|
İçinde mezarın ve büstün yer aldığı kubbeli yapı |
“Kaşgar deyince akla Kaşgarlı Mahmut gelir
ama bizim için önemli bir başka ad olan Yusuf Has Hacip’in ölüm yeri de
burasıdır. Kutadgu Bilig’in yazarı olan Yusuf Has Hacip, Balasagun’da doğmuş ve
Mutluluk Getiren Bilgi anlamına gelen siyasetnamesini 1070 yılında yazmıştır.
Kitap dönemin Karahanlı hükümdarı Tavgaç Buğra Karahan’a sunulmak üzere
yazılmıştır. Mesnevi formatında aruz vezniyle kaleme alınan 88 bölümlük bu
eser, metne sonradan eklendiği açıkça bilinen 77 beyit dışında toplam 6645
beyitten oluşur. Eserde temel olarak dört insan tipi idealize edilmiştir.
Kraliyeti, adaleti ve yasaları temsil eden Kün-Toğdı (Gün-doğdu). Vezirliğin,
saadet ve huzurun şaşmaz öncüsü Ay-Toldı (Ay-doldu). Aklın ve bilginin yılmaz
savaşçısı Ögdülmiş. Zahitliğin, kanaat ve sabrın timsali Odgurmuş. Kutadgu Bilig, Karahanlı Türkçesiyle yazılmıştır.”
|
Girişteki büst |
Telefonumdan bu bilgileri okuyarak
gidiyorum Yusuf Has Hacip’in türbesine. Ne yola bakabiliyorum bu sırada ne de
insanlara. Ben şehrin dışına çıkıp, kilometrelerce yol gideceğiz sanarken
çabucak varıyoruz türbeye. Ahmet arabayı kapının hizasından az aşağıya
kaydırıyor ve beni burada bekleyeceğini belirtiyor. “Yarım saatten çok kalmam”
deyip iniyorum arabadan. Şehrin ortasından geçen geniş bir caddenin kenarında
bulunan türbe; sessiz sakin, biraz da kendinden beklendiği üzere vakur bir
şekilde karşılıyor beni. Kaldırımdan bakınca hiç de “Burada önemli bir âlimin
türbesi varmış.” demezsiniz aslında. Bir çeşit kenz-i mahfuz! Dikkatli bakınca
ilerideki mavi kubbenin tepesi görünüyor ama dikkatli bakmak için de burada bir
türbe olduğunu bilmek gerekir. Kaldırımda yürüyen bir insan “şu yüksek
duvarların arkasında ne varmış, bir bakayım!” diyerek yürümez ki!
|
TDK tarafından yayımlanmış bir Kutadgu Bilig nüshası |
Güvenlik önlemleri Apak Hoca’nın
türbesindeki önlemlere nazaran daha sıkı burada. Zaten giriş kapısını kilitli
buluyorum varınca. Bekçi kulübesindeki görevli beni görünce –camlar siyah
olduğu için ben onu göremiyorum- çıkıyor ve açıyor kapıyı. İçeri girince önce
metal tarayıcıdan geçiyorum. Bilet için de 30 Yuan ödüyorum. Ardından
pasaportumu alıp fotokopisini çekiyorlar. Bir müze ziyareti için aşırı bulduğum
bu önlemlerin mutlaka haklı bir gerekçesi vardır. Türkiye’den geldiğimi
öğrenince yine aynı samimi muameleye maruz kalıyorum. “İstanbul”, “Sultan
Süleyman”, “Atatürk” gibi kelimeler havada uçuşuyor kısa bir süre. Pasaportumu
ve biletimi geri aldıktan sonra bana gösterilen, iki tarafında meyve bahçeleri
olan, geniş yürüme yoluna giriyorum.
|
Kümbetini sonradan fark ettiğim yeşil kapılı, kemerli giriş. |
Üstü üzüm bağlarıyla örülmüş bu kısa yol
hem serin hem de çok güzel. Işık hüzmeleri sık yaprakların arasından buldukları
boşluklardan sızıp beton zeminde benekli desenler oluşturmuş. Yanlardan sarkan
yeşil üzüm salkımlarına bakarak ilerliyorum. Karşımda türbenin asıl kapısı
masmavi çinileriyle bana göz kırpıyor. Güneş kızgın bir tava gibi yükselmişken
tepemde, çok iyi geliyor bu doğal gölgelik. Üzümler daha olmamış ama salkımların
en büyük avuçları bile doldurup taşıracak kadar iri olmaları Kaşgar toprağının meyve
yetiştirmek için ne derece verimli olduğunu gözler önüne seren bir kanıt niteliğinde.
Kemerli giriş kapısı mavi çinilerle süslenmiş ama işlevselliği olan tahta kapı
yeşile boyanmış. Çinili kısım kemerli ve yüksek. Üst iki köşesinde de birer
mini minare var. Alt kısıma, yani benim kapıdan girmeden önce ayak bastığım
yere ise sağlı sollu iki ibrik konmuş. Duvarlardaki çinileri bir süre daha
inceleyip yeşil kapıdan türbenin bahçesine giriyorum. Bu arada, nedense o âna
kadar aklıma hiç gelmemiş bir şey geliyor: Bu türbede benden başka turist yok.
Ne Çinli ne de başka bir milletten kimsecikler! Koca alanda tek başımayım. Oysa
Apak Hoca’nın türbesinde yüzlerce turist vardı. Acaba bu durum benim üçüncü
notta sözünü ettiğim hipotezi doğrulayan bir gözlem mi? Tamam, burası Apak Hoca’nın
türbesi kadar geniş ve güzel olmayabilir ama yine de önemli bir yer.
Hiç kimsenin olmaması, tanıtımının yapılmadığına ya da burası hakkındaki bilgilerin
turist rehberlerinden kasıtlı olarak çıkarıldığına dair kuşkularımı arttırıyor.
Bu sorular aklımdan hızlıca geçiyor ben
küçük adımlarla Yusuf Has Hacip’in mezarının olduğu bölgeye doğru yürürken.
|
Yusuf Has Hacip'in mezarı |
İçeri geçince geride bıraktığım kapının
aslında kare şeklinde bir tabanının olduğunu, üstünde küçük bir kümbeti olduğunu
–önden bakınca bu kümbetin sadece tepesindeki alem görünüyor- ve mini minare
sayısının dört olduğunu fark ediyorum. Karşımda ise dev bir yapı var. Tamamı
mavi çinilerle süslenmiş, birbirine yaslanmış dikdörtgen şeklinde duvarlardan
ve arkasında yer alan kemerli, kubbeli kısımlardan meydana gelen bu yapı Yusuf
Has Hacip’in mezarını barındırıyor. Sığınabileceğim bir gölge bulamadığım için birkaç
fotoğraf çekip vakit kaybetmeden içeriye giriyorum.
|
Kutadgu Bilig'den bir dize |
Girişte Yusuf Has Hacip’in beyaz bir büstü
var. Serin, aydınlık ve alabildiğine sessiz içerisi. Geniş pencerelere rağmen,
duvarlar kalın olduğundan olsa gerek, içersi pek ısınmamış. Ayakkabılarım
kauçuk tabanının altında ezilen ince kum tanelerinin çıkardığı hışırtı da
kesiliyor dört duvar arasına girince. Arada bir kubbenin alt bölgelerine yuva
yapmış kuşların kanat çırpışlarını duyuyorum. Onlar da biliyorlar demek ki bu
sıcakta nerede yaşayacaklarını. Bir de uzaklardan –bambaşka bir hayatı anımsatırcasına-
gelen korna sesleri var.
|
Kutadgu Bilig'den bir dize |
Yüzyıllar önce ölmüş bir şairin / âlimin
huzurunda insan düşünmeden edemiyor tabii ki! Her şey geçici; bedenlerimiz,
arzularımız, hazlarımız ve acılarımız. Kala kala geriye yaptığımız güzel işler,
insana kendisini anlatan sanat eserleri kalıyor. Hani Bâki diyor ya kendi adını
da güzel bir göndermeyle kullandığı o meşhur dizesinde: Âvâzeyi bu âleme Dâvûd
gibi sal / Bâki kalan şu kubbede hoş bir sadâ imiş. Hoş, kimin sesi kaç yüz yıl
kalır bilemeyiz. Örneğin Homeros, kaç bin yıl daha okunur? Peki ya Tolstoy
ilham kaynağı olur mu beş yüz yıl sonra yaşayacak olan elektroniği
içselleştirmiş nesillere? Beş bin yıl sonra? Elli bin yıl sonra? Hiç
sanmıyorum. İnsan sonsuza kadar yaşamak için değil de kendisini mutlu etmek
için üretiyor en çok. Sait Faik diyor ya hani, “Yazmasaydım delirecektim.” İşte
öyle bir şey. Geriye bir şey bırakmak, yaratma eylemi için gerekçe değildir,
bilakis sonucun ta kendisidir. Bazen bu sonuç gerçekleşmeyebilir bile. Unutulur
gider tüm çalışmalar, hevesler, ortaya konulan emekler. Yeryüzünde şimdiye
kadar yaşamış yüz binlerce yazar / şair / mimar / sanatçı takımından kaçının
adı hatırlanıyor bugün? Kaçının yapmış olduğu işler biliniyor? Ezici bir
çoğunluğu tarihin esen rüzgârıyla yer değiştiren kum tepelerinin altında kalmış
durumda. Kalanlar da, yani bıraktıkları mirasla bizi tatmin edenler de biraz
şansın biraz da tarihsel dönemin örtüşmesiyle üste çıkabiliyorlar. Onlar da
bize yetiyor zaten, daha fazlasını pek aramıyoruz.
|
Kaşgar'da çektiğim ve sonrasında bakarken çok hoşuma giden fotoğraflardan birisi. Türbenin arka kısmı burası. |
Bu düşünceler kafamdan hızla geçiyor Yusuf
Has Hacip’in başucunda etrafa bakınırken. Mezar mavi çinilerle süslenmiş bir
yükseltinin üzerinde. Mor bir örtüyle kaplanmış. Duvarlarda Kutadgu Bilig’den
dizeler var. Okuyup anlamaya çalışıyorum ama işin çok da kolay olmadığını
kavramam uzun sürmüyor. Kelimeler her ne kadar günümüz Türkçe’sini çağrıştırsa
da okuduklarımdan sözlük yardımı olmaksızın bir anlam çıkarmam neredeyse
imkânsız. Daha sonra tekrar bakarım diyerek dizelerin fotoğrafını çekiyorum.
Çıkarken, büstün olduğu yerde TDK’nın yayımladığı bir Kutadgu Bilig nüshası
olduğunu görüyorum. Demek ilgileniyorlar burasıyla, en azından bir kere gelip
bu nüshayı hediye etmişler.
|
İç içe geçmiş kemerler sonsuzluğu arzulayan insanın yükselerek değil de derinlere inerek bunu başarabileceğini anlatıyorlar sanki. |
Türbeden çıkınca, ana yapının arkasında dolanıyorum
biraz. Yine kimsecikler yok etrafta. Tek başıma kemerli beyaz koridorlarda,
çinili duvarlar boyunca, yürüyorum.
Sıcaktan iyice bunalınca gölgelere sığınarak geri dönüyorum. Az önce geçtiğim,
üstü üzüm bağıyla kaplı yolun sağ yanındaki bahçeye dalıyorum bu sefer. Biraz
tedirginim birileri görecek diye ama görseler bile ses edeceklerini sanmıyorum.
Hem bahçenin içinde sayılmam, yola sarkan dalları inceliyorum. Can eriğine
benzer bir erik türü var ağaçlarda. Koparıp bir tanesinin tadına bakıyorum. Çok
ekşi olmadığını anlayınca bir tane daha atıyorum ağzıma. Ahir ömrümde yüz
yıllar önce yaşamış bir şairin türbesinden iki tane meyve yemişim, çok mu?
Vicdanımı “Zaten bu erikler benim atalarıma ait” gibisinden saçma bir bahaneyle
susturup üzüm bağlarının altına geri dönüyorum. Sonrasında da çok vakit
kaybetmeden güvenlikli kapıdan çıkıp Ahmet’i buluyorum. Sıradaki yer Kaşgarlı
Mahmut’un Türbesi.
---
Diğer resimler:
|
Üzüm bağıyla gölgelenmiş kısa koridor. |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder