Bu Blogda Ara

22 Ağustos 2017

Çin Mektupları 33: Gerçeklik Arayışı Bağlamında Doğu ve Batı

Doğu ve Batı uygarlıkları arasındaki görünür farklar saymakla bitmez. Batı denince insanların aklına katı bir mantıksal sistem, rasyonalizmle yoğrulmuş zihinler ve bilimsel düşüncenin yuvası gelir. Doğu denince mistik tapınakları, öznesiyle yüklemi çelişen cümleler sarf eden uzun sakallı yaşlı bilgeleri ve hurafelerin modern yaşam tarzıyla el ele kol kola gezindiği toplumları hayal ederiz. Gerçi, internetin ve beraberinde gelen taşınabilir teknolojilerin hızlı gelişimi sayesinde son birkaç on yılda doğu toplumlarıyla batı toplumları arasındaki görünür farklar iyice kapanmış gibi görünse de temelde var olan bir takım ayrılıklar uzun bir süre daha doğuyla batıyı birbirinden ayrı tutacaktır. Bu yazıda batı ve doğu felsefelerinin gerçek ve gerçeklik kavramlarına bakışlarından yola çıkarak, nasıl olup da binlerce yıl öncesinden ciddi bir yol ayrımıyla işe başladıklarını inceleyeceğim.

Yalnız şunu söylemeden geçmeyeyim: Ne doğuda ne de batıda felsefe halkın genelinin yoğun ilgisini çekmiş bir disiplindir. Plato zamanında yaşamış sıradan bir Atinalı zerre kadar ilgilenmez bilginin kaynağıyla, tıpkı Tang Hanedanı zamanında yaşayan sıradan bir Çinlinin siyaset bilimiyle ilgilenmemesi gibi. Günümüzde de durum pek farklı değildir. Gerçek ya da gerçek olmayan halkın pek umurunda değildir. İnsanların büyük bir çoğunluğu geçim derdi, ailevi sorunlar, daha çok para kazanmak, sevgili edinmek gibi pratik konulara eğilim gösterirler. Bunların dışındaki sorunlar ikincildir ve sadece boş vakti / enerjisi olanlara hitap eder. Hatta gerçek olmayanın gerçek olmaması bile ihmal edilebilir çoğu zaman. Sekiz rakamı uğur getirmiyor olabilir, boynuna taktığın muska bir işe yaramıyordur belki, havai fişekler kötü ruhları uzak tutmayabilir, nehre saldığın kaplumbağa sana uzun ömür sağlamayabilir. Buna rağmen insanlar hurafelerin / akıldışı çözümlerin peşinden gitmekte ısrarcı olabilirler. Bu tutum irrasyonalizm değildir, bilakis çoğunluğun (geleneğin) kuralına uymak olarak da adlandırılabilecek kısa vadeli bir rasyonel davranıştır. Huzuru kaçırmamak, barışı korumak için konformist olmak halkın büyük bir çoğunluğu için ahlaki bir ilke halini almıştır. Dolayısıyla filozofların / bilim insanlarının ürettikleriyle halkın genelinin görüşünü birbirine karıştırmamak önemli bir koşuldur. Filozof soruların ağırlığına rağmen huzurlu yaşayabilir. Halk ise yanıtları sever. Ne kadar basitse o kadar kullanışlıdır o yanıt. Doğruluğu ya da gerçeklikle olan paralelliği apayrı bir konudur, avamın değil filozofun ilgi alanına girer.   

Batıda felsefe bir çeşit gerçek arayışıdır. Parmenides “Varlık nedir?” sorusunu sorar ve “Var olan vardır.” totolojisiyle yanıt verir. Maddenin ne olduğu sorusu da dâhil olmak üzere (ateş, su, toprak, hava) daha en başlarda felsefecilerin zihinlerini kurcalayan mesele gerçekliğin özü olmuştur. Herakleitos “Bir nehirde iki defa yıkanamazsınız.” derken yine gerçekliğin özünde var olduğunu iddia ettiği “değişim” kavramından bahsetmektedir. Sokrates, Plato (Eflatun) ve Aristotales üçlemesiyle Antik Yunan felsefesi ontolojiden (varlık sorunsalını inceleyen felsefi alan) uzaklaşıp, epistemolojiye (bilginin kaynağını sorgulayan felsefi alan)  kaymıştır. Artık felsefenin en temel sorusu “Kullandığımız ve başkalarına aktardığımız bilginin doğru ve güvenilir olduğunu nereden biliyoruz?” sorusudur. Burada her ne kadar ontolojiden bir sapma görülse de amaç yine gerçeklik (gerçek olanın dokusu) bilgisini teyit etmektir. Yani, “Gözümüzün önünde her saniye gerçekleşen bu evreni nasıl bileceğiz, ona nasıl vakıf olacağız, hatta bir sonraki adımda onu nasıl kontrol edeceğiz?” gibi sorular batı felsefesinin düşünürlerini yüzyıllarca meşgul etmiştir. Plato’nun mükemmel idelerinden Descartes’in katı rasyonalizmine, Locke’un deneyciliğinden Kant’ın uzlaşmacılığına kadar yüzlerce filozof bilginin kaynağı ve bildiklerimizin gerçeklikle ne derece örtüştüğü üzerine kafa yormuştur. Amaç doğayı anlamak, insanı anlamak ve en nihayetinde gerçeğe yaklaşmaktır. Gerçeklik kumaşının nasıl örülmüş olduğu sorusunun yanıtı pragmatik kaygıların üstündedir. En azından filozoflar için durum budur. Felsefe zamanla bilime evrildikçe pragmatik yanları da artmıştır.

Batı felsefesinin gerçeklikle olan bu sıkı fıkı ilişkisi tektanrıcı dinlerin bu felsefelerin yaygın olduğu topluluklarda daha çabuk kabul görmesini de sağlamıştır. Madem felsefeciler söz verdikleri gerçeğe bir türlü bizleri ulaştıramıyorlar, o halde kendisini gerçeğin ta kendisi ya da onun yeryüzündeki temsilcisi olarak gören kişinin peşinden gitmekte bir mahzur olmamalıdır. Hem yol daha kısadır hem de sözü verilmiş bir kesinliği vardır. Sonuç olarak tektanrıcı dinlerde Tanrı mutlak gerçektir. Evren onun bir yansımasından ibarettir. Varlığın anlamı ve amacı bu Tanrı’dan ibarettir. Dolayısıyla, tüm sorulara yanıt veren kolaycı yanlarıyla, felsefecilerden bir adım öndedir din adamları. Bu yüzden kesişim kaçınılmaz ve Aziz Augustine, Anselm, Gazali, İbn-i Tufeyl gibi pek çok filozof-din adamı inandıkları mutlak gerçekliğe felsefi bir altyapı hazırlama -ya da felsefi kuşkuculuktan inançlarını koruma- girişiminde bulunurlar. Hristiyanlığın ve İslam’ın Çin’de yayılamamasını da doğu felsefelerinin gerçeklikle kurduğu ilişki üzerinden çözümleyebiliriz. Bunun için önce doğuda ne var, onu görelim.

Doğuda felsefe ile siyaset bilimi iç içe girmiş iki disiplindir. Zaten filozof denilebilecek kişiler genelde saray civarında çalışmalar sürdüren eğitimli diplomatlardan başkaları değildirler. Dolayısıyla, filozofların amacı gerçekliğin ne olduğunu keşfetmekten ziyade halkın en iyi nasıl bir sistemle idare edilebileceğini bulmaktır. Toplumsal huzur, ya da bu aralar sıklıkla karşımıza çıkan sosyal harmoni kavramı, varılması ya da korunması gereken hedeftir. Konfüçyüs bilmediği veya asla bilinemeyecek konularda fikir beyan etmemiştir. Ölümden sonra ne olacağı kendisine sorulduğunda “Daha bu hayatı halledemedik, ölüme sıra asla gelmeyecek.” gibi bir yanıt vermiştir. Gözlemlenebilen evrenle ilgilenmiş, kendisinden önce gelen pagan geleneklere de ses çıkarmamıştır. Bugün Çin’de gördüğümüz pek çok dinsel tören aslında Konfüçyüs öncesi var olan ve zamanla değişmiş / evrilmiş / yeni gelen dinlerle karışmış pagan dinlerden kalmadır. Konfüçyüs, varlığı metafizik (dinsel veya seküler) kavramlar kullanarak anlamlandırmak yerine daha pozitivist bir yol seçerek huzurlu toplumu ve bu toplumun doğuracağı ahlaklı bireyi aramıştır. Esas olan insanların mutlu bir şekilde yaşamaları, aile kurmaları, karşılıklı sevgi ve saygıyı korumaları, otoriteye karşı itaatte kusur etmemeleri ve nesillerini sürdürmeleridir. Çin’in bağrından çıkmış bir diğer filozof olan Laozi de az çok Konfüçyüs’ünkine benzer konularla ilgilenmiştir. “İnsanın mutlu olması için yürümesi gereken yol (Tao) hangisidir?” sorusuyla çıkar yola. Alçakgönüllü olmayı ve sade yaşamı salık verir. Konfüçyüsçülük kadar ritüel sevdalısı değildir bu yüzden.  Buda ise aynı soruya farklı açıdan yaklaşmış ve ıstırabı yok etmek için gereken yöntemleri sıralamıştır. Dört Soylu Yöntem denilen bu öğretide; ıstırabın var olduğunu, onun nesnel bir nedeninin olduğunu, onu yok etmenin bir yolu olduğunu ve son olarak da Buda’nın kutsal yolu olan Darma’nın tek çözüm olduğu anlatılır. Asya dinleri içinde belki de gerçeklikle en fazla ilişki kurmuş olan din Hinduizm’dir. Hindu mitolojide evrenin, zamanın, varlığın, sonsuzun anlamları konusunda sayısız hikâye vardır.

Yukarıda sözünü ettiğim, tektanrıcı dinlerin doğuda pek yaygınlaşmaması konusunu tekrar ziyaret edelim. Filipinler (Hristiyan) ve Endonezya / Malezya (Müslüman) hariç diğer Asya ülkelerinde bu yayılma gerçekleşmemiştir. Bu üç ülkede de zaten misyonerler / tüccarlar gelmeden önce ciddi bir Konfüçyüsçü ya da Budist gelenek yoktur. Dolayısıyla tektanrıcı dinlerin kabulü çok daha kolay olmuştur. Öyle ki her üç ülkede de yüzyıllar önce Çin’den göç etmiş olan Çinliler Konfüçyüsçü geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bir şekilde yaşamlarını sürdürmektedirler.
Kadim felsefelerin gerçeklikle kurdukları ilişkinin bir yansıması da bilim ve teknoloji alanında gerçekleşmiştir. Evrenin ne olduğunu, varlığın anlamını ve bilginin kaynağını sorgulayan batı felsefesi doğal süreç içerisinde kısır döngülere neden olan salt kuşkuculuktan kurtulup, gözlem ve deneyin rehberliğinde aklın saltanatını kabul etmiş ve böylece bilimsel gelişmelerin önünü açmıştır. Tabii ki batıda bilimin gelişmesini sadece felsefi temellere dayandıramayız. Coğrafi keşifler sonucunda sömürülen topraklardan Avrupa’ya aktarılan kaynakların etkisi azımsanmayacak düzeydedir. Tarihsel materyalizmle çözümlenebilecek pek çok başka nedeni de vardır batıda bilimsel devrimin oluşumunun. Yine de temelde var olan gerçeği bulma ve anlamlandırma kaygısı, özellikle o devirde düşünmek ve yazmaktan başka pek bir işi olmayan üniversite filozofları (Aydınlanma çağına kadar bilim insanlarına da filozof deniyordu.) için bulunmaz bir motivasyon kaynağı olmuştur.
Doğuda ise göreceli müreffeh yaşama rağmen bilim değil de günlük hayatı kolaylaştırıcı teknoloji gelişmiştir. Pusulayı, kâğıdı, barutu (havai fişekler için), ipeği, porseleni, baskı makinesini (bir çeşit matbaa) ve daha pek çok şeyi keşfeden Çinliler bu buluşların altında yatan bilimsel ilkeleri inceleyip çok daha karmaşık sistemler geliştirmemişlerdir. Çünkü çocukluktan beri öğretilen felsefe ahlaklı birey ve huzurlu toplum arayışını salık vermektedir. Eğer icat edilen bu yenilikler sözü edilen arayışlara yanıt verecekse üzerinde çalışmaya değerdirler. Aksi halde bu yenilikler birer ticari meta olmanın ötesine geçemezler. Yüzyıllar boyunca Çin, batı dünyasına kendi topraklarında ürettiği bu ürünleri pazarlamış ve sömürü dönemine kadar zengin bir ülke olarak kalmıştır. Bunun yanında batıda ise Galileo, yüksekten bırakılan taşların yere düşme sürelerinin kütlelerine bağlı olmayacağı gibi görünüşte gereksiz bilgilerin peşinde koşmaktaydı. Çünkü kütle, zaman, uzaklık, nedensellik gibi metafizik kavramlar gerçekliği anlamanın önemli bir yanını oluşturmaktadır. Başlangıçta çok bariz olmayabilir ama teknoloji eninde sonunda bilimi takip edecektir.

Peki, batı ve doğu felsefelerindeki bu ayrımın günümüzde de gözlemlenebilen bir tezahürü var mı? Bu soruyu yanıtlamak zor çünkü yukarıda da sözünü ettiğim gibi gelişen iletişim teknolojileri doğu-batı ayrımını coğrafi bir düzeye indirgedi. Bugün Şanghay’ın doğu mu batı mı olduğunu ilk bakışta söylemek neredeyse imkânsızdır. Buna rağmen şöyle bir açılımdan, daha doğrusu anlaşmazlıktan yola çıkarak ortaya atılacak bir hipotezden bahsedebiliriz. Günümüzde batılıların Çin’i eleştirirken akıllarına ilk gelen şeylerden birisi Çin’in sansür politikasıdır. Batıya göre –ilkesel olarak- insanların gerçekleri ne pahasına olursa olsun öğrenmeye hakları vardır. Çin ise böyle düşünmemektedir. Halk çok çabuk bir şekilde galeyana getirilebilir, kışkırtılabilir. Çoğu zaman da gerçek olmayan haberlerle yapılabilir bu. Haber gerçek de olsa, eğer toplumsal bir infiale neden olacaksa, insanların canlarına ve mallarına zarar gelecekse, kısacası Çin halkının en kutsalı olan toplumsal huzur bozulacaksa o haberin yayılmasına gerek yoktur. Sansürlenmelidir.  Kısacası batıda huzur yeri geldiğinde gerçek ya da gerçeği bilme özgürlüğü için kurban edilir. Doğuda (Çin’de) ise gerçek yeri geldiğinde huzur için kurban edilir. Gerçek, devletin (otoritenin) yarattığı, halkın bilmesi gerektiği kadar olandır. Bu sadece son altmış yetmiş yıllık bir şey değildir Çinliler için. Tarih boyunca devlet ya da saray, kendisi dışındaki tüm otoriteleri kendisine düşman bilmiş ve ilk fırsatta onları yok etmiştir. En başa, ilk imparator Çin Şı Huang Di’ye kadar giden bir siyasettir bu. Kitapları yaktırıp, duvarları yükselten imparator olarak bilinen Çin Şı Huang Di, aynı zamanda Çin tarihindeki en acımasız sansür politikalarını uygulamıştır. Bunun karşılığında, yani bu saklamanın bir getirisi olarak, devlet halkı için kutsal bir baba rolünü eksiksizce yerine getirmek zorundadır. “Gerçeği bu kadarıyla öğreneceksin ama karşılığında sana huzuru, aileni, işini, servetini bağışlıyorum.” der. Böylece halkın tepkisi engellenmiş olur. “Devlet benim için en iyisini yapacaktır.” görüşü hâkim olması istenilen görüştür. Gördüğüm kadarıyla sansürden şikâyet eden çok fazla insan yok burada. “Ulaşabildiğim bilgi bana yetiyor.” diyen kitle her geçen gün biraz daha büyüyor. Karnım tok, işim var, ailemin sağlığı yerinde, internet hızlı, bana ne gerçeğin ne olduğundan!
Doğuda sansür var da batıda yok mu? Orada da var, hatta günümüzde Çin’in ekonomik başarısını gören pek çok ülke benzeri sansür politikalarını kendi ülkelerinde uygulamaya çalışıyorlar ama başaramıyorlar ya da ciddi tepkilerle karşılaşıyorlar. Aynı başarıyı gösterememelerinin nedeni de aslında doğu felsefesiyle batı felsefesinin şekillendirdiği vatandaşların farklı olması. Bireysel özgürlüğün –gerçek olana erişimin vatandaşlık hakkı olması- toplumsal istikrarın önüne konduğu coğrafyalarda Çin’in yaptığını yapmak neredeyse imkânsızdır. Ayrıca Çin’de devletin yaptığını batıda büyük yayın şirketleri, üretimde sözü geçen dev holdingler yapıyor. Devlet de buna, kendisine para kaynağı sağlayanların desteğini yitirmemek için göz yumuyor. Aradaki tek fark Çin musluğu en tepeden kapattığı için çok az sızıntı ulaşıyor aşağılara. Batıda ise rastgele tutumlardan, çıkar ilişkilerinden ve seçilememe kaygısından dolayı azınlık denilebilecek bir kitle gerçek bilgiye zor da olsa erişebiliyor. Eriştiklerinde de sessiz kalmıyorlar. Yaygarayı basıyorlar. Sonrası da daha çok istikrarsızlık ya da kargaşa. Görünen o ki ne batıda üretilen reçeteler doğuda tam anlamıyla işlevselliğini koruyabiliyor ne de doğuda üretilenler batılı siyasetçilerin dertlerine çare oluyor. Farklı felsefi anlayışlarla şekillenmiş kültürler ve bu kültürlerin rahminde doğup büyümüş halklar kolay kolay değişmiyorlar.
Gereğinden uzun ve biraz da düzensiz bir yazı oldu. Kendimi istediğim gibi ifade edebildiğimi sanmıyorum ama olsun. Eksiğiyle gediğiyle, bu da böyle kalsın. 

Kipling'in dizeleriyle bitireyim:
Oh, East is East and West is West, and never the twain shall meet,
Till Earth and Sky stand presently at God's great Judgment Seat;
But there is neither East nor West, Border, nor Breed, nor Birth,
When two strong men stand face to face, though they come from the ends of the earth!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder