlarındaki yerleşim birimlerinden olması,
Kâşgarlı Mahmud’un bu bölgeyle olan ilgisini açık bir biçimde ortaya
koymaktadır. Farklı görüşler bulunmakla birlikte 1008 yılında doğduğu
kabul edilmektedir.
Türbenin kendisi. Arka bahçeden görünüşü. |
Soylu bir ailenin çocuğuymuş ve iyi bir
eğitim almış. Ülkede siyasi çalkantılar yaşanınca batıya göç etmek zorunda
kalmış. Yıllarca (10-20 yıl) Orta Asya’daki Türk topluluklarıyla birlikte
yaşamış. Onların dillerini, kültürlerini ve sözlü edebiyatlarını incelemiş.
Daha sonra dönemin bilim merkezi olan Bağdat’a geçip, meşhur eseri Dîvânu
Lugâti’t-Türk’ü yazmış. Bu eserinde 8.000 civarında Türkçe kelimenin
anlamını, farklı lehçelerdeki söyleniş şekillerini, kullanım alanlarını
örnekleriyle birlikte (Örneğin “Alp Er Tunga öldü mü?” dizesiyle başlayan şiir
kendisinden yüzyıllar önce yazılmış / söylenmiş olsa da biz bu şiiri ilk defa
bu kitapta görmüşüzdür.) sunmuş ve 1074
yılında zamanın Abbasi halifesine takdim etmiş. Maalesef, günümüzde bu değerli
eserin aslı elimizde yok. Kaşgarlı Mahmut’un eseri bitirmesinden yaklaşık iki
yüz yıl sonra (1266’da), Muhammed bin Ebi Bekr adlı Şam’da yaşayan bir kâtip tarafından
yazılmış bir kopyesi mevcut ve İstanbul’daki Millet Kütüphanesi’nde muhafaza ediliyor.
Bu kopyenin bulunmasının da ilginç
bir hikâyesi var ama vaktim yetmiyor hepsini okumaya. Kitabın tarihi ve
içeriği hakkında daha ayrıntılı bilgiye TDK’nın
ilgili sayfasından ulaşılabilir.
Türbenin arkasındaki mezarlık. Sağ altta kalan büyük mezar büyük bir olasılıkla Kaşgarlı Mahmut'a ait. |
Okumalarım bitmeden türbeye vardığımız için
biraz hayıflanıyorum aslında. Hava iyice ısınmış, ısırgan otu gibi yakıyor.
Ahmet arabayı türbenin içinde olduğu büyük bahçenin girişinin az yukarısındaki
park yerine bırakıyor. Hiçbir şey söylemeden kapısını açıp, koltuğunu
yatırıyor. Konuşmadan da anlaşabiliyoruz demek ki. İnip girişe yürüyorum.
Ensem, kollarım, hatta bacaklarım bile –kim dedi sana uzun pantolon giy diye
ama türbe ziyaretine de şortla gidilmez ki!- cayır cayır yanıyor. Güvenlikten
geçip –pasaport kontrolü yok burada- içeriye giriyorum. İlk gördüğüm şey
Kaşgarlı Mahmut’un dev bir heykeli. İnce ve uzun bir şekilde tasvir edilmiş.
Bizde genelde tarihe mâl olmuş önemli kişiler geniş omuzlu ve cüsseli olarak
tasvir edilir. Bu öyle değil, elinde bir kitap tutuyor. Heykelin altındaki taş
sütunda da hayatı hakkında kısa bir bilgi verilmiş. Heykelin arkasından yokuş
yukarı çıkan merdivenler var ama bir de yol var sola ve sağa ilerleyen.
Haritaya bakıp sola sapıyorum. Planım büyük bir daire çizip, bu merdivenlerden
inerek turumu bitirmek.
Kaşgarlı Mahmut heykeli, yandan görünüş. |
Sol yol da merdivenlere çıkıyormuş meğer.
Türbe de bu merdivenlerin sonundaymış. Ağır ağır çıkıyorum merdivenleri
–eteklerimde güneş rengi bir yığın yaprak yok maalesef!-. Tıpkı Yusuf Has
Hacip’in türbesinde olduğu gibi burada da yalnızım. Kimsecikler yok benden
başka. Merdivenlerin soluklanma yerinde birkaç Uygurlu kadın ve çocukla
karşılaşıyorum ama bunlar yerel halktan insanlar. Buraya gezmeye mi yoksa
çalışmaya mı gelmiş olduklarını çıkaramıyorum bir türlü. Kadınlardan birisinin
yanında kırmızı bir kova var. Diğeri de uzun bir süpürge tutuyor elinde. Belki
de köyden gelen gönüllülerdir. Nihayetinde burası yüzyıllardır ermiş birisinin (Hazret-i
Mollam Şemseddin) türbesi olarak biliniyor bu civarda. Kaşgarlı Mahmut'un mezarının burada olduğu yeni elde edilen / speküle edilen bir gerçek. Biraz daha merdiven
çıkınca kocaman gövdeli bir kavak ağacına rastlıyorum. Bu ağacın hikâyesi de
Uygurca’daki kavak anlamına gelen “ahtirik” kelimesinin kökeni de buradaki
duvara yazılmış hikâyede anlatılmış.
Dîvânu Lugâti’t-Türk'ün başındaki harita. Türk dünyasını resmediyor. Aynı zamanda dünyanın yuvarlak oluşuna gönderme de yapıyor. Batıda Avrupa, doğuda ise Çin ve Japonya var. |
Kaşgarlı Mahmut ölümünden on yıl kadar önce
dönüyor köyüne. Burada bir medrese açıyor ve talebe yetiştiriyor. Öldüğü yerde,
kendisinin diktiği rivayet edilen yaşlı bir kavak ağacı var. Ağaç o kadar yaşlı
ki artık boy atamadığı için midir nedir, çınar ağacı gibi kalınlaşmış, tiril tiril serpilmiş. Yapraklarına
dallarına kırmızı-beyaz-siyah çaputlar bağlanmış. Bazı renkleri eksik bu yaşlı gökkuşağının
altında serinliyorum bir süre, yaprakların rüzgârla dansını izliyorum, nereden geldiğini bilmediğim kuş seslerini ve merdivenin sol yanında yüksek bir debiyle akan suyun şırıltısını dinliyorum.
Kaşgarlı Mahmut'un türbesine çıkan 97 basamaklı merdiven. |
Merdivenin altında yer alan tarihi kavak ağacı. Hikâyeye göre Kaşgarlı Mahmut'un toprağa sapladığı bir sopadan yeşerip büyümüştür. |
Bu bilgilerin hemen yanında bir de Dîvânu
Lugâti’t-Türk’ün en başında yer
alan bir harita var. O devrin Türk dünyasını betimleyen harita aynı zamanda bir
Türk’ün çizdiği ilk dünya haritası olma özelliğini de taşıyormuş. Bu haritanın
merkezi olarak o zamanın Türk hükümdarlarının oturduğu şehir olan Balangur seçilmiş.
Diğer şehirler Balangur’a göre konumlandırılmışlar. Bu ve benzeri pek çok
bilgiyi hızlıca okuduktan sonra ağacın ilerisindeki doksan yedi basamaklı
merdivene yöneliyorum. Basamakların sayısı Kaşgarlı Mahmut’un yaşadığı yıl
sayısına gönderme yapmaktaymış.
Merdivenin sonunda nihayet türbeyi görüyorum.
İçerisi serin, hafif nemli ve sessiz. Görevli kadın köşedeki masasına başını
koymuş uyuyor. Benim içeriye girdiğimi fark edince şöyle bir başını kaldırıyor,
demir gibi ağırlaşmış gözlerini açmaya çalışıyor. Ağzını açmasa da anlıyorum
dediklerini “Bu sıcakta gezilir mi be adam, kıvrıl bir gölgeliğe uyu.” diyor.
Ben de içimde “Haklısın bacım ama bizim de görevimiz turistlik. Düştük bir kere
kara bir sevdanın peşine.” Baktı olmayacak, o geri dönüyor tatlı uykusuna, ben
de gezime. Kadıncağızı uyandırmamaya daha bir dikkat ederek hafif hafif yürümeye
gayret ediyorum türbenin içinde. Toplam üç oda var. Birinde sanduka var ama
mezar bu sandukada değil, türbenin arkasındaki dağın eteklerine kurulmuş olan
mezarlıkta. Türbedar Yasin Kari’ye –yüzyıllardır onun sülalesi bakıyormuş bu
türbenin işlerine- göre yaklaşık 20 metre uzaktaymış gerçek mezar. Sandukanın
olduğu odanın yanındaki odada Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün farklı basımları
var. TDK’nın basmış olduğu birkaç nüsha da burada görülebiliyor. Üçüncü oda ise
ufak bir mescit işlevini görüyor.
Türbenin içindeki sanduka. |
Türbeden çıkıp etrafında dolanıyorum. Arkadaki
mezarlık ilgimi çekiyor. Burası aynı zamanda medresenin mezarlığı. Güneşte
biraz daha pişip dayanamayacak hale gelince soldan devam ediyorum yoluma.
Ahşaptan yapılma bir yola giriyorum. Dağın eteği boyunca ilerliyor bu yol.
Böylece türbenin de içinde bulunduğu geniş külliyeyi yukarıdan –ağaçların arasından
görebildiğim kadarıyla- izleme imkânım oluyor. Hacet yeri, halvet yeri,
çilehane ve tilavethane denilen yerlerin arkasından geçip –zaten ziyarete
kapalılar- yokuş aşağıya iniyorum. Ahşap patikanın sonunda, ne amaca hizmet
ettiğini anlayamadığım bir mağara buluyorum. Mağaranın ağzındaki kayalara
ejderha işlemişler. İçeriye girmek yasak. Etrafta bilgilendirici bir yazı
da göremediğim için geri dönüyorum. Bulduğum ilk merdivenden dik bir şekilde
giriş kapısına iniyorum.
Dışarı çıkınca Ahmet’i bulmadan önce köşedeki bakkaldan su, yoğurtlu içecekler ve üzümlü / vişneli kek alıyorum. Bakkalı işleten yaşlı amcayla iyi anlaşıyoruz nasıl oluyorsa. O da uyukluyor gerçi ama yine de türbedeki kadına göre daha dinç. Gülerek ayrılıyorum yanından. Arabaya binince aldıklarımın bir kısmını Ahmet’le paylaşıyorum. Oruç tutmamasına rağmen –dondurma yediğine göre- yemiyor verdiklerimi, kapının gözüne koyuyor. Ben yiyorum hemen. Sonrasında da ağır mı ağır bir uykunun kollarına bırakıyorum kendimi. Öyle ki akşam üzeri Kaşgar’ın merkezine geri döndüğümüzde Ahmet beni zor uyandırıyor.
Dışarı çıkınca Ahmet’i bulmadan önce köşedeki bakkaldan su, yoğurtlu içecekler ve üzümlü / vişneli kek alıyorum. Bakkalı işleten yaşlı amcayla iyi anlaşıyoruz nasıl oluyorsa. O da uyukluyor gerçi ama yine de türbedeki kadına göre daha dinç. Gülerek ayrılıyorum yanından. Arabaya binince aldıklarımın bir kısmını Ahmet’le paylaşıyorum. Oruç tutmamasına rağmen –dondurma yediğine göre- yemiyor verdiklerimi, kapının gözüne koyuyor. Ben yiyorum hemen. Sonrasında da ağır mı ağır bir uykunun kollarına bırakıyorum kendimi. Öyle ki akşam üzeri Kaşgar’ın merkezine geri döndüğümüzde Ahmet beni zor uyandırıyor.
Varlığının gerekçesini anlayamadığım mağara ve girişi sarmış ejderha. |
Bu yazıyı hazırladığınız için teşekkür etmek istiyorum. Emeğinize sağlık. Çok ilginç bilgiler edindim.
YanıtlaSil