“Sadece
kurgu yazarken kendim olabiliyorum.” Bu cümlenin üzerinde düşünmek beni
ürkütmüştür hep. Yalan bir hayatı yaşamak değil beni rahatsız eden, onu zaten
yapıyoruz istesek de istemesek de. Sadece yazarken gerçek olduğuma inanıp diğer
zamanlardaki hayatı ve bu hayatı mümkün kılan insanları ihmal etmek beni asıl
endişelendiren. Sanatçı bencilliğinde, züppeliğinde ya da ukalalığında
yuvarlanırken sanatı da sanatçıyı da var eden insanı unutmak. Oysa sanatın
kaynağı olan düşünceler de onun serpilip yeşereceği yayın ve dağıtım organları
da insanların emeğiyle var olur. Hiçbir insan bir diğerinden daha gereksiz,
daha değersiz ya da daha anlamsız bir hayatı yaşamıyordur. Bakılması
bilindiğinde her hayat bir romandır. Hatta şu bile söylenebilir. Rasyonaliteden
uzaklaştıkça edebiyat değeri artar. Öyle değil mi? İnsan bütünüyle rasyonel bir
valık olabilseydi edebiyat var olabilir miydi? Asıl konuma geri döneyim.
“Sadece
kurgu yazarken kendim olabiliyorum.” Kim
söylemiş bilmiyorum. Bir filmde tiyatro oyuncusu rolündeki adam diyordu bir
benzerini: Sadece sahnedeyken kendim olabiliyorum. Sanırım ben oradan arakladım,
kendime göre yonttum. Nedir bu sanatçıların kendi olamamaları durumu? Ya da
sanatı kendin olmak / özgürleşmek olarak görmekteki ısrarları? Tamam, toplumun
kutsal saydığı kurumların baskısıyla hiçbirimiz yaşamak istediğimiz gibi
yaşayamıyoruz. Her türlü bir araya gelme belli özgürlüklerden feragat etmeyi
gerektirir. Hem pencere kenarında oturayım hem tuvalete rahat gideyim* diye bir
şey yok! Olmadığı için de sanata sığınıyoruz, orada kendimize alt-benler
yaratıp, bir yerden bastırınca başka yerden pırtlayan dikişleri eskimiş
çantalar gibi varlık savaşına devam ediyoruz. Yarattığımız her karakterde
söküklerden fırlayan bir yanımız yaşıyor; kıskançlıklarımız, utançlarımız,
kapanmayan yaralarımız, dik duramayışlarımız, satılmışlığımız, kararsızlığımız,
kısacası yaşayamamışlığımız sızıyor kelimelere. O kadar sızıyor ki bu sızıntıyı
engellemenin tek bir yolu var. Yazmamak. Onu da yapamadığımız için devam
ediyoruz ifşa etmeye yırtıklarımızın altından görünen yaralı bereli tenimizi.
Kendimden
bir örnek vereyim. Hem böylece hayatımda ilk defa kendi yazmış olduğum bir
öyküyü, sadece bana ya da beni çok iyi tanıyanlara nasip olacak bir yakınlıkla çözümlemiş olacağım. “Yağmurun Durmasını Bekleyen Adam” öyküsünü 2014 yılının
eylül ekim aylarında yazmış ve bloğa koymuştum. Yazarken aklımda ne vardı -yarışmadan haberim bile yoktu öyküyü yazarken- çok
anımsamıyorum ama derdim en çok Çanco’nun sonbahar aylarını esir alan yağmurlarıydı.
O aralar Çin’in güneyinde ve diğer Güneydoğu Asya ülkelerinde bol bol sel
felaketleri yaşanıyordu. İkisini birleştirip bir Çanco masalı yaratmaktı amacım
ve sonuç da bildiğim kadarıyla çok fena olmadı. Tamam, bu öykü birkaç ayrı
düzlemde okunabilir. Eve dönememek, bitmeyen gurbet ya da özlem, kötü
şehirleşme, celladına âşık olan mahkûm vb izlekler istenirse bu öyküde
bulunabilir, geliştirilebilir, üzerinde konuşulabilir. Benim ilgimi çeken nokta
ise öyküyü yazmamdan, öykünün ödül almasından ve hatta kitap olarak
yayımlanmasından bile yıllarca sonra geldi.
Kendimi yazmıştım işte, bunu geç de olsa fark ettim. Güneşli bir sabah evinden çıkan delikanlı bir daha evine
dönemiyor ve geçici olarak yanlarında kaldığı akraba evinin temelli misafiri
oluveriyor. Ehhh, ben de 2000 yılının mart ayında evimden çıkmış ve birkaç
yıllığına yurt dışına gitmiştim. Gidiş, o gidiş. Hep seneye geri dönerim, biraz
daha kalayım dönerim, ülke biraz düzelsin dönerim, ekonomi azıcık rayına
otursun dönerim diye diye on iki yıl geçti. Sonra denedim, cesaretimi topladım
ve döndüm. Bir yıl bile dayanamadım, kaçtım Çin’e sığındım. Her şeyi anlamanın,
herkesin içinde olmanın, etrafımın fazlasıyla farkında olup ayaklarımdan
prangalanmış gibi bir yerlere çekilmenin bana göre olmadığını fark ettim. Dört
yıldır da Çin’deyim. Eve dönme planlarını hâlâ yapıyorum ama biliyorum bu
planların bir anlamının olmadığını. Bir çeşit vakit öldürmece bu planlar,
uzaklarda bir hayatının olduğunu unutmamak için yapılan faydasız çırpınmalar.
Gelelim
öyküye. Oradaki ana karakter de evinden çıkıyor ve yarın dönerim, yağmur
durunca dönerim, sel çekilince dönerim diye diye ayları geçiriyor misafir kaldığı
evde. Geride bıraktığı hayat yavaş yavaş belleğinden silinirken, ara ara
kafasında şimşek gibi çakan anılar başka bir hayata aitmiş izlenimi vermeye
başlıyorlar. Unutmaya çalışılan bir eski sevgiliye dönüşüyor geride bırakılan
hayat ve öyle ki unutmak başarmak anlamına geliyor öykünün kahramanı için. Bu
yüzden şu sözler geçiyor yapıtın ilgili kısmında: Unutmuştu genç adam kentin diğer
köşesinde bir evi olduğu gerçeğini. Öyle ki kimi zaman iki üç gün boyunca bir
kere bile aklına gelmiyordu evi, odası, arkada bıraktığı çalışma masası. Böyle
günlerden sonra odası aklına gelir, içini durduk yere bir özlem kaplarsa; kaç
gündür bu olayın gerçekleşmemiş olduğunu hesaplamaya çalışırdı. Geride
bıraktığı hayatı aklına bile getirmediği günlerden dolayı yetişkince bir gurur
duyardı içinde, bir şeyleri geride bırakabiliyor olmanın getirdiği haklı bir
özgüven belirirdi göğsünün ortasında.
Geçen
yıl kadim dostlarımdan birisine yazdığım mektupta da Türkiye özlemini benzer
bir metaforla işlediğimi anımsıyorum. O mektupta da Türkiye’yi eski bir
sevgiliye benzetmiştim. Uzun süre ayrı kalınca neden birlikte olamadığınızı
unutuyorsun. Bir daha deneyelim diyorsun. Cesaretini toplayıp buluşuyorsun, ona
varıyorsun. Fakat çok sürmüyor heyecanın mutluluk olarak algılandığı zaman
diliminin sonlanması. Bir araya gelince hemencecik kavrıyorsun daha önce neden
ayrılmış olduğunuzu ve neden birleşme işinin ham hayalcilik olduğunu. Tekrar
ayrılıyorsun, bir sonraki birleşme arzusunun dayanılmaz hale geleceği âna kadar
aklına getirmiyorsun onu.
Geride bırakılan evin artık aynı ev
olmayacağına dair sözler de var öyküde. Geri döndüğünde aynı odayı, aynı
masayı, aynı kitapları, aynı arkadaşları, aynı yolları ve yordamları bulamama
endişesi hem öyküde hem de gerçek hayatta var. Bunun yanında öyküdeki
karakterin misafir kaldığı evin kızıyla evlenmesi çok ilginç bir paralellik.
Bir de evin küçük çocuğunun ölmesi var. O çocuğu öykünün kurgusunun
tamamlanması için ölmesi şarttı çünkü ana karakterin doldurması gereken bir
boşluk gerekiyordu. Peki ya ölen çocuğun benim hayatımdaki yansıması ne? Bu
sorunun yanıtını bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Belki henüz vermediğim bir
kurban bu çocuk belki de tam tersine, yıllar önce kaybedilmiş ama yokluğuna
alıştığım için eksikliğini bana hissettirmeyen bir değer. Şimdi düşünüyorum da
öyküdeki çocuk ölmese de olurdu. Bir şekilde kıvırırdık durumu. Demek ki bilinç
dışı bir tercihle verdim onu öldürme kararını. Öyleyse eğer, yani ortada
Freudçu bir çözümleme gerektirecek derinlikte bir “saklı niyet” varsa, bu durum, yazdıklarımın altında yatan gerçek dinamikleri asla bilemeyeceğim anlamına
geliyor. Bu bilmeme durumu beni rahatsız etmiyor aslında. Hatta Nabokov’un romanlar
ve öyküler için söylediği bir lafı anımsattığı için keyiflendiriyor beni: Her edebi yapıtta yazarına bile karanlık
gelen noktalar vardır. Ben de ekleyeyim haddimi aşarak. Olmalıdır da zaten.
Bütün soruları yanıtlamış bir yazar, öykü / roman / şiir değil, bilimsel makale
yazmalıdır.
--- --- ---
--- --- ---
* Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir
Zamanlar Anadolu’da” filminde, Arap adındaki polis karakteri, taşrada görev yapan doktor karakterine söylüyor buna
benzer bir cümleyi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder