Behzat Ç, dizinin bir bölümünde bir çeteyi çökertir ama
yukarıdan birileri duruma el atar ve suçlulardan birisini serbest bırakır. Behzat
Ç buna ses çıkaramaz. Ses çıkarmadığı için de kendisine ödül verilir. Ödül
töreninde şu konuşmayı yapar:
Türkiye’de bugünlerde yaşanan olayları izledikçe aklıma bu
sahne geliyor. İyi bir adam olmak zordur ama kimsenin adamı olmamak çok daha zordur. Tabutumuzun üzerinde zar atıp, savaş tamtamlarıyla tepemizde dans edenler; kimsenin adamı olmamayı başaramamış, iyi bir adam olmaktan fersah fersah uzakta olanlardır.
Cemaat ile AKP arasındaki kavganın bu boyutlara ulaşacağı belliydi. Hiçbir şer ittifakı sonsuza kadar süremez. Ülkeyi avucunun içine alıp, al gülüm ver gülüm oynayan taraflar eninde sonunda birbirlerine düşeceklerdir. Çünkü çıkış noktalarında evrensel olan tek bir ilke yoktur. İnsan sevgisinin ve toplumsal barışın yerine kendisi gibi olmayanlara yukarıdan bakma olarak özetlenebilecek “hoşgörü” konmuştur. Ortalama vatandaşın refahı yerine üzerinde bin bir türlü oyunların oynandığı “ekonomik büyüme” yalanını getirmişlerdir. Salt bir iş yapıyormuş gibi görünmek için saçma sapan projelerle gündemi meşgul edip, ülkenin öz kaynaklarını şakşakçılara peşkeş çekmişlerdir. Tüm bu iğrençlikleri hasıraltında yürütürken, birbirlerini kollamış, birbirlerine taviz vermişlerdir. Olayları daha derinden anlamak için ittifakın geçmişine ve şartlarına bakmak gerekir.
Cemaat ile AKP arasındaki kavganın bu boyutlara ulaşacağı belliydi. Hiçbir şer ittifakı sonsuza kadar süremez. Ülkeyi avucunun içine alıp, al gülüm ver gülüm oynayan taraflar eninde sonunda birbirlerine düşeceklerdir. Çünkü çıkış noktalarında evrensel olan tek bir ilke yoktur. İnsan sevgisinin ve toplumsal barışın yerine kendisi gibi olmayanlara yukarıdan bakma olarak özetlenebilecek “hoşgörü” konmuştur. Ortalama vatandaşın refahı yerine üzerinde bin bir türlü oyunların oynandığı “ekonomik büyüme” yalanını getirmişlerdir. Salt bir iş yapıyormuş gibi görünmek için saçma sapan projelerle gündemi meşgul edip, ülkenin öz kaynaklarını şakşakçılara peşkeş çekmişlerdir. Tüm bu iğrençlikleri hasıraltında yürütürken, birbirlerini kollamış, birbirlerine taviz vermişlerdir. Olayları daha derinden anlamak için ittifakın geçmişine ve şartlarına bakmak gerekir.
Fethullah Gülen Cemaati (FGC) Türkiye’de son kırk yılda
palazlanmış, teorik yapısını Said Nursi’nin Nur cemaatinden alan, siyaset üstü
bir oluşumdur. Siyaset üstü oluşuyla, kesintisiz büyümesi arasında sıkı bir bağ
vardır. Her zaman için kazanacak ata oynamıştır FGC. Girmek istediği kapıyı kim
açacaksa onun yanında olarak gücüne güç katmıştır. Yeri gelmiş Ecevit’e oy
vermiş, yeri gelmiş ANAP’ın ve AKP’nin arkasında olmuştur. Hiçbir zaman
göründüğü gibi olmamıştır; kendisini arkasında gizleyebileceği, mevcut rejime paralel
olan, bir takım bahanelerin omuzlarında yükselmiştir. Yeri gelmiş eğitim
sistemindeki başıbozukluğu istismar edecek dershanecilik hizmeti sunmuştur,
yeri gelmiş varlığına ve gelişimine en büyük engeli teşkil eden ordu
mensuplarını akıl almaz kumpaslarla saf dışı etmiştir. Bunları yaparken hiçbir
zaman “Ben yapıyorum. İşte ben de buyum. Fikirlerim şunlardır.” dememiştir.
Kendi varlığını gizleyerek hem kesintisiz yol alabilmiş hem de ekonomik
bağımsızlığını koruyabilmiştir.
FGC’yi tanımak için onun temellerinin üzerine inşa edildiği
Risale-i Nur’a bakmak gerekir. Said Nursi’nin hayatının neredeyse tamamını
adadığı bu eserler aslında nur talebeleri için birer yaşam rehberi
mahiyetindedirler. Kitaplarda anlatılanların büyük bir çoğunluğu iman hizmeti üzerine
odaklanmıştır. Salih ve muhlis hizmet insanının, halka hakkı anlatacak ve bu
uğurda yılmayacak Kur’an şakirtlerinin sahip olması gereken tüm özellikler bu
kitaplarda mevcuttur. Ayrıca, Said Nursi’nin talebelerine yazdığı mektuplar,
talebelerinin ona ya da birbirlerine yazdığı mektuplar, Said Nursi’nin
mahkemelerde verdiği savunmalar yine Nur Risalelerinde bol bol bulunmaktadır.
Bu mektupların birinde Said Nursi hizmetin geçireceği üç
aşamadan söz eder. Bu üç aşama iman, hayat ve şeriattır. İman aşaması; hizmet
gönüllülerinin kapı kapı gezi dolanıp, İslam’ı ona muhtaç olan gönüllere
anlatma aşamasıdır. Bu vazifeyi Said Nursi şu cümleyle özetler. “Medenilere
galebe ikna iledir.” Yani insanlara tatlı dille, bilimin ve mantığın diliyle
gitmelidir hizmet erleri. Ancak bu şekilde, onların zihinlerine de nüfuz
edebildikleri zaman, gerçek anlamda uygar dünyada bir zafer kazanmış olurlar.
Bu yüzden Risale-i Nur, aslen Hristiyan teolojilerinden ödünç alınmış pek çok
skolastik Tanrı kanıtlamasını da içerir. Ontolojik kanıtlar, teleolojik
kanıtlar, evrende var olduğuna inanılan düzenden yola çıkarak yapılan kanıtlar…
Sahte-bilimsel ya da eksik-bilimsel olarak da tanımlanabilecek bu kanıtlar
sayesinde, sadece köyde tarlasını süren Ahmet Efendi değildir hedeflenen; asıl
ulaşılması gereken üniversitede okuyan öğrenci, devlet kurumunda görevini yapan memur,
yollar barajlar inşa eden mühendis, insanların hayatını kurtaran doktorlardır. Kendilerine
Risale-i Nur tavsiye edilen bu insanlara bir de felsefeden uzak durmaları
tavsiye edilir. Çünkü Said Nursi bilir ki felsefe, kuşku ve sorgulama demektir.
Oysa bir mümine lazım olan en önemli şey imandır, yani kuşku duymaksızın emin
olmaktır. Ancak kalbinde iman hakikatlarını oturtmuş insanlarla bir toplum İslamın
öngördüğü düzene doğru yol alabilir. Bu da bizi bir sonraki aşamaya
ulaştıracaktır.
Hayat aşamasında toplumun içindeki sağlam bir kitle Risale-i
Nur’u anlamış ve onun yenilmezliğini kabullenmiştir. Bir yandan insanları imana
davet etme eylemi devam ediyorken, bir yandan da hayatın farklı safhalarına
sızmalar başlar. Eğitime, medyaya, sivil toplum örgütlerine, iş örgütlenmelerine,
sanayi yapılanmalarına, finans kurumlarına… Yavaş yavaş hayatın her alanına
yayılırlar, kilit noktaları ellerinde tutmaya özen gösterirler. Cemaatin
erlerle, sıradan polis memurlarıyla, boşanma davalarına bakan avukatlarla işi
olmaz. Hedef üst rütbeli subaylardır, emniyet müdürleridir, devletin üst
kademelerinde iş yapan memurlardır (savcılar, hâkimler, müsteşarlar, proje
yöneticileri). Çünkü ancak bu şekilde emin olabilirler önlerinin
kesilmeyeceğinden, ancak bu şekilde sürekli büyümeyi sağlayabilirler.
Kimliklerini asla belli etmemeleri, her zaman ciddi bir
tedbir stratejisi uygulamaları ve asla başına buyruk hareket etmemeleri aslında
askeri disiplinle işleyen gizli bir örgütten farksız kılar onları. En ufak bir
eylem yukarıya sorulur. Dışarıdan bakanların anlayamayacağı sert bir disiplin ve
hiyerarşi vardır. Hizmet eri; resmi görevi ne olursa olsun, o görevin dışında
kendisiyle ilgilenen birisine hesap vermek zorundadır. Yani bir savcıysanız,
vereceğiniz kararları başsavcıya danışmadan önce, cemaatteki abinize (imam
savcıya) danışmalısınız. Abinin kararı başsavcınınkiyle aynı olacaksa, sırf
başsavcının dediği yapıldı görünmek için ona yine danışılır ama aksi durumda
başsavcı bypass geçilir ya da karar bir kılıfa uydurulur. Bu ve benzeri karar
alma mekanizmaları cemaatin etkin olduğu hemen tüm alanlarda mevcuttur.
Hayat aşamasının temellerini FG atmıştır ve otuz yıldır da
bu işi başarıyla sürdürmektedir. Bildiğim kadarıyla belli başlı hedefler
askeriye, polis, yargı, eğitim, sağlık, finans ve medyadır. İlki dışındakilerin
hepsi zaten insanların diline pelesenk olmuş durumda. İçeriği ve işleyiş biçimi
bilinmese de hemen herkes FEM dershanesinin, Asya Finans’ın, Zaman gazetesinin,
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın, Fatih Üniversitesi’nin FGC’ye ait olduğunu
bilir. Bunların dışında bir de kimsenin bilmediği kurumlar vardır. Örneğin
bilgisayarınızı aldığınız dükkân aynı zamanda cemaatin farklı kademelerinde tam
zamanlı çalışan şakirt abileri dükkânın sahipleri ya da yöneticileri gibi
gösteriyor olabilir. İşin aslında bu kişileri ne bilgisayarlarla ne de parayla
bir ilgileri vardır. Bu kişiler tam zamanlı olarak cemaatin işleriyle
ilgilenirler ama bir yandan da dükkânda çalışıyor görülürler, maaşları ve
sigortaları ödenir.
Yukarıda saydığım kurumlardan ilk üçü; yani askeriye, polis
ve yargı özellikle önemlidir. Askeriye önemlidir çünkü cumhuriyet tarihi
boyunca, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’ni korumakla kendisini muvazzaf
bilmiş bir emniyet sübabıdır ordu. Bu rolü ne kadar başarıyla yapmıştır ya da
son doksan yılda gerçekleşen darbelerle ne büyük acılara neden olmuştur; tüm
bunlar tartışılabilir. Yalnız, ordunun laikliği kollayan doğasını inkâr
edemeyiz. Bu yüzden de FGC için ordu, fethedilmesi elzem kurumların başında
gelir. Ortaokul öğrencilerini bin bir türlü tedbir ve teşvikle askeri okullara sokan abileri,
onları orada tutmak için amansız bir mücadele verirler. Otuz yıl önce askeri
liseye girmiş bir çocuk, eğer atılmamayı başarmışsa bugün üst rütbeli bir subay
olmuş demektir. Atatürk’e ve onun bıraktığı demokratik prensiplere değil de
dışarıdan kendisini idare eden abisine bağlıdır bu subay. Hayatı boyunca
gözleriyle, kaşlarıyla kıldığı namaz artık doğası olmuştur ve kantinde
televizyona bakarken bile ibadetini eda edebilir. Hiçbir somut kanıtım
olmamakla birlikte Ergenekon ve Balyoz davalarında, FGC’ye bağlı subayların
etkin rol aldıklarını düşünüyorum ben. Tepelerdeki elemanlar temizlenecek ki
kendi adamlarına yer açılsın, süreç hızlansın. Ayrıca ordunun laiklik muhafızı
imajı bir nebze kırılsın, ordu mensupları susturulsun.
Polisin ve yargının FGC için neden önemli olduğunu biliyoruz
az çok. Sahte kanıtlar üretmek, var olan kanıtları yok etmek, zamanı gelmedikçe
suçun üzerine gitmemek ya da cemaatin bir çıkarı söz konusuysa suçun üzerini
örtmek, kanıtları karartmak. Bu ve benzeri durumlara verilen örnekleri hem
Hanefi Avcı’nın hem de Ahmet Şık’ın kitaplarında bulmak mümkün. Sayfalarca belge
var bu işlerin nasıl yapıldığını, ne amaçlara hizmet ettiğini ve kimlerin
ekmeğine yağ sürdüğünü ayrıntılı bir şekilde anlatan. Bu yüzden bana hiç de
şaşırtıcı gelmemişti her iki araştırmacı yazarın da kitaplarının adlarının duyulmasından
hemen sonra yargılanmaları ve hapse yollanmaları. Şık’ın evinin önünde
kendisine destek vermek için biriken kalabalığa karşı haykırdığı “Dokunan
yanar, arkadaşlar” ifadesi, durumu özetleyen en güzel cümlelerden birisidir. O
zaman kitap yazanlar yanıyordu, şimdi devletin başındaki kodamanlar. Değişen
bir şey yok. Zaten suçun ne olduğunun da bir önemi yok böylesi bir durumda.
Medyaya lanse edilen kısmıyla, tabii ki suçları kitap yazmak değildi bu
insanların; tabi ki FGC’nin elinde her ikisini de suçlayabilecekleri,
arşivlenmiş ama asla unutulmamış yüzlerce belge vardı. Başka zamanlarda
“devletin gizli işleri bunlar” denilen küçük suçlar, gazetelerin manşetine
taşındılar. Hanefi Avcı’nın evlilik dışı ilişkisi sanki yasa dışı bir şeymiş
gibi televizyon programlarına konu oldu, evinde bulunan ve ruhsatsız olduğu
iddia edilen silahlar vatan hainliğiyle eş tutuldu.
Peki ya eğitim? Neden eğitim konusunda bu kadar ısrarcılar
cemaat mensupları? Daha önce yazdığım bir yazıda dershanelerin cemaate yeni eleman kazandırmakta ne kadar etkili olduklarını belirtmiştim. Şimdi de yurt dışındaki okulların asıl amacından bahsedeyim biraz.
Sanıldığı gibi Türk kültürünü yaymak, Türkçe dilini farklı milletlere öğretmek
gibi ulvi amaçları yoktur FGC’nin yurt dışında açtığı eğitim kurumlarının. Asıl
olan yurt içindeki nüfuzu artıracak kaynaklar üretmektir. Örneğin, Gana’da bir
okulu nasıl açarsın? Önce oraya Türkiye’de üniversite kazanamamış ya da
istediği bölümlere girememiş öğrencileri gönderirsin. Bu öğrenciler, Ganacayı
öğrenirler. Sadece konuşma değildir amaç, okuma ve yazma konusunda da
mükemmelleşirler. Bu öğrenciler üniversiteden mezun olunca, Türkiye’de
yetişmiş, İngilizce bilen birkaç öğretmen gönderirsin Gana’ya. Öğrencilerin
ülkede edindikleri çevrenin de yardımıyla bir okul açma fikri gelişir. Türkiye’den
gönderilen paralarla okul açılır, sistem yavaş yavaş düzene oturur, okul ve
öğretmenler civardaki yerli halkın beğenisini kazanır, öğrenci sayısı artar.
Bu sırada Türkiye’den gelen iş insanlarına rehberlik servisi
başlatırlar. Kim olursa olsun gelen kişileri gezdirirler, yerel iş insanlarıyla
tanıştırırlar, çevirmenlik yaparlar. Yavaş yavaş okulun etrafında bir ekonomik
destek oluşur. Birkaç yıl sonra bu ekonomik destek resmiyete bürünür ve
Türkiye-Gana İş Adamları Derneği gibi bir adla iş yapmaya başlar. Artık para
akışı sağlanmıştır. Gana’da kazanılan fazla para Türkiye’ye bu aracı firmalar
aracılığıyla aktarılır. Ya da Türkiye’den gönderilmesi gereken bir maddi destek
yine bu firmalar aracılığıyla, herhangi bir yasal soruna bulaşmadan gitmesi
gereken yere ulaştırılır.
Görüldüğü gibi okulun en temel amacı, yurt dışına Türk
kültürünü ve dilini götürmek falan değildir, finansal destek sağlayan üniteleri
Türkiye’ye bağlamak ve ekonomik anlamda güçlenmektir. Bu arada kültürel
faaliyetler yapılıyorsa da bunlar daha çok reklam ve boy gösterisi amaçlıdır. Türkiye’de
her yıl düzenlenen Türkçe Olimpiyatları bu tür propaganda faaliyetlerinin en
güzel örneğidir.
Bunun dışında bir de yurt dışındaki önemli isimlerle yakın
ilişkiler kurmak, onların sempatisini kazanmak ve yeri geldiğinde bu insanları
kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak vardır. Yani hem yurt içindeki hem de yurt dışındaki nüfuzun
artması yegâne hedeftir. Bu nüfuz sayesinde hem siyasi bir güç kazanılır, bu
nüfuz sayesinde eğitim alanında söz sahibi olunur, bu nüfuz sayesinde büyük
sanayi kuruluşları diz çöktürülür. Yurt dışındaki okullar tabii ki kendilerinin
fedakâr ve diğerkâm diye sıfatlandırdıkları öğretmenlerin ve öğrencilerin
sırtında yükselmektedirler. Yalnız, Türkiye gibi öğretmenlerin ekonomik anlamda
pek de rahat etmediği bir ülkede, yerel öğretmenlere çok daha yüksek maaş alan cemaat
öğretmenlerinin aslında hayatlarından gayet memnun olduklarını söylemeliyim. Bir kere iş garantisi vardır. Yani; atılma
korkuları yoktur, kimseyi memnun etmek zorunda değildirler, öğretmenlik
mesleğinde kendilerini geliştirmek zorunda değildirler, iş aramak gibi bir
dertleri yoktur, müdürleriyle ahbap çavuş gibidirler, etraflarında Türkçe
konuşabildikleri dostları vardır, maddi manevi destekleri vardır, asla yalnız
kalmazlar, canları sıkılmaz, başları derde girdiğinde birileri onlara sahip
çıkar, arkalarında dev gibi cemaat vardır. Sanıldığı gibi büyük sıkıntılar
yaşadıkları ve çok büyük fedakârlıklar yaptıkları doğru değildir. Türkiye’de
öğretmenlik yapanların sefaleti ortadayken, yurt dışında hem ülke ortalamasına
kıyasla iyi bir maaşla çalışmak, hem de farklı bir kültürü tanıma zevkine
erişmek büyük bir fedakârlık olarak adlandırılmamalıdır.
Cemaat bu rahatlığın içerisinde yurt dışında yurt içinde
olduğundan çok daha hızlı büyüyebilir. Bir kere karşısında laik demokratik
Türkiye Cumhuriyeti yoktur. Gittiği ülkeye göre eğitim prensiplerini
değiştirirler. Tayland’da kralcı olurlar, Vietnam’da Leninist. Yeter ki pastadan
istedikleri kadar payı kendi taraflarına düşürebilsinler. Türkiye’de alıştıkları
omurgasızlığın aynısını yurt dışında da gösterirler. Asla asıl amaçlarını belli
etmezler. Örneğin, okullarda yerel öğretmenlerin de katıldığı toplantılar
yapılır ama asıl kararlar cuma ya da cumartesi akşamları öğretmen arkadaşların
birisinin evinde yapılacak olan istişarede alınmıştır. Yerel öğretmenler ve
yöneticiler kimi zaman bunu sezerler ama işlerini kaybetmek istemedikleri için
seslerini çıkaramazlar. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi yurt dışındaki okullarda
da bir paralel sınıf vardır işleri kapalı kapılar arkasında idare eden.
Şeffaflık yoktur, tam tersine cemaatin iç prensiplerince tecviz edilmiş bir
adam kayırma vardır. Bu yüzden, örneğin ABD’deki okullarda bu aralar sorun
yaşamaktadırlar. Yerel Amerikalı öğretmenler, kendilerinden çok daha az
deneyime ve bilgiye sahip öğretmenlerin Türkiye’den gelip onların derslerini
ellerinden almalarına kızmış ve bazı okulları mahkemeye vermişlerdir. İnternette
“Gulen Charter Schools” diye arama yapılırsa bu konuda pek çok şikâyetin
olduğunu görülebilir.
Gelelim bu yazıyı yazmaya beni mecbur bırakan mevcut krize. Bana
göre anlaşmazlığın kaynağı FGC’nin Türkiye pastasından daha fazla pay alma
arzusu vardır krizin arkasında. AKP on bir yıldır ülkeyi idare ediyor ve bu on
bir yılda FGC tarafından arşivlenmiş ama asla gün yüzüne çıkarılmamış yüzlerce
yolsuzluğun altında imzaları var. Zannediyorlardı ki FGC ile kurulmuş olan
ittifak onları ilelebet koruyacak. Bu rahatlık doğal olarak AKP’lilerin pek çok
ihmaline neden oldu. İhalelere fesat karıştırırken, rüşvet alırken, aile
üyelerine devletin mallarını peşkeş çekerken dikkatsizce davrandılar. Onlar
dikkatsiz davrandıkça FGC’nin işi büyüdü, daha çok karanlık belge gizlemek
zorunda kaldı. Bu da nihayetinde “Bak ben seni bu derece koruyup kolluyorum.
Hadi şimdi sen de benim istediklerimi yap.” noktasına getirdi cemaati.
Özellikle cumhurbaşkanı seçimlerinde Erdoğan’ı desteklemeyen FG, kendisini
dinlemeyip bir de dershaneler konusunda ısrarcı davranan başbakanı
cezalandırmak, ona gerçek güçlüyü göstermek için düğmeye bastı. Cemaat için
kirli çamaşırları ortaya saçmak büyük bir sorun değil. Zaten ellerinde
başbakanın kendisi de olmak üzere tüm AKP’yi bitirecek kadar belge vardır.
Bundan adım gibi eminim. Yalnız AKP’nin bitmesi cemaatin de işine gelmiyor
çünkü on bir yıllık ittifak boyunca cemaat şimdiye kadarki birlikteliklerin en
verimlisini yaşadı. Bundan vazgeçmek ve görünüşte daha solda yer alan CHP ile
yapılacak, geleceği muallak bir güç birliğine yanaşmak istemiyor. Ayrıca CHP’nin
seçimlerde ciddi bir varlık gösteremeyeceği aşikâr. Son günlerde Gülerce’nin
yarı tehdit içeren uzlaşma çağrıları bunun en güzel kanıtı.
Bazıları yolsuzlukların ortaya çıkarılmasında cemaatin
payının olmadığını söylese de bunun inandırıcı hiçbir tarafı yok. Bir kere
şimdiye kadar AKP’nin tüm icraatlarını şakşaklarla destekleyen cemaat basını,
yolsuzluk olaylarında neden bu derece vahşileşip hırçınlaştı? Birilerinin bunu
açıklaması gerekiyor. Gezi olayları sırasında belgesel üzerine belgesel
yayınlayan, hükümetin baskıcı politikalarını suskunluğu ile destekleyen Zaman
gazetesi, yolsuzluk olayları ortaya çıktığında adeta canlı yayın yaptı bakanların
oğullarının evlerinden. İsteselerdi onlar da Sabah gibi AKP’yi desteklemeye,
tüm bunların dış mihrakların birer kumpası olduğunu iddia etmeye çalışırlardı. Gülerce
istediği kadar reddetsin, yolsuzluk soruşturmasının “başlat” tuşuna cemaat
basmıştır. Amaç AKP’ye unutamayacağı bir ders vermektir, hükümetin kurmaylarına
kimin patron olduğunu göstermektir. Ayrıca FG’nin günlük olarak yayınladığı
videolar, görevden alınan yüzlerce polisin (özellikle emniyet müdürleri ve
istihbarat daire başkanları) yasını tutması, kendince masum olan bu polislere
suç atanlara beddualar okuması; yine cemaatin bu operasyonda birinci derecede
etkili olduğunu göstermektedir.
Peki, tüm bu iddialara AKP’nin yanıtı ne olmuştur? Şimdiye kadar tek bir AKP’li çıkıp da yolsuzlukları inkar etmemiştir. Yani “Biz çalmadık.” diyebilen bir kişi bile çıkmamıştır. Bunun yerine başbakan gittiği yerlerde komplo teorileri üretmiş, bir yandan da “paralel devlet” adını verdiği cemaate bindirmeye başlamıştır. Başbakana göre bakanların oğulları masumdurlar ama devlet içine sızmış olan bu paralel yapı, hükümeti çökertmek için gizli bir savaş başlatmıştır. Daha önceki Ergenekon ve Balyoz davalarında kendisine her türlü lojistik desteği sağlayan bu paralel devlet, bir anda oklar kendisine yönelince terörist damgasını yemiştir. Oysa düne kadar ne güzel anlaşıyorlardı. FGC; devletin, askeriyenin, yargının ve polisin içine sızdırdığı sayısız elemanla AKP’ye destek veriyor, AKP de FGC’nin sağda solda rahat bir şekilde cirit atmasına, istedikleri şeyleri istedikleri zaman elde etmelerine yardımcı oluyordu.
Erdoğan’ın tehlikenin farkına varması aslında MİT’deki Hakan
Fidan kriziyle başlamıştı. O zaman gördü ki, FGC, kendisini bile alaşağı
edebilecek kadar güçlü bir örgüt. O gün bugündür FGC’nin etkisini azaltmak için
planlar yapmakta, yeri gelince de bu planları uygulamaya koymaktaydı. Büyük bir
olasılıkla cemaatin saldıracağının farkındaydı ama saldırının nereden
geleceğini kestiremiyordu. FGC doğrudan başbakanı hedef almayarak aslında
ittifakı bozmak istemediği mesajını gönderdi. İstese başbakanı rezil edecek
belgeleri ortaya koyar, birkaç gün içinde Erdoğan’ı istifaya zorlardı.
Dolayısıyla şimdiye kadar her şey FGC’nin istediği gibi gerçekleşti.
Erdoğan’ın, ölümcül bir hastalığa yakalanan hastanın banyoya
gidip kendisini yıkamasına benzetilecek olan son çırpınışları FGC’ye büyük bir hasar
vermeyecektir. Mikrop görünmeyen kısımdadır. Poliste, yargıda ve maliyede
yapacağı tasfiyelerle sadece buzdağının görünen kısmını tıraş edebilecektir
Erdoğan. Oysa kılcal damarlara kadar sızmış olan, her yerde gözü kulağı olan
FGC’nin gücü asıl görünmeyen kısımdadır. Orduda on yıllardır tedbir yaparak
yüksek noktalara gelmiş subayları asla tespit edemeyecektir. Ne yargının ne de
ordunun imamından haberdar olabilecektir. İstediği kadar paralel devlet
açıklamasıyla kendisini aka çıkarmaya çalışsın. Halk onun bu sözlerindeki
ikiyüzlülüğü ve aymazlığı görmektedir.
FGC gelmiş geçmiş en Makyevalist oluşumlardan birisidir.
Hedefe götürecek her türlü aracı, meşruluğuna takmaksızın, kullanmayı mubah
gören bir yönetici kadrosu vardır. Bu yüzden FGC ile mücadele etmek sadece ve
sadece köklerini kurutmakla mümkündür. Yani, devlete yeni sızmaları
engelleyerek, askeri okullara ve polis okullarına alınacak öğrencileri dikkatli
seçerek… Nasıl ki bir virüs insan vücuduna girdiğinde asla ölmez, sadece
etkinliğini yitirir; FGC ile mücadele de bir virüse karşı verilen savaş gibi
olmalıdır. Var olanları yok edemezsin ama içeridekileri pasifleştirip, dışarıdan
yeni gelenleri durdurabilirsen, uzun erimde temizlenebilirsin.
Sormanın zamanı geldi. Fe eyne tezhebun! Nereye gidiyoruz?
Çözüm var mı? Çözüm tabii ki demokratik yöntemlerle, bağımsız yargıyla,
cumhuriyeti var eden temel insan hak ve özgürlükleriyle mümkündür. Bunları
ihlal eden tüm çözüm önerileri bir süre sonra halkı karşısına alan
despotluklara dönüşecektir. Benim tek umudum sol cenahta bir kıpırdanmaya yol
açan yeni oluşumlardır. Maalesef, Gezi parkı eylemleri ciddi ilkeleri olan,
derli toplu bir siyasi partiye evrilemedi henüz. Bu durumda geriye bir tek HDP
kalıyor. Ne yapıp ne etmeli, HDP kendisini Türk halkına kabul ettirmenin
yollarını aramalıdır. Bir etnik grubun partisi olmadığını, Türkiye’deki tüm
ezilenlerin –Görünen o ki AKP rejimi altında ezilen, parası çalınan,
düşünceleri hiçe sayılan tek halk Kürtler değildir.- partisi olarak kendisini
lanse etmeli ve bu şekilde propaganda faaliyetlerini yürütmelidir. Aksi
takdirde CHP’den yenilecek bir cacık olmayacağı aşikârdır. Ona alternatif
olabilecek, halkı kucaklayabilecek ve demokratik çözümlerle Türkiye Cumhuriyeti
halklarına hizmet edebilecek, geçmişinde faşist lekeler olmayan tek parti HDP’dir.
Eğer HDP ülkeyi kucaklama imajını
yayabilirse, Gezi Parkı eylemleri güruhunun oylarını da yanına çeker. Yerel
seçimlerde olmasa bile, bir sonraki genel seçimlerde kayda değer bir zafer
kazanabilir.
Evet, bugünün Türkiye’si paralel yolsuzlukların kesiştiği
bir noktadadır. Paralel doğrular kesişmez demeyin. Öncelikle bahsi geçen
tarafların ikisi de “doğru” değildir. Ayrıca onlar doğru olsa bile üzerinde
ilerledikleri kapitalist sistem bir Öklid uzayı değildir. Mekânın bükümlü
olduğu Riemann uzayında, eğik olan yüzey alanına göre şekillenmiş iki eğridir
AKP ve FGC. Ara sıra kavga etmeleri içinde hareket ettikleri uzayın sonsuz bir
kesişmezliğe izin vermemesinden kaynaklanmaktadır. Buradaki tek sorun üzerinde
tepindikleri mülkün halka ait olmasıdır. Onlar tepindikçe tek suçu düşünmek ve
yazmak olan gazeteciler hapse girer, onlar birbirine ok attıkça toplumun en
altında yer alan yoksulların ceplerindeki son kuruşlar havaya karışır, onlar
birbirine komplolar kurdukça toplumun el üstünde tuttuğu en değerli organlar
kirlenir, kokuşmaya başlar. Kokuşmanın bir an önce bitip, halkların kardeşliğinin
ve nihayetinde demokratik vesayetin üstün geleceği günleri görebilmek umuduyla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder