Bu Blogda Ara

24 Ağustos 2017

Kaşgar Notları 5: Yusuf Has Hacip

İçinde mezarın ve büstün yer aldığı kubbeli yapı
“Kaşgar deyince akla Kaşgarlı Mahmut gelir ama bizim için önemli bir başka ad olan Yusuf Has Hacip’in ölüm yeri de burasıdır. Kutadgu Bilig’in yazarı olan Yusuf Has Hacip, Balasagun’da doğmuş ve Mutluluk Getiren Bilgi anlamına gelen siyasetnamesini 1070 yılında yazmıştır. Kitap dönemin Karahanlı hükümdarı Tavgaç Buğra Karahan’a sunulmak üzere yazılmıştır. Mesnevi formatında aruz vezniyle kaleme alınan 88 bölümlük bu eser, metne sonradan eklendiği açıkça bilinen 77 beyit dışında toplam 6645 beyitten oluşur. Eserde temel olarak dört insan tipi idealize edilmiştir. Kraliyeti, adaleti ve yasaları temsil eden Kün-Toğdı (Gün-doğdu). Vezirliğin, saadet ve huzurun şaşmaz öncüsü Ay-Toldı (Ay-doldu). Aklın ve bilginin yılmaz savaşçısı Ögdülmiş. Zahitliğin, kanaat ve sabrın timsali Odgurmuş. Kutadgu Bilig, Karahanlı Türkçesiyle yazılmıştır.”

Girişteki büst
Telefonumdan bu bilgileri okuyarak gidiyorum Yusuf Has Hacip’in türbesine. Ne yola bakabiliyorum bu sırada ne de insanlara. Ben şehrin dışına çıkıp, kilometrelerce yol gideceğiz sanarken çabucak varıyoruz türbeye. Ahmet arabayı kapının hizasından az aşağıya kaydırıyor ve beni burada bekleyeceğini belirtiyor. “Yarım saatten çok kalmam” deyip iniyorum arabadan. Şehrin ortasından geçen geniş bir caddenin kenarında bulunan türbe; sessiz sakin, biraz da kendinden beklendiği üzere vakur bir şekilde karşılıyor beni. Kaldırımdan bakınca hiç de “Burada önemli bir âlimin türbesi varmış.” demezsiniz aslında. Bir çeşit kenz-i mahfuz! Dikkatli bakınca ilerideki mavi kubbenin tepesi görünüyor ama dikkatli bakmak için de burada bir türbe olduğunu bilmek gerekir. Kaldırımda yürüyen bir insan “şu yüksek duvarların arkasında ne varmış, bir bakayım!” diyerek yürümez ki!

TDK tarafından yayımlanmış bir Kutadgu Bilig nüshası
Güvenlik önlemleri Apak Hoca’nın türbesindeki önlemlere nazaran daha sıkı burada. Zaten giriş kapısını kilitli buluyorum varınca. Bekçi kulübesindeki görevli beni görünce –camlar siyah olduğu için ben onu göremiyorum- çıkıyor ve açıyor kapıyı. İçeri girince önce metal tarayıcıdan geçiyorum. Bilet için de 30 Yuan ödüyorum. Ardından pasaportumu alıp fotokopisini çekiyorlar. Bir müze ziyareti için aşırı bulduğum bu önlemlerin mutlaka haklı bir gerekçesi vardır. Türkiye’den geldiğimi öğrenince yine aynı samimi muameleye maruz kalıyorum. “İstanbul”, “Sultan Süleyman”, “Atatürk” gibi kelimeler havada uçuşuyor kısa bir süre. Pasaportumu ve biletimi geri aldıktan sonra bana gösterilen, iki tarafında meyve bahçeleri olan, geniş yürüme yoluna giriyorum.

Kümbetini sonradan fark ettiğim yeşil kapılı, kemerli giriş.
Üstü üzüm bağlarıyla örülmüş bu kısa yol hem serin hem de çok güzel. Işık hüzmeleri sık yaprakların arasından buldukları boşluklardan sızıp beton zeminde benekli desenler oluşturmuş. Yanlardan sarkan yeşil üzüm salkımlarına bakarak ilerliyorum. Karşımda türbenin asıl kapısı masmavi çinileriyle bana göz kırpıyor. Güneş kızgın bir tava gibi yükselmişken tepemde, çok iyi geliyor bu doğal gölgelik. Üzümler daha olmamış ama salkımların en büyük avuçları bile doldurup taşıracak kadar iri olmaları Kaşgar toprağının meyve yetiştirmek için ne derece verimli olduğunu gözler önüne seren bir kanıt niteliğinde. Kemerli giriş kapısı mavi çinilerle süslenmiş ama işlevselliği olan tahta kapı yeşile boyanmış. Çinili kısım kemerli ve yüksek. Üst iki köşesinde de birer mini minare var. Alt kısıma, yani benim kapıdan girmeden önce ayak bastığım yere ise sağlı sollu iki ibrik konmuş. Duvarlardaki çinileri bir süre daha inceleyip yeşil kapıdan türbenin bahçesine giriyorum. Bu arada, nedense o âna kadar aklıma hiç gelmemiş bir şey geliyor: Bu türbede benden başka turist yok. Ne Çinli ne de başka bir milletten kimsecikler! Koca alanda tek başımayım. Oysa Apak Hoca’nın türbesinde yüzlerce turist vardı. Acaba bu durum benim üçüncü notta sözünü ettiğim hipotezi doğrulayan bir gözlem mi? Tamam, burası Apak Hoca’nın türbesi kadar geniş ve güzel olmayabilir ama yine de önemli bir yer. Hiç kimsenin olmaması, tanıtımının yapılmadığına ya da burası hakkındaki bilgilerin turist rehberlerinden kasıtlı olarak çıkarıldığına dair kuşkularımı arttırıyor.  Bu sorular aklımdan hızlıca geçiyor ben küçük adımlarla Yusuf Has Hacip’in mezarının olduğu bölgeye doğru yürürken.

Yusuf Has Hacip'in mezarı
İçeri geçince geride bıraktığım kapının aslında kare şeklinde bir tabanının olduğunu, üstünde küçük bir kümbeti olduğunu –önden bakınca bu kümbetin sadece tepesindeki alem görünüyor- ve mini minare sayısının dört olduğunu fark ediyorum. Karşımda ise dev bir yapı var. Tamamı mavi çinilerle süslenmiş, birbirine yaslanmış dikdörtgen şeklinde duvarlardan ve arkasında yer alan kemerli, kubbeli kısımlardan meydana gelen bu yapı Yusuf Has Hacip’in mezarını barındırıyor. Sığınabileceğim bir gölge bulamadığım için birkaç fotoğraf çekip vakit kaybetmeden içeriye giriyorum.

Kutadgu Bilig'den bir dize
Girişte Yusuf Has Hacip’in beyaz bir büstü var. Serin, aydınlık ve alabildiğine sessiz içerisi. Geniş pencerelere rağmen, duvarlar kalın olduğundan olsa gerek, içersi pek ısınmamış. Ayakkabılarım kauçuk tabanının altında ezilen ince kum tanelerinin çıkardığı hışırtı da kesiliyor dört duvar arasına girince. Arada bir kubbenin alt bölgelerine yuva yapmış kuşların kanat çırpışlarını duyuyorum. Onlar da biliyorlar demek ki bu sıcakta nerede yaşayacaklarını. Bir de uzaklardan –bambaşka bir hayatı anımsatırcasına- gelen korna sesleri var.

Kutadgu Bilig'den bir dize
Yüzyıllar önce ölmüş bir şairin / âlimin huzurunda insan düşünmeden edemiyor tabii ki! Her şey geçici; bedenlerimiz, arzularımız, hazlarımız ve acılarımız. Kala kala geriye yaptığımız güzel işler, insana kendisini anlatan sanat eserleri kalıyor. Hani Bâki diyor ya kendi adını da güzel bir göndermeyle kullandığı o meşhur dizesinde: Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal / Bâki kalan şu kubbede hoş bir sadâ imiş. Hoş, kimin sesi kaç yüz yıl kalır bilemeyiz. Örneğin Homeros, kaç bin yıl daha okunur? Peki ya Tolstoy ilham kaynağı olur mu beş yüz yıl sonra yaşayacak olan elektroniği içselleştirmiş nesillere? Beş bin yıl sonra? Elli bin yıl sonra? Hiç sanmıyorum. İnsan sonsuza kadar yaşamak için değil de kendisini mutlu etmek için üretiyor en çok. Sait Faik diyor ya hani, “Yazmasaydım delirecektim.” İşte öyle bir şey. Geriye bir şey bırakmak, yaratma eylemi için gerekçe değildir, bilakis sonucun ta kendisidir. Bazen bu sonuç gerçekleşmeyebilir bile. Unutulur gider tüm çalışmalar, hevesler, ortaya konulan emekler. Yeryüzünde şimdiye kadar yaşamış yüz binlerce yazar / şair / mimar / sanatçı takımından kaçının adı hatırlanıyor bugün? Kaçının yapmış olduğu işler biliniyor? Ezici bir çoğunluğu tarihin esen rüzgârıyla yer değiştiren kum tepelerinin altında kalmış durumda. Kalanlar da, yani bıraktıkları mirasla bizi tatmin edenler de biraz şansın biraz da tarihsel dönemin örtüşmesiyle üste çıkabiliyorlar. Onlar da bize yetiyor zaten, daha fazlasını pek aramıyoruz.     

Kaşgar'da çektiğim ve sonrasında bakarken çok hoşuma giden fotoğraflardan birisi. Türbenin arka kısmı burası. 
Bu düşünceler kafamdan hızla geçiyor Yusuf Has Hacip’in başucunda etrafa bakınırken. Mezar mavi çinilerle süslenmiş bir yükseltinin üzerinde. Mor bir örtüyle kaplanmış. Duvarlarda Kutadgu Bilig’den dizeler var. Okuyup anlamaya çalışıyorum ama işin çok da kolay olmadığını kavramam uzun sürmüyor. Kelimeler her ne kadar günümüz Türkçe’sini çağrıştırsa da okuduklarımdan sözlük yardımı olmaksızın bir anlam çıkarmam neredeyse imkânsız. Daha sonra tekrar bakarım diyerek dizelerin fotoğrafını çekiyorum. Çıkarken, büstün olduğu yerde TDK’nın yayımladığı bir Kutadgu Bilig nüshası olduğunu görüyorum. Demek ilgileniyorlar burasıyla, en azından bir kere gelip bu nüshayı hediye etmişler.

İç içe geçmiş kemerler sonsuzluğu arzulayan insanın yükselerek değil de derinlere inerek bunu başarabileceğini anlatıyorlar sanki. 

 Türbeden çıkınca, ana yapının arkasında dolanıyorum biraz. Yine kimsecikler yok etrafta. Tek başıma kemerli beyaz koridorlarda, çinili duvarlar boyunca,  yürüyorum. Sıcaktan iyice bunalınca gölgelere sığınarak geri dönüyorum. Az önce geçtiğim, üstü üzüm bağıyla kaplı yolun sağ yanındaki bahçeye dalıyorum bu sefer. Biraz tedirginim birileri görecek diye ama görseler bile ses edeceklerini sanmıyorum. Hem bahçenin içinde sayılmam, yola sarkan dalları inceliyorum. Can eriğine benzer bir erik türü var ağaçlarda. Koparıp bir tanesinin tadına bakıyorum. Çok ekşi olmadığını anlayınca bir tane daha atıyorum ağzıma. Ahir ömrümde yüz yıllar önce yaşamış bir şairin türbesinden iki tane meyve yemişim, çok mu? Vicdanımı “Zaten bu erikler benim atalarıma ait” gibisinden saçma bir bahaneyle susturup üzüm bağlarının altına geri dönüyorum. Sonrasında da çok vakit kaybetmeden güvenlikli kapıdan çıkıp Ahmet’i buluyorum. Sıradaki yer Kaşgarlı Mahmut’un Türbesi. 

---
Diğer resimler:







Üzüm bağıyla gölgelenmiş kısa koridor.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder