Biraz çekinceliyim evi terk etmeden önce. Ne de olsa üç
hafta kimse uğramayacak buraya. İki haftadır da yalnız yaşıyorum. Yalnız
yaşayan bir erkeğin evine bekâr evi denir Türkiye’de. Kadınlar için geçerli değildir aynısı çünkü bizimkisi gibi
kültürlerde kadın ve ev neredeyse eş anlamlıdır. Bu yüzden zaten “evleniyoruz”
biz. Bekâr iken asla sahip olamayacağımız o “ulvi” rütbeye ulaşmak için. "Evlenmek" sözcüğünün dilde var olması bile aslında kültürün bekârlığa bakışını
ortaya koyan başlı başına bir gösterge. Gizli olarak sözcük bekârların ev
sahibi olamayacağını da ima ediyor aslında. Ana babanın evinden çıkıp kendi
evine gitmek demek evlenmek demek. Aksini düşünene dersini veriyor toplum.
Başbakan bile inletti yeri göğü birkaç ay önce, uyardı ev sahiplerini bekara ev
vermeme konusunda. İşin resmiyeti bile var yani, o derece! Neyse, konuya döneyim.
Sabah dolaptaki tüm yumurtaları, tüm biberleri, tüm
domatesleri ve kocaman bir kelle soğanı karıp dev bir menemen yaptım kendime. Maksat
mümkün olduğunca az sebze kalsın dolapta. Ekmeksiz götürdüm. Lahanalar ve
mandalinalar için bir şey yapamadım. Aşağıdaki güvenlik görevlisine vereyim
diye geçirdim içimden ama sonra nedense aklımdan çıkmış bu. Öylece kaldı diğer
sebzeler ve meyveler. Geri geldiğimde çöpe atmak zorunda kalacağım.
Bütün fişleri çekiyorum, bütün camları kapatıyorum, bütün
ışıkları söndürüyorum. Balkonda yeni astığım ıslak temiz çamaşırlar, ben gelene
kadar tozdan tekrar kirlenecekler. Bir daha yıkarım, bir şey olmaz. Elde
yıkamıyorum ya! Yatak havalansın diye çarşafı ve yorganı dürüp bir kenara
yığıyorum. Yerleri usulca süpürüyorum. Ne kadar da çok toz var bu şehirde! Toz
evrenseldir ama Çin’de toz yegane egemen güç gibi sanki. Her yer her zaman tozlu.
İstediğin kadar temizle, odanın bir köşesi topak topak olmuş tozlarla doluyor
birkaç gün içinde. Hayır; nereden geliyor bu kadar toz, nereden giriyor eve.
Anlamam mümkün değil. Temizlerken yerleri, İnci Aral’ın cümleleri geliyor
aklıma:
İnce bir toz tabakası kaplamış her yanı. Ama yalnızca geçen
zamanı belirlemek açısından önemli olabilir bu şimdi. Zaman tozdur çünkü;
kirdir, nemdir, eskimişliktir, yenilgidir. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım
koruyamayız kendimizi ve nesneleri ondan. Boşuna o toz bezleri, fırçalar,
paspaslar, cilalar, saç boyaları, kozmetikler. (Erkek Ölü Kuşlar)
Çok da abartmıyorum temizliği. Maskem de okulda kalmış
zaten. Süpürdükçe burnum kaşınıyor, süpürdükçe gözlerimin önünde yer çekimine
meydan okuyan milyonlarca parçacık…
Temizliği üstün körü de olsa bitirdikten sonra çöpleri toparlıyorum.
Mutfaktaki sabahtan kalma bulaşıkları sıcak suya hiç gereksinim duymadan
temizliyorum. Gelene kadar onlar da toza yenik düşecek ne de olsa. Saat altı
gibi evden çıkıyorum. Kapıdaki güvenlik görevlisi büyük siyah bir çantayla
çıktığımı görünce bir şeyler diyor. Çince “Ben Tayland’a gidiyorum” diyorum.
Gülümsüyor, başıyla anladığını gösteriyor bir yandan “Tayland’a gidiyorsun ha!”
diyerek. “Görüşürüz” diyorum ve taksi bulabileceğim bir yer bakıyorum. Taksilerin
hepsi dolu geçiyor. Ana yola kadar yürüyorum ama orada da taksilerin duracağı
bir boşluk yok. Arabaların yoluyla bisikletlerin yolu demir parmaklıklarla
ayrıldığı için taksiler kaldırıma yanaşamıyorlar. Yürümeye devam ediyorum. Bir
ara terminale yürüyerek gitmeyi bile düşünüyorum. Yarım saatte varırım, taş
çatlasa kırk dakika. Ne de olsa vaktim var… Sonra vazgeçiyorum. İki büyük ana
yolun kesiştiği noktada bekliyorum biraz. Orada da umudumu yitirince, terminale
doğru ağır ağır yürümeye başlıyorum. Bir yandan da yolu gözetliyorum paranoyak
bir hasta gibi. Neyse ki bir taksi duruyor. Atlıyorum hemen arka koltuğa. Her
zaman 20 RMB tutan taksi ücreti bu akşam 11 RMB tutuyor. Demek baya yürümüşüm
diyorum içimden. Taksiden iner inmez otobüs terminaline çıkıyorum.
Otobüs terminali pek çok yönüyle Çin’deki havaalanlarına
benziyor. Bağırıp çağıran yok, kapılar otomatik, çantalar kontrolden geçiyor,
yerler temiz, tuvaletler pis, tuvaletlerin yerleri hep ıslak, el yıkama
yerlerinde yemek ve çay artıkları var, yemek yenilen yerlerde fiyatlar
normalden fazla. Kapıların önünde görevli kızlar biletleri kontrol ediyorlar.
Hangi kapıdan gireceğin bilette yazılı, saat kaçta kapının açılacağı da kapının
üzerindeki elektronik levhada görünüyor. İçim rahat. Saat yedi bile değil. Bir
şeyler yiyeyim diye terminaldeki lokantalara bakıyorum. İçlerinden birince
tavuklu erişte çorbası görüyorum. Yolculuktan önce iyi gider diye alıyorum bir
tane. Yiyorum çabucak, sıcak sıcak iyi geliyor mideme. Yemekten sonra tuvalete
gidiyorum.
Çinli erkeklerin tuvaletlerdeki davranışları aslında genel
olarak toplum içerisindeki davranışlarından farklı değil. Vurdumduymazlık,
adamsendecilik ve başkalarının haklarını dikkate almadan kendi işini bir an
önce halletme bencilliği burada da geçerli, dışarıda olduğu gibi. Beni en çok
sinirlendiren davranışlardan birisi erkeklerin pisuvarı kullanmayı beceremiyor
olmaları. Sırf bu yüzden pisuvarların önünde her daim iğrenç bir su birikintisi
oluyor. Bir gün tutup birini bağıracağım “La oğlum, o tuttuğun şey sandığından
daha kısa. Azıcık daha yanaş, içeriye işe, yere değil.” Tutuyorum kendimi.
Pisuvarlar da kocaman, tutturmamak imkânsız. Kör olman lazım etrafı paçoz etmen
için. Diğer ihtimali yazmak istemiyorum. Nasıl beceriyorlar anlamış değilim. Ya
toplumun büyük bir çoğunluğu prostattan veya idrar yolları iltihabından
mustarip (bu idrarın debisinin düşüklüğünü izah eder) ya da pisuvara uzak
durmaktan erkekçe bir gurur duyuyorlar. İyi de canım benim, bu tuvaletteki
herkes erkek, havan kime? Sende olan
herkeste var. Nedir o “Bak ben bir elimde sigarayla, iki metre ileriden
işeyebilirim” cakası? Biliyorum, haz veren bir konu değil, kimsenin bir gezi
yazısında görmek isteyeceği türden laflar da değil bunlar ama umumi
tuvaletlerdeki bu hal beni çok rahatsız ediyor. Yazmadan edemedim.
Bir başka rahatsız edici nokta da lavabolardaki türlü türlü
yemek artıklarının olukları tıkaması, biriken suyun iğrenç bir görüntüye ve
kokuya neden olması. Bunun en büyük sorumlusu genç anneler ya da onların
muavinliğini yapan nineler/dedeler (Tuvaletler ayrı olsa da lavabolar genelde
ortak oluyor umumi mekânlarda). Çin toplumu, annelerin her türlü davranışını
hoşgörüyle karşılayacak bir toplum. Bebekler toplumun en değerli birimleri
(birey demiyorum) olduğu için yaşlanmanın tek mazeretinin çocuk büyütmek oluyor. Bu durumda da bebeklerin bilinçsizce yaptıkları şeyler herkes tarafından normal
karşılanıyor. Babaannesinin elinden tutup, marketteki satılık pirincin içinde
yürüttüğü, hoplatıp zıplattı torununun videosu ses getiren bir videoydu ama var
olan sorunun çözümü için böylesi skandal videolardan çok daha fazlasının
yapılması gerekiyor.
Öncelikle şu gerçeğe herkes alışmalı. Bir çocuğun her türlü
rahatsız edici davranışından o çocuğu yetiştiren başta anne baba, sonra da dene
nine sorumludur. Fakat birey olamadan (adam ya da kadın) anne baba olan insanlar
için bu durumu anlamak zordur. Onlar kendileri için çizilmiş, defalarca
denenmiş ve hep başarıyla sonuçlanmış bu yolda yürürken zorlanmamak için
üzerlerine giydirilen kimliklerin gereğini yaşamak zorundadırlar. Bir kadın
olmadan önce anne olan ve sırf bu yüzden gözleri hep yaşayamadığı gençlik
günlerinde takılı kalan zavallı bir güruhtan söz ediyorum. Bu güruhun üyeleri
yaşayamadıkları gençliklerinin hırsını çocuklarından çıkarırken en ufak bir
pişmanlık duymazlar. Bu yüzdendir çocuklarını umumi ortamlarda acımasızca
döverken etraftan müdahale edenlere “Size ne, benim çocuğum değil mi? Döverim
de severim de” bakışıyla hırçınlıklarını savunuşları. Kaybolan gençliklerini
annelik mesleğine paralel bir şekilde yaşamak isterken aslında ikisini de
hakkıyla yaşayamazlar. Bunun yanında kendilerinin seçmedikleri bir anneliği
hayatları boyunca omuzlarında taşıyacak olmalarının acı tadı, evlendikten hemen
sonra kaybolan romantizmi iyice ulaşılamaz bir Mehlika sultan haline getirir.
İnternette yayınlanan bir makalede okumuştum, Çinli evli
kadınların büyük bir çoğunluğunun mutsuz olduğunu. Makale mutsuzluğu büyük bir
oranda cinselliğe bağlıyordu. Bundan daha doğal bir şey göremiyorum ben Çin
gibi ataerkil bir toplumda. Yirmi yedi yaşına gelip evlenmemiş kadına “evde
kalmış” ve “sorunlu” muamelesi yapan bir toplumda evlenmek anne babaların
baskısıyla yapılan, yapılması şart koşulan bir ritüel. Evlenir evlenmez de pek
çok çift hemen çocuk yapmak zorunda. Çocuk yapmazlarsa anne babalarına karşı en
büyük sorumluluklarını yerine getirmemiş olurlar. Bu durumda severek evlenen
çiftlerde bile, evlilikten sonra ciddi bir bıkkınlığın ve yorgunluğun oluşması
normal değil mi? Zaten erkekler genelde çocuk doğduktan sonra gözlerini
dışarıya dikiyorlar. Çünkü erkek evlat olarak vazifelerini yapmış olmanın
gururuyla, dışarı çıkıp istedikleri gibi eğlenebilirler, arkadaşlarıyla içip
sabaha kadar KTV’de şarkı söyleyebilirler ve hatta canları isterse –ekonomik
anlamda da durumları iyiyse- başka kadınlarla kısa süreli ilişkiler
yaşayabilirler. Peki ya kadın? Yirmi beş yaşında, bir yaşında altına eden bir
bebekle yirmi dört saat geçirmek zorunda o. Gıkını çıkaramıyor önüne kader diye
sürülen hayat tarzına karşı. Bir yandan sürekli bastırmak zorunda olduğu cinsel arzuları, bir
yandan toplumsal hayatta eskisi kadar etkin rol alamamanın getirdiği
uzaklaşmışlık duygusu, kadını yiyor bitiriyor. Bir de bunun üzerine akşam eve
sarhoş ya da yorgun gelip, kendisinden tüm “karılık” görevlerini bekleyen ama
“kocalık” görevine gelince şipşak bir ilişkiyle geçiştiren kocalar eklenince,
nasıl huzursuz olmasın bu kadınlar? Bir
de bütün bunların üzerine televizyonda, sinemada, okuduğu dergilerde gördüğü o
pop yıldızlarının, film aktörlerinin “özgür” hayat tarzlarına duyulan özlem
eklenince, mutsuzluk katlanıyor tabii. Bakıyor filmlerdeki Amerikalı kadınlara. Canı istediği zaman sevişen, barda akşam tanıştığı erkekle yatağa giren, kendi parasını kazanıp kendi evleneceği zamanı belirleyen kadınlar Çinli ev hanımının içindeki mahkumu diriltiyor. Ehh yani, Amerikalının canı can da Çinlininki patlıcan mı? Bütün bu güzellikler çığ olup kadının üzerine yağıyor,
havasız bırakıyor onu, hem de gelinlik gibi bir beyazlığın ortasında…
Bu düşüncelerle otobüse biniyorum. Otobüs tam vaktinde, saat
sekizde çıkıyor yola. Ne güzel diyorum içimden, her şey planlı programlı.
Kuşkuya yer bırakmayacak denli düzenli. Demek sabah saat yedide varacağım
Wuhan’a. Oradan da taksiye biner, hiç acele etmeden ulaşırım havaalanına. Otobüs
dışarıdan temiz ve yeni görünüyor ama içeri girince fark ediyorum. Çin’in her
yerinde olan paketin içerikten daha önemli olması geleneği bir kere daha
karşıma çıkıyor. İçeride yoğun bir ter kokusu var. Koltukların üzerlerine konmuş
olan beyaz bezler kirli. Koltuk numaramı bulup oturuyorum. Koridor tarafında
mıyım yoksa cam tarafında mı anlayamıyorum. Cam tarafına kuruluyorum. Millet
daha yerleşme aşamasındayken benim yaşlarımda bir adam bana biletini gösterip,
İngilizce bir şeyler söylüyor. Önce anlamıyorum ne dediğini. Ardından önlerde
bir yerlerde ayakta duran bir kadını gösteriyor. O zaman düşüyor benim jeton.
Adam beni o kadının olduğu koltuğa göndermek istiyor. Böylece kendisi kadın ile
yan yana oturabilecek. Başka zaman olsa kurallara uyma prensiplerimi öne sürer,
adamın ricasını kabul etmezdim ama ne gerek var şimdi. Belki sevgilisidir,
karısıdır, ne bileyim kız kardeşidir… Birlikte gitsinler işte. Benim kaybedecek
neyim var ki?
Yeni koltuğumda yanımda genç bir çocuk var. Beni görünce
dayanamıyor, soruyor nereli olduğumu. İngilizcesi fena değil, biraz özgüven
eksikliği var. Yirmi üç yaşındaymış, Çanco’nun güney ilçesi olan Wujin’de
bilgisayar programcısı olarak çalışıyormuş. Wuhan’a anne babasının ve kız
arkadaşının yanına gidiyormuş. Üniversiteyi de orada okumuş. Kız arkadaşı da
seneye mezun olunca Çanco’ya yerleşecekmiş. İngilizce konuşmayı pek
beceremiyormuş, kusura bakmayaymışım. Ama yazması ve okuması iyiymiş. Kitap
okumayı seviyormuş. Pazar günleri Çanco kütüphanesinin İngilizce kitap okuma
programına ben de katılmalıymışım. Ben tatilden geri dönünce beraber
gidebilirmişiz. Şanhay’dan uçmak varken Wuhan’ı tercih etmiş olmam tuhafmış.
Çok daha rahat edermişim Şanhay’dan uçsaymışım. Otobüs yolculuğu uzun
sürecekmiş. Sabah saat 11’de varırmışız.
Ben bu sonuncusunu duyunca ikircikleniyorum. Bana sabah yedide
varacağımızı söylemişlerdi diyorum. Yanımdaki programcı arkadaş (adının Wei
Shao Xin olduğunu sonradan öğreneceğim) belli olmaz diyor. Çok yolcu var, sık
duracaktır diyor. Canım sıkılıyor ama belli etmiyorum. Otobüs durduğunda
soracağım şoföre. En iyi o bilir saat kaçta varacağımızı. Gassalın elindeki
meyyitim sonuçta. Otobüsten başka çarem yok. Zamanında ucuza bilet alayım diye
Wuhan’dan uçmayı seçmiştim. Sonra da tren bileti alma konusunda yeteri kadar
acele edemediğim için otobüse kalmıştım. Hoş, otobüs biletinin fiyatı bile
olması gerekenin neredeyse üç katıydı. Başka çarem yoktu. Bu bileti de
almasaydım tatil parmaklarımın arasından su gibi kayıp gidecekti. Hem bu
şekilde yeni bir şehir göreceğim diye avutuyordum kendimi. Yeni bir Çin şehri;
yani büyük bir gölet, geniş yollar, gri bir gökyüzü, içime çektiğim anda
genzimi yakan bir hava, tozdan yeşili zor görünen parklar ve bahçeler, şehrin
60-70 km dışında dev bir havaalanı…
Yola çıkmadan hemen önce yolculara torba dağıtıyorlar.
Herhalde midesi bulananlar içindir diyorum. Güzel bir uygulama olduğunu bile
düşünüyorum, hele çocukluğum boyunca İstanbul’da ne zaman otobüse binecek olsak
annemin yola poşetlerle çıktığını hesaba katarsam daha bir anlamlı oluyor bu benim için.
Otobüs hareket ettikten beş dakika sonra ışıklar hemen kapanıyor. Kitap okuma
ümidim karanlığın içinde yok oluyor. Telefonun pili hemen bitmesin diye müzik
de dinleyemiyorum. Geriye tek seçenek kalıyor. Uyku. Rahat dalıyorum uykuya.
Yer yer belime saplanan ağrıya rağmen kesintisiz uyuyorum. Birkaç saat sonra
otobüs duruyor. Tuvalet molası. Hemen herkes iniyor. Tuvalet ihtiyacı
giderildikten sonra bekleme yapmıyoruz. En fazla bir sigara içimlik bir zaman
bekleniyor. Şoföre soramıyorum saat kaçta varacağımızı. Otobüse biniyoruz.
Otobüsün içi ter ve yorgunluk kokuyor.
Gece saat üç buçuk gibi uyanıyorum. Üçte durmuştu otobüs ama
tuvalet ihtiyacım olmadığı için yerimden kalkmamıştım. Demek yarım saattir
hareketsiz duruyoruz burada. Otobüsün için karanlık, motor durmuş, hava kesif
ve bayat, ufak tefek konuşmalar duyuyorum. Camdaki buğuyu silip dışarıya
bakıyorum. Bir otobüs var yanımızda ama içinde hiçbir ışık yanmıyor. Yer yer
önümüzden arabalar geçiyor, insanların belli belirsiz konuşmalarını işitiyorum.
Koltuğumu dikletip, etrafa bakıyorum. Neden gitmiyoruz? Mola verdiysek neden
kimse dışarıda değil? Bu kadar uzun mola olur muymuş bi’kere?
Koridorun karşı tarafındaki adam poşetleri hışırdatarak
yiyecek bir şeyler arıyor. Gecenin sessizliğinde o kadar çok hışırtı çıkarıyor
ki onun önündeki adam uyanıyor. Ters ters hışırtılı adama bakıyor. Adamın
umurunda değil, bir türlü aradığını bulamamış olsa gerek ki bir poşeti koyup
bir diğerini açıyor. Hışır hışır hışır hışır… Ben, nev’i şahsına münhasır bu
işkencevari gürültünün bitmesini beklerken, hışırtıcı adamın arkasındaki eleman
horlamaya başlıyor. Horluyor ama nasıl horluyor, tüm otobüs sallanıyor. Otobüsün
kapıları kapalı, içeride elli küsür insan! Sanasın tüm oksijeni bu eleman
tüketiyor. Horlama başlayınca elemanın yanındaki kız da uyanıyor. Cep
telefonunu eline alıp oyalanmaya başlıyor. Bu sırada çaprazımdaki adam
–hışırtıdan ilk rahatsız olan kişi- ayaklarını önündeki koltuğun arkasına
dikiyor. Tavana doğru dikilmiş bir çift ayak. Hayır, nasıl rahat ediyor anlamış
değilim. Böyle bir rahat etme yöntemi olabilir mi? Hışırtı çıkaran adamın
yanındaki adam –pencere kenarındaki- uyanıyor. Etrafına şöyle bir bakıyor.
Ardından boğazını temizliyor. Yalnız öksürme değil yaptığı, resmen sökmeye
çalışıyor bir şeyleri. Sanki tüm midesini boşaltacak, boğazını yırtıp ne var ne
yok dışarı çıkaracak. En sonunda yeteri kadar hırıltı çıkarmış olduğu kanısına
varıyor ve önündeki poşete okkalı bir tükürük savuruyor. Böylece ben de anlamış
oluyorum bu poşetlerin varlık nedenlerini.
Bütün bu olan bitenden rahatsızlık duymuyorum aslında. Adâb-ı
muaşaret konusunda daha önce yazmıştım. Şimdi bu görüntüler sadece gülünç
geliyor bana. Beni asıl rahatsız eden şey otobüsün hareket etmiyor olması –uyanmamın
nedeni de buydu- ve kimsenin bu durumdan rahatsız olmaması. Güneşin doğmasını mı
bekliyoruz ne?
Midem bulanıyor. Hem havasızlıktan hem de uçağı kaçırma
korkusundan. Ne yaparım ben Wuhan’da uçağı kaçırırsam? Zaten yeni yıl dönemi,
uçaklarda trenlerde yer yok. Murat Gülsoy’un “Zoraki Turist” öyküsündeki karakter
gibi kalırım Wuhan’da bir başıma. Yeni yıl kargaşasının bitmesini, bilet bulup
Çanco’ya geri dönmeyi beklerim iki-üç hafta boyunca.
Shao Xin yanımda uyuyor. Üzerine paltosunu yorgan gibi
çekmiş. Gözlükleri gözünde, yüzüne huzurlu bir eve dönüş sinmiş. Bir süre
kendimle mücadele ediyorum, uyandırıp uyandırmama konusunda tereddüt yaşadığım
için. En sonunda dayanamıyorum, hafifçe koluna dokunup uyandırıyorum.
- Neden durduk biliyor musun?
- Şoför dinleniyor.
- Nasıl ya? Ne zaman hareket edeceğiz peki?
- Saat beşte.
- İyi ama saat dört bile değil. Neden uyuyor şoför?
- Güvenlik çok önemli. Şoför uykusuz kalmasın ki sağ salim
varabilelim evimize.
- İyi ama şoför yola çıkmadan önce uyusaymış böyle bir sorun
olmazdı. Başka ülkelerde böyle yapıyorlar şehirlerarası uzun yolculukları. Yol
çok uzunsa iki şoför oluyor. Bir sürerken diğeri arkadaki yatakta uyuyor.
- Burası Çin. Burada hep böyle yapılır. Bak dışarıda
bir sürü otobüs var. Onlar da uyuyor.
- Peki bizim şoför nerede şimdi? Arkada yataklık bir bölge
yok.
- Koltuğunda. Bak orada, üzerini battaniyeyle örtmüş.
Ben yerimden doğrulup şoför koltuğuna bakıyorum. Hakikaten
koyu renkli bir battaniye var şoför koltuğunun olduğu kısımda. Altında da şoför
olduğu aşikâr. İçerliyorum, sinirlerim iyice geriliyor. Arthur Smith’in 130 yıl
önce kaleme aldığı kitapta yaptığı taraflı gözlemler geliyor aklıma.
Anekdotlardan birisinde Çinlilerin uyku alışkanlığıyla alay ederken, bir
başkasında da Çinlilerin bir işi kısa zamanda bitirmek gibi bir hırslarının
olmadığından söz ediyordu. “İlla günü bölecekler, birkaç saat çalışıp uyku
arası verecekler, işi ertesi güne sarkıtma pahasına uykularından taviz
vermeyecekler.” diyordu. Bizim okulda verilen iki saatlik uyku molasının bir
benzeri de burada, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde gerçekleşiyordu. Aslına
bakılırsa ne şoförün uyumasına ne de Çinlilerin bir işi olası en kısa zamanda
bitirme hırsından mahrum olmalarına karşıyım. Benim karşı olduğum şeyler şöyle
sıralanabilir:
1.
Ben bileti alırken bana on bir saat sonra, yani
sabah saat yedide Wuhan’a varacağım söylenmişti. Oysa şimdi sabah on-on bir
gibi varacağım söyleniyor. Bu farkın arkasında yatan neden büyük bir olasılıkla
uyku molasının bilet satarken hesaba katılmaması. Bileti satarken uyku molasız
varış saatini söylerken, yolculuk sırasında yolcuya kazık atar gibi karar
değiştirmek etik açıdan doğru değil.
2.
Dinlenmek güzel bir şey ama bunu daha uygun bir
şekilde yapamaz mıyız? Yani, havalandırması kapalı, pencereleri açılmayan bir
otobüste elli küsur kişiyi tutmak ne kadar sağlıklı, ne kadar verimli bir
dinlenme şekli?
Olması gerekeni biliyor olmam sıkıntımı azaltmıyor, aksine
artırıyor. Sessizce bekliyorum saatin beş olmasını. Midemdeki çalkantı artıyor,
burnumu elimle kapatıp ağzımla nefes alıyorum bir süre. Saat beşe beş kala
yolculardan birisi şoförü uyandırıyor. Kapılar açılıyor, herkes bir anda ayağa
fırlayıp tuvalete gidiyor. Ben şoförü kapının ağzında sigara içerken görünce
konuşmak için yanaşıyorum ama Çincem yeterli olmadığı için araya Shao Xin’i
sokuyorum. Şoför beş saat daha yolumuz var diyor. Ben neden uyuduğumuzu, bu
yüzden uçağımı kaçırabileceğimi söylüyorum. Şoför omuzlarını silkiyor, “burada
herkes uyur diyor” etraftaki diğer karanlık otobüsleri gösterirken. Meseleyi uzatıp,
otobüste bir şikâyet merkezi olmak istemiyorum. Otobüse binip, yerime
oturuyorum. Saat tam beşte hareket ediyoruz.
Şehrin merkezine girdiğimizde yoğun bir trafikle
karşılaşmamıza rağmen 09:25’te terminale giriyoruz. Uçuşa üç saat var. Herhalde
sıkıntı yaşamadan yetişirim. Yine de içim rahat değil, havaalanı çok uzakta ve
şehrin merkezindeki trafik filmlerde yansıtılan Bangkok trafiğini anımsatıyor.
Şoför kontağı kapatır kapatmaz iniyorum arabadan, aşağıdan bavulumu kapıyorum.
Shao Xin taksi konusunda bana yardımcı olacağını söylemişti. Onunla birlikte
terminalin dışına yürüyoruz. Shao Xin kahvaltı yapalım mı diyor. Ben “Acelem
var biliyorsun.” diyorum. “Çanco’da yaparız kahvaltıyı. Şimdi hemen bir taksi
bulmalıyım.” Shao Xin “Sorun değil. Tasa etme, havaalanına zamanında varırsın.”
diyor. Bir taksi durduruyoruz. Shao Xin şoföre gideceği yeri söylüyor.
Konuşulanlardan anladığım kadarıyla şoför iç hatlar mı dış hatlar mı diye
soruyor. Shao Xin Tayland’a gideceğimi söylüyor. Ben de taksi hareket ettikten
sonra birkaç defa tekrar ediyorum. “Wo çü Taygua, wo çü Taygua” “Kuvey çü,
kuvey çü”…
Bir anda kendimizi yüzlerce aracın içinde buluyoruz. İleride
kırmızı ışık görünüyor ama yoldaki şeritler birbirine girmiş durumda. Taksi
şoförü boş bulduğu yere sokuyor burnunu, elinden gelse tavşan gibi zıplayarak
gidecek arabaların arasından. Trafiği kısa sürede atlatıyoruz ama yol uzun. Git
git bitmiyor. Sisten ucu bucağı görünmeyen köprülerin üzerinden geçiyoruz,
trafiği görünce hemen ara bir yola girip, birkaç kilometre ileriden aynı yola
dâhil oluyoruz. Kafamda bin bir türlü senaryo. Ya kaçırırsam, ya uçağa
almazlarsa. Yıllar önce Kuala Lumpur’da kaçırdığımız Ho Çi Min Kenti uçağı
geliyor aklıma. Yirmi dört saat hava alanında kalmıştık. Paramız da yoktu. Dört
öğün boyunca aynı ucuz şeyleri yemiştik. O da Airasia’ydı. Acımıyorlar geç
kalan yolcuya, biliyorum. Bir kere ağzım yanmış sütten, yoğurdu üfleyerek yemem
için bahanem hazır.
60-70 km gidiyoruz. Saat 10:35’te hava alanına varıyorum.
Taksi 125 Yuan tutuyor. Koşarak havaalanına giriyorum. Daha yolcu kayıt sistemi açılmamış bile.
Boşunaymış onca hafakanım, onca kaygım. Ama bu derece kaygılı olmasam da bu
kadar hızlı gelemezdim diyorum içimden haklılığımı kendime kanıtlamak
istercesine. Bir süre etrafta oyalanıp yolculuk kartını alıyorum ve bekleme
odasına geçiyorum. Uçak tam zamanında kalkıyor. Öğleden sonra üç buçuk gibi Don
Muang havaalanına iniyoruz.
*** Bu mektubu yazdıktan yaklaşık bir ay sonra şu alaycı yazıyı okudum. http://www.haohaoreport.com/l/48220 Demek ki tuvaletlerdeki su birikintilerinden rahatsız olan tek kişi ben değilmişim.