Öğlen vaktinin sakinliğiyle mayışmış meydanı boydan boya geçip hafif bir yokuştan aşağıya doğru yürüyorum. Dükkânlara, reklam panolarına, meyve satan seyyar satıcılara ve en çok da dişçilere bakarak ilerliyorum kaldırımda. Evet, dişçilere! Burada her yerde, kuruyemişçi dükkânı gibi diş muayenehanesi açılmış. Manavla kasabın arasında, kasabın dükkânından biraz daha geniş bir yeri diş muayenehanesi olarak düzenlemişler. Kapının hemen sağında en sadesinden bir hasta kabul yeri, onun yanında birkaç tane bekleme sandalyesi, bu sandalyelerin karşısındaki tam teçhizatlı koltukta, ağzındaki acıdan dolayı krize girmiş müptelalar gibi ayağı bacağı titreyen, diş ağrısından mustarip bir halde uzanmış hasta, hastanın başı ucunda elindeki matkapla lehim yapan televizyon tamircisi gibi başını yukarı aşağı sallayan bir doktor ve onun yanıbaşında işi öğrensin diye verilmiş çaylak öğrenci… O kadar çok gördüm ki böyle yerler artık tuhafıma gitmiyorlar. Merak ettiğim şey diş muayenesi için mi yoksa daha önce Türkmenlerde ve Kırgızlarda gördüğüm altın diş taktırma geleneği için mi sayıca bu kadar çoklar. Burada da bolca var altın dişli teyzelerden. Gülünce ağzının içinde güneşler açıyor, hazine bulmuşsun gibi seviniyorsun. Türkiye’deyken böyle insanların mezarlarının mezar soyguncuları tarafından açılıp, mevtanın ağzındaki dişlerin söküldüğünü duymuştum. Ne kadar doğrudur bilinmez ama gayet mantıklı. O kadar altınla gömülürsen, sen görmesen bile o altınların yakın bir zamanda tekrar gün ışığı göreceğini hesaba katmalısın.
Viranşehir adını buraya ben verdim.
Gerçekten de modern binaların, yolların, köprülerin arasında asla iyileşmeyen
bir yara gibi kalmış. Sanki kendisine bir suç isnat edilmiş de o inadına
masumiyetini iddia ediyor. Ya da yaramazlık yaptığı için sınıfın arkasında tek
ayağı üstünde durma cezasına çarptırılmış mahzun bir öğrenci gibi bakıyor
şehrin kalanına. İltihap kapan, ha bire kanayan, kabuk bağlayan, içi irinle
dolan ve sonrasında irinini boşaltıp tekrar iltihap kapan bir yara gibi adeta.
Etrafını kıytırık bir aliminyum setle çevirmişler. Geçici inşaat alanlarının
bile duvarlarla örüldüğü Çin’de bu mavi set komik kaçmış. Sanki “Biz etrafını
çevirdik ama siz içeriye girmek isterseniz, aralardan girebilirsiniz.” demek
istemişler. Gerçi, mavi set çok da uzun değil, viranşehrin tamamını
çevrelemiyor. Dolayısıyla biraz yürüdükten sonra açık yerler bulmak mümkün.
Zaten içeride hâlâ yaşayan insanlar, dükkân işleten tüccarlar var. Nasıl
kapatsınlar?
Parkın kıyısına oturmuş, viranşehrin son
yıllarının resmini çizen ressamların yaptıkları işlere gözucuyla şöyle bir
bakıyorum ve yolun karşısına geçiyorum. Az ileride gördüğüm bir merdiveni
tırmanıp yıkık dökük şehrin içine dalıyorum. Türkiye’deki köyümü ve köyün
gözden ve gönülden ırak köşelerinde kendi haline bırakılmış evleri hatırlatıyor
baktığım her yer. Güneşin kavurduğu çöplerin üzerinde vızıldayan sineklerin
yanından, toprağın sarısıyla dökülen tuğlaların kırmızısının karışımından
ortaya çıkan ve yer yer flamingoların gagalarını andıran bir pembeye, başka
zamanlarda da olgunlaşmamış portakal gibi eksik bir neftiye çalan sokakların
tozlu zemininde, sıcaktan iyice yumuşayıp genişleyen elektrik tellerinin
gölgelerinin üzerinde, yanımdan geçen motosikletlerin arkada bıraktıkları ince
toz bulutunun içinde ve en çok da evlerin gölgeliklerinde oturup cuma namazı
vaktini bekleyen dünyanın en sessiz dedelerinin gözlerinin önünde yürüyorum. Ön
cephesinin yarısı çökmüş ama kapısı ve kapının üzerindeki mavi numarası
düşmemiş evler içimi acıttı kimi zaman. Kıvrılarak giden araba genişliğindeki
sokakların birkaç metre ileride karanlığa yenik düşüp bana, bilinmeyene karşı
duyulan korkulara benzer korkular yaşatmasına aldırmadım. Yaşadığı yerin sefaletini
umursamaksızın kapısının önüne önce su serpen, sonra da süpürgeyle süpüren genç
kadını görünce insanın her koşulda kendi asgari yaşam bilincini oluşturduğunu
fark ettim. Göğün mavisiyle, kirli çatıların soluk kırmızısının birleştiği
yerlere konup göçen büyük kuşları görünce umutlandım, kemerli yeşil kapının arkasında
kalan caminin girişinin kilitli olduğunu anlayınca üzüldüm, yanımdan geçerken
kahkahalar atarak bir şeyler söyleyen çocuklara gülümsedim, pembe kapılı bir
evin avlusunda sandalye tamir eden adama selam verdim ve viran şehri terk
etmeden önce bir çömlekçi dükkânına daldım.
İçerisi karanlıktı ama tavandan gelen bir
ışık huzmesi görmem gereken kadarını bana göstermeye yetiyordu. Dükkân aslında
evin odalarından birisi ama odaların arasından geçen geniş bir koridor evle
dükkân arasında doğal bir ayrıma neden olmuş gibi. Ev olan kısımda bir yığın
çamaşır var. Yaşlı bir kadın, merdaneli bir çamaşır makinesinin yanında çamaşır
yıkıyor. Makine çalışmıyor sanırım. Balkondan ziyade teras olarak
adlandırılabilecek bir yer burası. Kenara yanaşıp, aşağıyı izliyorum. Az önce
içinde geçtiğim park ve ötesindeki Kaşgar şehri gözlerimin önünde. Güzel bir
manzarası olduğu iddia edilebilir aslında. Paraları olsa belki de buraya bir
kafe açarlar. İnsanlar –özellikle de turistler- eski Kaşgar’dan yeni Kaşgar’ı
izlemek için gelirler buraya. Bir yandan çay kahve içerler bir yandan da çanak
çömleklere bakarlar, satın alırlar. Tabii bu çamaşırların, etrafa saçılmış
türlü eşyanın, yıkıntıların ortadan kaldırılması şart.
Beni terasın kenarında karşıya bakarken
gören kırmızı başörtülü genç bir kız yanıma geliyor ve dükkânın arkada olduğunu
hatırlatıyor. “Biliyorum” anlamında başımı sallıyorum ve arka tarafa geçiyorum.
Az önceki karanlık gitmiş çünkü ışığı açmışlar. Etraf Kaşgar usulü boyanmış
kahve fincanları, kül tablaları, tabaklar, tencereler, irili ufaklı vazolar ve
Aladdin’in Sihirli Lambası’nı andıran çaydanlıklarla dolu. İçeride bir genç kız
daha var –mavi başörtülü- ama o elindeki telefondan kaldırmıyor başını. İçeride
dolanıyorum bir süre. Kırmızılı kız nereli olduğumu soruyor. “İstanbul” deyince
o kadar şaşırıyor ki mavili kız bile telefondan başını kaldırıyor, gülümsüyor.
Denizi soruyorlar bana. Topkapı Sarayı’nı ve Sultan Süleyman’ı… Dilim
döndüğümce anlatıyorum. Vakit bulunca da duvarlardaki fotoğrafları soruyorum.
Çömlekleri yapan ustanın gençliğinden ve çocukluğundan kalma fotoğraflarmış. Ustalardan
öğrenmiş bu işi, elli yıldır da bu işi yapıyormuş. Ufak bir kahve fincanı –dışı
parlak bir yeşile boyanmış, kulpu turuncu- alıyorum. Kız kâğıda sarıyor fincanı
ve beni kapıya kadar uğurluyor. Onlara el sallarken aslında benim için Kaşgar’ın
bitmiş olduğunu bilmiyorum o anda. Geldiğim dar sokaklardan, toprağın havaya
karışıp eridiği ve nihayetinde havanın rengini değiştirdiği meydanlardan, içine
girince gözlerin alışmasının uzun sürdüğü gölgeliklerden geçiyorum yine. Merdivenlerden
aşağıya inince viranşehrin etrafında tam bir tur yapmak gibi bir istek doğuyor
içimde. Dışarıya bakan evlerde doluluk oranı daha fazla. Sefalet ve yoksulluk
daha az denilemez ama en azından evlerinin önünden araba geçebilecek genişlikte
yolları var bu insanların. Kimisi üçtekerini, kimisi eski arabasını park etmiş.
Yaşlı bir amcayla cuma namazının vakti hakkında kısacık bir konuşmamız oluyor.
İçerideki camide namaz kılınıyormuş ama çok gelen olmuyormuş. İnsanlar
çalıştığı için merkezi semtlerdeki büyük camilere gidip işlerine dönüyorlarmış.
Amcaya vedalaşıp turumu tamamlıyorum. Ardından da Halk Parkı’na doğru
yürüyorum.
Halk Parkı Kaşgar’ın en önemli eğlence ve
dinlence yeri. Kaşgar’daki ilk günümün akşamı da gelmiştim ama vakit geç olduğu
için çok kalamamıştım. Dev Mao heykelinin –Çin’deki en büyük Mao heykeli
olduğuna dair bir söylenti duymuştum ama doğru olmadığını düşünüyorum. Yalnız,
Çin’in en batısındaki yarı özerk eyaletin en batısındaki şehre hükümetin neden
bu kadar büyük bir heykel diktiğini anlamak için siyaset uzmanı olmak gerekmez.-
önünden geçip parka giriyorum. Mao’nun eli parkı işaret ediyor. Buyrun der
gibi, bir çeşit mihmandar. “Bu şehir benim, siz de miafirsiniz. Gelin, bir de parkımızı
görün.” diyor ziyaretçilere. İnternette
başka bir kaynakta da bu heykelin halk tarafından “Güvercin Besleyicisi” olarak
anıldığını okumuştum. Etrafta pek güvercin göremiyorum ama sıcaktan dolayı
güvercinler parkın içindeki gölgeliklere çekilmiş olabilirler. Akşamüzeri ya da
sabahları gelmek lazım güvercinleri görmeye.
Mao heykelinin birkaç fotoğrafını çekip
parkın ön cephesine doğru yürüyorum. Girişte güvenlik kontrolü var. Tıpkı
müzeye ya da uçağa giriyormuşuz gibi metal tarayıcıdan geçiyoruz. Bir kere
girdin mi de etrafta polis falan gözükmüyor. Çok geniş bir park, bizim Çanco’daki
Halk Parkı’ndan belki on kat, belki yirmi kat daha geniş. İçinde binlerce ağaç
var. Yapay bir göl, spor araç gereçleri, Uygur kültürüne göre inşa edilmiş bir mini saray ve
çocuklar için eğlence merkezi var. Sıcaktan mayışmış insanları ağaç diplerinde
ya uyurken ya da masalarda kâğıt oyunları oynarken görüyorum. Hayat bir anda
yavaşlıyor parkın içine girince. Korna sesleri, şehrin uğultusu ve geçim derdi
uzaklardan gelen ve duyulmak istenmeyen nahoş seslere dönüşüyor. Burada zaman
donmuş gibi, balıkların asla çıkamayacakları kavak ağaçlarının rüzgârın
vurmasıyla çıkardıkları hışırtılar var, çocukların bitmeyen tükenmeyen
çığlıkları var, yapay gölün kenarında uzanmış ve belki de sonsuza kadar bu
halde kalmak isteyen genç sevgililer var, hamaklara rahimdeki cenin gibi
kıvrılmış ve sandıklarından bile daha derin bir uykuya dalmış yaşlı amcalar
var. Şehrin ortasında, şehirden uzak bir yer burası. Uzun uzun yürüyorum. Bir
gün sonra bu saatte Çanco’da derste olacağım için tadını çıkarmaya çalışıyorum
kavak ağaçlarının salınımlarının. Öyle güzel, öyle aheste, öyle zarif bir
halleri var ki göğe doğru yükselen gövdelerine sarılmak, kabuklarından çıkan
toprak rayihasını içime çekmemek için zor tutuyorum kendimi. İnsan böyle bir
varlık işte, nerede görse çocukluğunu sarılmak istiyor. Hele ki benimkisi gibi
arkadaşlarla, oyunlarla ve sokakların bitmeyen maceralarıyla geçirilmiş bir
çocukluksa.
Akşama kadar parkın sağında solunda
pinekliyorum. Bir ağacın altında kitap okuyorum, bir başka ağacın altında
uyuyorum, bir başkasının yanı başında hiçbir şey yapmadan boş boş oturuyor ve etrafı
gözlemliyorum. Hava biraz serinleyince yürüyerek kervansarayıma dönüyorum.
Güneş battıktan sonra dışarı çıkıp bir şeyler atıştırıyorum, avluda oturup
diğer gezginlerle muhabbet ediyorum, bira içip birikmiş hikâyelerimi
anlatıyorum, onların hikâyelerini dinliyorum. Sabah uyanınca da bir taksiye
atlayıp havaalanına gidiyorum. Kaşgar’dan ayrılırken içim huzurlu. Üç günümü
dolu dolu geçirdim, çok şey öğrendim. Ne kimilerinin dediği gibi buranın
insanının Çin zulmü altında inim inim inlediğini gözlemledim ne de diğerlerinin
dediği gibi her şeyin pir-ü pak sorunsuz olduğunu. Artık dönebilirim, dönüp
gördüklerimi başkalarına anlatabilirim…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder