Herkesin, her ne kadar saklamak niyetiyle
şekilden şekle girse de, akılla ya da akılsallıkla açıklanamayan korkuları ve
endişeleri vardır. Ben her şeyin yolunda gittiği bir günden sonra kötü bir
deneyimin kapıda beklediğine dair irrasyonel bir kaygı duyarım. Önüne geçemem
ya, içimi kemirir bu duygu, evhamlı bir insan olduğumu kabul etsem de
değiştiremem kendime karşı takındığım bu gaddar tutumumu. Üstüste beş defa tura
geldikten sonra bir sonraki denemede yazı geleceğinden emin olmak gibi bir şey
bu. Oysa yazı gelme olasılığı ne artmıştır ne de azalmıştır. Bağımsızdır
geçmişten! Bozuk paranın senin hafakanlarından haberi yoktur. Hatta beş defa
üstüste tura gelirken senin bu duruma sevinmemene ya da şaşırmamana bile
karışmaz para. Senin bu aşırı şanslılığa kayıtsız kalma durumun tahlil edilmesi
gereken ilk sorundur ama işine gelmez bunu akla getirmek. O sırada evrenin en
tarafsız nesnesi olan ve tüm bu tarafsızlığıyla seni çileden çıkarmaya devam
eden bozuk paraya yüklersin tüm sorumluluğu. Ahh insan ve onun uslanmaz bilinci, nasıl da çileden
çıkarıyor doğayı her saniye, yeniden ve yineden!
Kaşgar’daki ilk günüm o kadar planlara
uygun ve o kadar güzel geçmişti ki ikinci günde bir arıza çıkacağından beş turadan
sonra gelecek olan yazıdan emin olmam kadar emindim. Bu kadar zaman kendisini
tuttuğuna göre artık zamanıydı bazı şeylerin. Sabah saat onda gelmesi gereken
minibüs on birde geldi. “İşte” dedim, “Bu ilk işaret.” Tam bir saat bekledim
yol kenarında. Çocuklarını arabayla okula getiren babaların gurur dolu
bakışlarını izledim, çocuğu kaldırıma çıkıp polis kontrol noktasındaki araçlar
için konmuş demir çubuğun altından bir kedi kolaylığıyla geçene kadar bir yere
kımıldamayan tedirgin anneleri gözlemledim, beni sırtımda ufak bir çantayla yol
kenarında beklerken görüp de taksi aradığımı zanneden şoförlere elimle “Hayır,
taksi beklemiyorum.” işareti yaptım, güneş yükseldikçe yerimi değiştirdim,
gittikçe incelen bir trafik işareti gölgesinde ben de incelip büzüldüm ve
nihayetinde gelen minibüse bindim. İskender’e göre gecikmenin nedeni gaokao
sınavı dolayısıyla kapatılan yollarmış. Minibüste benden başka kimse yoktu en
başta. Önce yaşlı iki adamı aldık büyük bir otelden, sonra da genç bir çifti.
Şehrin içinde bir saati de bu şekilde harcadıktan sonra saat on iki gibi
Taklamakan Çölü ve Deva Gölü’ne (Devakul) doğru hareket ettik. Minibüste benden
başka herkes Çince konuşuyordu ve benden başka kimse İngilizce konuşmuyordu. İşin
kötüsü Uygurca konuşan da yok! Bildiğim üç beş Çince kelimeyle genç çiftin
Urumqi’den geldiğini, yaşlı amcaların da Guangzhou’lu olduğunu öğrendim. Dilim
daha ayrıntılı bilgiler almaya yetmeyeceği için yanıma aldığım kitaba çevirdim
başımı. Yol uzun sürecekti, en az iki buçuk saat. Hazırlıklı gelmek
zorundaydım.
Dönüşte çektiğim fotoğraflardan. Yolla köyü ayıran duvarlarda buna benzer, Uygurların kültürlerini, geleneklerini ve Çin devletine minnettarlıklarını tasvir eden yüzlerce resim var. |
Geniş ve bakımlı yollarda ilerledik bir
saate yakın. Hava ısınmış, minibüsün kliması iyice yetersiz kalmaya başlamıştı.
Bir de ben enayi gibi cam kenarına oturmuştum, yüzümü korusam dizim, dizimi
çeksem kolum maruz kalıyordu güneşin ışığına. Yine de memnundum halimden. Kitap
iyiydi, araba sessizdi –yaşlı amcalar uyukluyordu, genç muhabbet kuşları da
kulaklık paylaşarak müzik dinliyorlardı- ve en önemlisi gidiyorduk. Ta ki polis
kontrol noktasına varana kadar. Burada tüm yolcuları indirdiler, kimliklerimizi
(benim pasaportumu) aldılar ve bizi içinde gelişmiş metal tarayıcıların –metal
bir odaya giriyorsun ve üç boyutlu olarak tüm vücudun taranıyor- olduğu bir binaya
soktular. Neyse, hep birlikte indik, yürüyerek binaya girdik, tarayıcılardan
geçtik. Beş dakikalık bir resmi prosedür sonuçta, geçip gideceğiz ve bir saat
sonra çölün kırmızı kumlarına kavuşacağız. Meğer şansımın yaver gittiği son
noktaya varmışım da haberim yokmuş. Sabahki gecikme fırtına öncesi yaklaşan
kara bulutlarmış. Beşinci tura da gelmiş yani, artık yazı zamanı! Onlar
kimliklerini alıp gittiler ama ben pasaportumu alamadım.
Bindiğimiz fayton. |
Yanındaki polis memurlarının çekingen tavırlarına
bakılınca üst rütbeli olduğu anlaşılan bir polis amiri –Başka yerde görsem
Niğdeli ya da Gaziantepli diyebileceğim düzeyde Türkiye Türklerine benziyordu-
benim pasaportumu eline almış, sallayarak minibüsün şoförünü azarlıyordu. Ne
olduğunu anlamak için cama yanaştım. Çince konuşarak öğretmen olduğumu,
Changzhou’da yaşadığımı, pasaportumda da çalışma ve oturma izinlerimin yazılı
olduğunu söyledim. Sonra pasaportu polis amirinin elinden alıp –bu ne cesaret!-
vizeyi gösterdim. Polis bir bana bir pasaporta bir de şoföre bakıyordu. İkna mı
olmuyordu yoksa başka bir şey mi vardı anlamam zordu. Aralarında konuşmaya
devam ettiler. Ben bir kenara çekilip bekledim. Yarım saat geçti, şoför sağa
sola telefon ediyordu. Bizi durduran polis amiri de ortalıktan kayboldu. Bir
ara geri geldi, elinde telefon odanın içinde sinirli adımlar attı. Yok, sorun
her neyse çözülmüyordu. Ben bir kere daha şansımı deneyeyim diye cebimdeki
sigorta kartımı –okulun adı geçiyor üzerinde-, ATM kartımı ve Changzhou’da
yaşamayan bir insanın asla taşımayacağı lokanta indirim kartlarını gösterdim.
Polis benim kartları görünce, “Bu dangalak hiçbir şeyi anlamıyor” gibisinden
bir tavırla, aç bir dilenciyi görmezden gelen ehl-i keyf bir lokanta müşterisi
gibi savuşturdu beni. Sanırım sorunu çözecekse şoför çözecekti. O da ikide bir
elindeki belgelerin ve benim pasaportumun fotoğrafını çekip wechat’le
birilerine gönderiyordu. Bu sırada dışarıda güneşin altında park edilmiş olan
minibüste bekleyen diğer dört yolcudan ikisi –genç çift- beklemekten sıkılmış
olacaklar ki geldi durum hakkında bilgi almaya. Beş dakika ortalıkta
dolandıktan sonra hiçbir şey öğrenemeden gittiler. Ben de artık sinirlenmeye
başlamıştım. Bir yandan da içimde kabaran mahcubiyet var, elimde olmadan
suçluluk hissediyorum diğer yolculara karşı. Benim yüzümden bekliyorlar, tatilleri
heba oluyor. Elimdeki telefonu polise uzatıp “İstersen okul müdürümü ara.
Onunla konuş. Kendisi Çinlidir.” gibi bir şeyler söyledim. Polis amiri telefona
dokunmadı bile. Dört parmağını birleştirip, avucunun içine doğru kıvırdı ve elinin
tersi bana bakacak şekilde açıp kapadı birkaç defa. Ne yapsam yaranamıyordum bu
amire. Oysa Behzat Ç’nin bütün bölümlerini izleyerek polis amirleri hakkında az
çok bilgi sahibi olduğumu düşünürdüm. Yenik bir kumandan ya da karnına tekme
yemiş bir köpek; neye benzetirseniz benzetin, çekildim köşeme ve beklemeye
başladım. Ağzımı da açmadım. Bir saat daha bekledik ve nihayetinde ne olduysa
oldu, sorun çözüldü. Tam iki saatimi klimalı, apaydınlık bir odada gereksiz
yere geçirmiştim. Oysa benim şu anda çölde, ince kum tanelerinin üzerine oturup
rüzgârla dans eden tepeleri gözetlemem gerekiyordu. Polis amiri sinsi sinsi
gülüyordu bana pasaportumu teslim ederken. “Bir daha gelme buralara, iki saat
değil iki gün bekletirim seni.” diyen bakışlardı bunlar.
Devakul - Deva Gölü |
Acele adımlarla çıktım dışarıya –karar değiştirir
de beni daha çok tutar diye kaygılanarak belki de- , şoför de en az benim kadar
rahatlamıştı herhalde. Arabaya bindik, en az üç defa özür diledim diğer
yolculardan. He ne kadar bir kusur işlememiş olsam da yüzüm yerdeydi. “Grengjai”[1]ın
tavanını yapmıştım. Uçağa biner binmez bebeği ağlamaya başlayan ve inene kadar
susmayan bir anne gibiydim işte! Oturdum koltuğuma ve yolu izlemeye devam
ettim. Kafam davul gibi şişmişti, ne gördüklerimden bir zevk alabiliyordum
artık ne de anlamlandırabiliyordum etrafımdakileri. Havası söndüğü için odanın
bir köşesinde unutulan bir balon gibiydim. Sittin sene geçse kimse görmeyecekti
beni, görmesindi de zaten! Uyumak istedim ama sinirden uyuyamadım da! Öylece,
tıpkı gördüğü her şeyi yemeye ya da yok etmeye programlanmış bir zombi gibi; nefretle
baktım kavak ağaçlarına, ağaçların arkasında görünen renkli duvar resimlerine,
resimlerde tasvir edilen Çin devletine minnettar köylü ailelere, yol kenarında
yürüyen çocuklu kadınlara ve at arabalarına, yüksek duvarların arkasından
sadece çatıları görünen köylere, o köylerde sessiz sakin yaşayan insanlara…
Çöl'de modern bir deve. Hörgücünde sanıldığı gibi su yok, yağ var :) |
Ne kadar zaman yol adık bilemiyorum.
Vardığımızda dışarısı fırın gibi ısınmıştı. Biz de fırına sürülme kıvamına
gelmiş, ince dilinmiş patatesler gibiydik. Bilet alıp milli park alanına
girdik. Girişte şoför herkese güneşten korunmaları için şapka almalarını
önerdi. Baktım, Moğolistan’dan aldığım ve henüz kaybetmediğim siyah kepim dört
bir yanımı yakan bu güneşten beni korumakta yetersiz kalıyor. 20 Yuan verip
kovboyların giydiklerine benzeyen geniş bir şapka[2]
aldım. Geniş olduğu için hem alnımı hem de ensemi aynı anda gölgeliyordu.
Herkes hazır olduktan sonra az ileride bizi bekleyen at arabasına bindik. Başka
bir seçenek olsaydı belki binmezdim ama burada ne mesafeyi biliyorum ne de tam
olarak nereye gideceğimi. Mecburen bindim. Ayrıca hayvan gayet besiliydi. Bizim
Büyükada’daki zavallı cılız hayvanlara benzemiyordu. İndiğimiz yerde de çayır
bir gölgelikte bekletiliyorlardı.
Belleksiz ve zamansız çöl! |
At arabası yolculuğu beş dakikadan az
sürdü. Yol dümdüzdü, en ufak bir yokuş olmadığı gibi en yumuşağından bir kıvrım
bile yoktu. Vardığımız yer Deva Gölü[3]
denilen yerdi ama benim göle zırnık kadar ilgim yoktu. Çin’in her yeri göl dolu
zaten, her şehri, her şehrindeki her parkı… Hem zaten ufacık bir yer, doğal mı
yapay mı onu bile anlayamadım! Ben gölü değil, çölü görmeye gelmiştim. Çölle
ilgili ya da kısmen de olsa çölde geçen filmleri ve romanları[4]
büyük bir iştahla, bazen defalarca deviren birisi olarak önemli bir misyon bu
benim için. Arabadan iner inmez de oradaki diğer at arabası sürücülerine çöl
resmini gösterip “Taklamakan” dedim. Bana göl kenarında park etmiş olan, dev
tekerlekli jipleri gösterdiler. Bu sırada beraber geldiğimiz genç çift bizden
ayrıldı. İki kişilik bisikletlerden birisine binip gölün etrafında turlamaya
gittiler. Ben ve iki yaşlı amca bizi çöle götürecek olan jiplere yanaştık. Tekerlekler
sadece yüksek değiller, aynı zamanda oldukça kalınlar. Sanırım çöldeki kumu
tutmaları ve kaymamaları için kalın olmaları gerekiyor, yoksa devrilir gider
araç.
Uzaklarda siyah siyah noktalar. Belki de bir köy ya da bir vaha! |
Araçların yanındaki görevli biraz İngilizce
konuşuyordu. Jipler güvenlikliymiş, oturunca emniyet kemerimi bağlamamız
gerekiyormuş. Ayrıca yolculuk sırasında elimizde bir şey tutmamız –telefon,
fotoğraf makinesi, kamera vb- kesinlikle yasakmış. Üç km kadar çölün içerisine
girince araba duracakmış, o zaman doya doya fotoğraf çekebilirmişiz. Paraları
ödeyip jipe bindik. Emniyet kemeri basit bir şey sanıyordum. Önce karnımızı
tutan bir şerit geçirdi görevli adam, sonra da her iki omzumu da
çaprazlamasına kavrayan iki tane daha şerit. “Bu biraz abartı olmadı mı?” diye
söyleniyorum içimden. “Savaşa mı gidiyoruz? Altı üstü üç km, gerek var mı bu
kadar önleme?” İçimden konuşturdum adamı “Birazdan görürsün sen, aptal laowai!”
Ben ve milli parkın girişinde aldığım kısa ömürlü şapkam |
Kontağın ilk çevrilişinde çalışmadı araba.
İkincide de çalışmadı. “Lan dedim, çölün ortasında da kalmayalım böyle.”
Üçüncüde çalıştı ama benim tedirginliğim geçmedi. Araba hareket etti yavaşça. Tozlu
bir yolda azıcık ilerledikten sonra köhne bir kapıdan geçip çöle girdik.
Kocaman çöle bir kapıdan girmek de ayrı bir tuhaflık. Zaten her yer açık arazi,
sırf yol olduğu belli olsun diye ve arabalar izinsiz girmesin diye kapı
yapmışlar. Çöle girer girmez de yolculuğun ayarları değişti. Bundan sonrasının
şimdiye kadar bindiğim rollercoaster’lardan farkı yoktu. Tek farkı yolun
olmaması ve raylar üzerinde ilerlemiyor oluşumuz. Araba bir sola yatıyor, bir
sağa. Tepeleri çıkıyor, ardından tepe aşağıya derin bir çukura giriyor,
sonrasında çukurun iç çeperinde döne döne tekrar yukarı çıkıyordu. Biz yolcular
olduğumuz yerde hopluyor, zıplıyor, sağa sola yatıyorduk. Ben sol elimle
kapının üzerindeki tutacağa, sağ elimde önümüze konmuş demir boruya
tutunmuştum. Şehir içi otobüslerde bile bu kadar tutunacak yer yoktur herhalde.
Demek geçmişte düşenler olmuş, o yüzden tedbirleri abartıyorlar. Sanırım tüm
yolculuk beş dakika falan sürdü ama midemi altüst etmeye yetti. Az daha gitsek
herhalde olduğum yere boşaltacaktım sabahki yediklerimi. Yüksek bir tepenin zirvesine
varınca durdu araba. Emniyet kemerlerimizi bin bir zorlukla çözüp indik. Ve
işte, önümüzde uçsuz bucaksız kum tepeleri, bambaşka bir hayatı müjdeler gibi
bize bakıyordu.
Guangzhoulu amcalardan birisi |
Çölün bana anımsattığı iki temel kavram vardır. Birincisi mekânsızlık ve beraberinde getirdiği zamansızlık, ikincisi
ise belleksizlik. Mekânsızlık kavramını, çölün ortasındayken her yönün aynı
olması anlamında kullanıyorum. Yıllar önce yazdığım bir şiirde (şiirimside) “Çöl
de bir tür labirent sayılmalıdır.” demiştim. Bu sözde hem Borges’in anlattığı
Babil kralıyla Arap emiri arasında geçen hikâyeye gönderme vardı hem de Kafka’nın
“Bu kadar geniş meydanlar yaparlar da neden ortasından geçen bir yol yapmazlar?” sorusuna. Modern insan kendisine verilmiş yollara alışık; ya yol yapılmış,
döşenmiş, kendisi için hazırlanmış olacak ve ona sadece yola düzülmek kalacak
ya da kendisinden önce en az birisi gitmiş olacak ki yolun bir yere çıktığından
emin olsun. Oysa çöl, üzerine bıçak yarası gibi çizilen ayak izlerini birkaç saat içinde kapatma huyuyla,
sürekli değişen coğrafyasıyla ve insanı kendisine düşman eden sıcağıyla yoldan
en mahrum yerdir, hatta yolun tam tersidir, yol-bol-un mekânı olan uygarlığa
inat, yol-suz-dur. Dolayısıyla mekân kavramı çöl için gelişmemiştir, çöl olarak kaldığı sürece de gelişmeyecektir. Bu yüzden çölde yolcu olmaz. Tüm yönlerin birbiriyle aynı anlama gelmesi de bu yüzden
önemli bir ayrıntıdır. Birini diğerine tercih etmeniz için bir referans noktanız
olmalı. Güneşin en tepede olduğu bir vakitte neyi referans alıp da yönünüzü
belirleyeceksiniz? Tabii ki usta seyyahlar vardır, yolunu yordamını bilir ama
ben işin karanlık tarafında kalmaya razıyım şimdilik. Her şeyi bilince şiiri
kaçıyor baktığınız yerlerin. Lawrence Durrell’in Balthazar’ında bir karakterine
dedirttiği gibi: Eğer şeyler hep göründükleri gibi olsalardı insan imgelemi ne
kadar yoksullaşırdı. Değil mi ya? Referans noktası olmayan insan kendisini var
etmekle yükümlüdür. Hiçlikle, yani annesinden doğduğunda sahip olduklarıyla
varmıştır çölün bağrına. Çıkacaksa da saflığını koruyabilirse çıkacaktır.
Zamansızlık da mekânsızlığın en doğal
çocuğudur. Mekân olmadan değişim mümkün olmaz, değişim mümkün olmadan zamanı
kavrayamayız. Zaten zamanı var eden –var olduğu hissini bizde uyandıran- şey,
mekânı istediğimiz kadar küçük parçalara bölebiliyor oluşumuzdur. Çölde zaman
ise, tıpkı mekân gibi, ha yoktur ha vardır! Birbirine tıpatıp benzeyen kum
tepelerinin arasında amaçsızca dolanan, ayağını bastığı yerden havalanan birbirinin
aynısı kum tanelerine hayranlıkla bakan, yukarıdan aşağıya gözeden çıkıp yolunu
yaparak ilerleyen su gibi akıp giden kum seline bakarken;
geçmişini unutan bir insan için saniyelerin, dakikaların, saatlerin nasıl bir
anlamı olabilir? Farkın olmadığı yerde zaman yiter, gömülür ve çürür. Dali’nin
eriyen saat imgesinde olduğu gibi, zaman sadece eriten değildir, aynı zamanda
eriyenin ta kendisidir. Bunu da bize en iyi çöl anlatır.
Çölün belleksizliği de göbek bağıyla
zamansızlığına bağlanabilir ama yine de belleksizlikle geçmişten bağlarını
koparma anlamında kullanacağımız özgürlüğü / bağımsızlığı birbirine
karıştırmamak gerek. Belleksizlik, tıpkı sürekli bir Markov Zincirinde ya da
Üssel Hayatta Kalma Fonksiyonunda olduğu gibi, geçmişi yok saymakla kalmaz,
tecrübeyi de yok sayar. Eğer savaşa giden bir askerseniz, bu güne kadar kaç yıl
yaşamış olduğunuzun bir önemi yoktur. Her an ölebilirsiniz. Geçmişinizin,
ailenizden aldığınız genlerin, hatırladıkça yüreğinizi burkan eski aşkların
size savaşta bir yararı da olmaz bir zararı da. Hele ki fiziksel gücün ve
deneyimin değil de her an her yerde patlayabilecek bombaların, misillerin,
kimyasal / nükleer silahların sözlerinin geçtiği günümüzde. Bir makineyseniz,
daha önce kaç kere bozulmuş olmanız ya da hangi aralıklarla bozuluyor olmanızın
bir önemi yoktur. Geçmiş yoktur, geçmişten öğrenilen bir şey de yoktur. On yıl
çalıştığını bildiğiniz bir makinenin on beş yıldan fazla çalışma olasılığı,
aynı makinenin beş yıldan fazla çalışma olasılığına eşittir. [P(x>m+n /
x>m) = P(x>n)] İşte çöl benim gözümde böyle bir belleksizlik durumudur.
İçine giren insanı ayırmaz, kategorize etmez, kim olduğuna bakmaz. Geçmişinden
ve kazanımlarından soyutlar. Kızgın kumların arasında kıvrım kıvrım sürünen yılanda, ayağın bastığı yerde dalgalanan evrensel tozda, yıllar
önce yutulup çürütülen bir hayvanın kemiklerinin bir anda karşımıza çıkışında, sürekli
yer değiştirerek bizimle şaşırtmaca oynayan tepelerde, güneşin yenilmez ve inatçı düşmanlığında, dalga
dalga akan kum derelerinde, emip eriten bataklıklarında ve dirilten vahalarında, at semerini andıran geniş ama derin olmayan
çukurlarda, yalnız başına yaşayan ağaçlarında ve en çok da akla hayale sığmayacak incelik ve hafiflikle havaya
karışan kum tanelerinde soluk alıp verir, yaşamaya devam eder çöl. Var olma savaşı veren insanı önce baştan çıkarır sonra da yıkıp bir daha
yaratır.
Bir ayna olur insanın kendisini görebilmesi için; en samimi, en yassı, en dürüst yüzeydir kumların kızdırdığı hava ve bu havanın insana gördürdüğü efsanevi seraplar. İnsan bakmasını bildiği sürece de yapacaktır görevini çöl. Ona mekânsızlığın, zamansızlığın ve belleksizliğin ortasında hiçlik neymiş, nereden gelir nereye gidermiş öğretecektir bir bir. Kırk develi kervanların öğretemediğini, serin ve havadar sınıfların belletemediğini, anne babanın şefkat engeline takılıp ihmal ettiği gerçeği tüm yalınlığıyla haykıracaktır çöl. Uçsuz bucaksız kum denizinde insanın da rüzgârın savurduğu bir kum tanesinden farksız olduğunu ve ancak bu farkındalıkla bir yere varabileceğini –bir yere varacaksa eğer!- anlatacak sabırla ve inatla. İnsan bu, direnecek anlamamak için, kendi bildiğini okuyacak, sanacak ki kendisi çölün bir parçası değil, sanacak ki kumlardan daha üstün, daha akıllı, daha çeviktir kendisi. Aldanacak oysa, tıpkı kendisinden önce gelenlerin aldandığı gibi. Belleksizlik değil bu, kibrin idare ettiği ahmaklık olacak. Ve sonu geldiğinde, kumlara karışırken bile inkâr edecek baştan beri içinde bir çöl taşıdığını ve ölümün aslına, yani çölün hiçliğine dönmekten başka bir şey olmadığını. Anlayacak ama iş işten geçmiş olacak. Bir kere verilen hayat fırsatı geçmiş, kibir galip gelmiş olacak.
Bir ayna olur insanın kendisini görebilmesi için; en samimi, en yassı, en dürüst yüzeydir kumların kızdırdığı hava ve bu havanın insana gördürdüğü efsanevi seraplar. İnsan bakmasını bildiği sürece de yapacaktır görevini çöl. Ona mekânsızlığın, zamansızlığın ve belleksizliğin ortasında hiçlik neymiş, nereden gelir nereye gidermiş öğretecektir bir bir. Kırk develi kervanların öğretemediğini, serin ve havadar sınıfların belletemediğini, anne babanın şefkat engeline takılıp ihmal ettiği gerçeği tüm yalınlığıyla haykıracaktır çöl. Uçsuz bucaksız kum denizinde insanın da rüzgârın savurduğu bir kum tanesinden farksız olduğunu ve ancak bu farkındalıkla bir yere varabileceğini –bir yere varacaksa eğer!- anlatacak sabırla ve inatla. İnsan bu, direnecek anlamamak için, kendi bildiğini okuyacak, sanacak ki kendisi çölün bir parçası değil, sanacak ki kumlardan daha üstün, daha akıllı, daha çeviktir kendisi. Aldanacak oysa, tıpkı kendisinden önce gelenlerin aldandığı gibi. Belleksizlik değil bu, kibrin idare ettiği ahmaklık olacak. Ve sonu geldiğinde, kumlara karışırken bile inkâr edecek baştan beri içinde bir çöl taşıdığını ve ölümün aslına, yani çölün hiçliğine dönmekten başka bir şey olmadığını. Anlayacak ama iş işten geçmiş olacak. Bir kere verilen hayat fırsatı geçmiş, kibir galip gelmiş olacak.
Bu ve benzeri düşüncelerle geçiyor çöldeki
dakikalarım. Fotoğraflar çekiyorum, kumla oynuyorum, uzaklara gözümü dikip doya
doya bakıyorum dalgalı kum denizinin gökyüzüyle birleştiği ufuk çizgisine. O
zaman anlıyorum “Taklamakan” kelimesinin[5]
anlamını. Bizi getiren arabanın şoförü geri dönüş çağrısını yapana kadar
sessizce dinliyorum başka zamanlarda dinleyemediğim şeylerin bağrışlarını: Gökyüzüne
birbirine dargın komşular gibi dağılmış bulutları, o bulutların ağır ağır
ilerleyen gölgelerini, çok çok uzaklarda siyah bir nokta halinde bize el
sallayan ağacı, belki o ağacın yakınlarında bir yerlerde yok olmamak için mücadele veren
bir vahayı; hiçliği, hiç olmanın dayanılmaz hafifliğini, belleksiz olup dünyayı
teğet geçebilmeyi ve en çok da rüzgârı; rüzgârın savurduklarını ve
savuramadıklarını…
[1] Grengjai: Tayca’da mahcup
olmak anlamına gelen sevdiğim bir kelime. Birinden yardım istemeye ya da
birinden bir şey talep etmeye çekiniyorsanız “grengjai” olursunuz.
[2] Maalesef bu şapka Şanghay’da
indiğim havaalanında, aceleyle girip çıktığım tuvalette unutulacak.
[3] Devakul: Deva Farsça’da çare demek. Türkçe’ye de girmiş
zaten. Kul: Günümüzde kullandığımız göl kelimesinin. Nedense “k” sesi hep “g”ye
dönüşmüş modern Türkçe’de. Közà
Göz değişimi de böyle. Güzel kelimesi Köz-Al, yani “göz alan, göz alıcı”
kelimesinden türemiştir.
[5] Tark: Farsça, terk etmek. Makan: Arapça, mekân. “Terk
edilemeyen mekân” anlamına gelme olasılığı varmış. Bir başka olasılık da
kelimenin Türkçe kökenli olduğu üzerine. Takla-mekân: Kalıntılar mekânı.
*** İlk iki ve son üç fotoğrafı ben çekmedim. Zaten anlaşılmıştır ama ben yine de yazayım. İnternette buldum bu resimleri, açık kaynaklardan.
*** İlk iki ve son üç fotoğrafı ben çekmedim. Zaten anlaşılmıştır ama ben yine de yazayım. İnternette buldum bu resimleri, açık kaynaklardan.