Dong Muan havaalanının bende özel bir hatırası vardır. İlk
defa yurt dışına çıktığımda bu havaalanına inmiştim. Yani Yeşilköy’den sonra
gördüğüm ilk havaalanıydı Dong Muan. Mart ayının ortasıydı. Uçaktan iner inmez şiddetli
bir sıcak dalgası çarpmıştı yüzüme. Uzun süre eroin almış bağımlılar gibi
gezmiştim mart ayının sıcağından dolayı. Sonra sıcağa alışmıştım, bu sefer
soğuk ağır gelmeye başlamıştı. Hiçbir şeyi beğenmeyen insan!
Havaalanına girince hemen para bozdurmak istiyorum. Üzerimde
bir tek Tayland Bahtı bile yok. Yalnız oran çok düşük geliyor. 1 RMBye 4.97
Baht veriyor para değiştirme kulübeleri. Ben de acil ihtiyaçlarımı karşılayabilecek
kadar bozduruyorum. (İki gün sonra bizim köyün olduğu ilçede 1 RMByi 5.13 Bahta
bozduracağım.) Elime geçen bozuk paralarla telefon kulübesine gidip J’ye
vardığımı söylüyorum. Akşam 7:30 gibi beni Khon Kaen havaalanından alacaklar.
Dong Muang havaalanı sandığımdan pahalı. En ucuz yemek 200
Baht civarında. Suvarnaphum havaalanında her zaman gittiğim yemek salonunun
aynısından burada da var mı diye bakıyorum ama bulamıyorum. Olsaydı 50 Bahta
karnımı doyururdum. Sorun aslında para harcamak değil, sorun kendimin aptal
yerine konmuş olduğunu hissetmek. Dışarıda taş çatlasa 40 Bahta yiyeceğim
kamongay ya da pattay gun soğt için burada 200 Baht vermek rahatsız ediyor
beni. Bir ara gözüme Çangmay’da geçirdiğim bir yılda severek yediğim Kao soy
çarpıyor ama fiyatı görünce vaz geçiyorum. OTOP ürünlerinin satıldığı bir dükkâna
girip çerez ve buzlu çay alıyorum. KK uçağı kalkana kadar midemi avutuyorum.
Akşam KK’e varınca J, kayınvalide ve kayınpeder
karşılıyorlar beni. Doğruca yemek yemeye gidiyoruz. Ufak bir göletin etrafına
konuşlanmış hasır evcikler. Saman çatıların altında sehpa yüksekliğinde
masalar, yerlerde minderler. Oturduğumuz yerin tam karşısında bir kürsü var.
Bir adam ve bir kadın gitar çalıyorlar. Biz içeri girdiğimizde Joan Baez’in “Dona
Dona Dona”sını söylüyordu kız. Bir anda afallıyorum ben tabii. Nereye geldim
ben diye? Bir sonraki parçanın “How many years must a man walk down before you call him a man…” olmasını
diliyorum ama dileğim gerçekleşmiyor. Pop şarkılar söylüyorlar. Bu arada yemekler
geliyor. Özlediğim Tay yemekleri birer birer diziliyor masaya: yam bıla mığk
(kalamar salatası), dom yam bıla (balıklı dom yam çorbası) , pat pak nığa (etli
sebze kızartması), lap bıla (balıklı-soğanlı-naneli bir salata)… Bir de Leo
alıyoruz. Gelmeyin keyfime. Artık resmen Tayland’dayım. Ağzımızın içinde
alevlenen yangına rağmen yiyoruz. Kayınpeder bile şikayet ediyor yemeklerin çok
acı olmasından. Ehh, o şikâyet ediyorsa varın siz beni düşünün. Neyse ki
sofrada soğuk salatalık ve beyaz lahana var. Dilimizdeki ateşi bir nebze
dindiriyor bu soğuk sebzeler.
Yemekten sonra eve değil de otele gidiyoruz. Ben KK
maratonuna katılacağım diye hem maratona kaydolmuş hem de yarışın başlayacağı
noktaya yakın bir yerde otel ayarlamıştım. Geçen ay baş gösteren bel ağrım
dolayısıyla koşmaktan vaz geçtim. Bu halde koşarsam belim daha kötü olur diye
korktum açıkçası. 2012’de de İstanbul koşusundan sonra baş göstermişti belimin
ağrısı. Demek ki birbirine yakın iki maraton koşamıyorum ben. En az üç-dört ay
ara vermem gerekiyor.
Maratona katılmayacağım ama otelleri iptal ettiremedim.
Madem parayı verdik, en azından sabah erkenden kalkar, bitiş çizgisine doğru
azimle koşan yarışmacıları alkışlarız dedim. He sabahleyin bir de KK
Üniversitesi’ndeki tarım fuarını gezeceğiz. Çiçek ve sebze tohumu alçağız bahçe
için.
Tayland’da hava temiz. Derin derin çekiyorum havayı içime.
Deliksiz uyuyorum. Sabah olunca fark ediyorum gökyüzünün mavisini. Ne kadar da
parlak, ne kadar da canlı. Sanki elimi uzatsam beni de maviye bulayacak, içine
alacak ve bir daha beni onsuz bırakmayacak. İnsanın içi bir anda yaşama
sevinciyle doluyor aylar sonra böyle pak bir maviyi görünce. Bir de nefret
oluşuyor tabii derinlerde bir yerlerde. Yaşadığı toprakların mavisini bu derece
kirletip, insanları boz bir gökyüzsüzlüğüne mahkum eden “gelişme” ve “büyüme”
masallarına.
Sabah kahvaltısından sonra yarış bitiş noktasına gidiyoruz. Kıskanarak
alkışlıyorum koşucuları. Belim bu derece ağrımasaydı ben de şimdi
alkışlananlardan birisi olacaktım. Hoş, bel ağrımın en büyük sorumlusu yazma
alışkanlığım. Türkiye’deki doktor bilgisayar başında vakit harcama demişti. Ben
de “he, olur” demiştim böyle bir şeyin imkânsız olduğunu kendime tekrarlayarak.
Yazmak bu; sigara gibi alkol gibi bir şey; belki daha tehlikeli, daha ölümcül. Bir
kere girdi mi kanına bir daha çıkmıyor ömür boyu. Ne zaman bir öykü kokusu alsam
bir damar seyirtir alnımın kenarından beynimin dehlizlerine doğru. O damar ki
şah damarı gibi kritik, o damar ki tutup sıksam nefesimi keser, göğsümde bir
çarpıntı olur. Kolay mı öyle bırakmak bırak deyince? Şimdi bile bu satırları
yazıyorken belimin sağ tarafında şiddetli bir ağrı var. “Acı çekmek ruhun
fiyakasıdır.” deyip, devam ediyorum yazmaya. Yoksa öyle her fiskeden sonra
oturup ağlarsak, hiçbir iş beceremeyiz biz. Hiçbir yol kat edemez, hiçbir yeni
yer keşfedemeyiz.
Tarım fuarında bir iki saat gezindikten sonra köye doğru
yola çıkıyoruz. Öğlen olmadan eve varıyoruz. Tokcay hasta olduğu için her
zamanki heyecanlı karşılama törenini gerçekleştiremiyor beni görünce. Öyle
mahzunca bakıyor bana, kuyruğunu hafifçe sallıyor, kafasını uzatıyor okşayayım
diye. Ah benim pasaklı Tokcay’ım, ay benim bit torbam, ah benim kör topal
yoldaşım…
Ben yola çıkmadan bir gün önce ameliyat oldu Tokcay.
Taşaklarından birisi balon gibi şişmiş, tenis topu kadar olmuş. Veterinere
danışmış J. Veteriner de kesilmesi gerekiyor demiş. Yoksa enfeksiyon tüm bedene
yayılır, Tokcay ölürmüş. İyi dedik, ölmesin Tokcay. İyi kötü 12 yıllık köpeğimiz.
Veteriner ertesi gün gelmiş, önce yemeğine uyku hapı koymuşlar. Yoksa
yaklaştırmaz elinde iğneyle doktoru kendine. Sonra da genel anestezi yapmışlar.
Almışlar Tokcay’ın iltihap kapmış taşağını.
Ben bahçe kapısından içeri girince uyukluyordu evin
arkasında kendisi için hazırlanmış bezden kulübecikte. Kayınpeder “mao ya” (ilaç
sarhoşu) diyor. Üşümesin diye üzerine eski giysilerden
atmışlar. Geceler soğuk oluyor bu aralar. Yanına gittim, “Tokcay ben geldim.” dedim.
Kafasını kaldırdı ama tanıyamamış gibi yapıp kafasını geriye düşürdü. Halsizdi.
Ben ısrar edince yerinden kalktı, yanpir yanpir yürüyerek yanıma geldi. Her
zaman arabaların cam silecekleri gibi şiddetle ve katı bir disiplinle salladığı
kuyruğu şimdi pili bitmiş bir oyuncak gibi salınıyor, yer yer yenik düşüyor yer
çekimine. Kafasını okşuyorum, biraz kendine geliyor. Elimle gözlerindeki
çapakları temizliyorum. İyice sevindirik oluyor. Kokumu almış olmalı. Elimi
yalamaya başlıyor. Beni gördüğüne sevinmiş olmasına seviniyorum. Bu sevincime
şaşırmıyorum çünkü geçen bir öğrencime yazdığım mektupta da bahsetmiştim. Sevgi
emektir. Emek verdiğin şeyi seversin ve o şey/kişi tarafından sevilirsin.
Tokcay on iki yıldır beni bilir. Eskiden daha sık gelirdim köye, her geldiğimde
beni kapıda karşılar, etrafımda deli dana gibi koşardı. Sonra birlikte
koşardık, patilerini dizlerime koyardı. Bacaklarını avucumun içine alınca
rahatlardı. Bu hoş geldin merasimi neredeyse bir gün sürerdi. İkinci gün ve sonraki günlerde benim sabah
uyanıp bahçeye çıkmamı beklerdi. Ben çıkınca da bir gün önceki merasimin yüzde
onluk kısmını tekrar ederdi.
Geçenlerde internette resimlerini görmüştüm, İran’a bir adam
elli yıldır hiç yıkanmamış. Bizim Tokcay da o adamın köpek versiyonu. On iki
yıldır bir kere bile suya girmedi. Azıcık su sıçratsak bile hemen hırlamaya
başlar, rahatsızlık duyduğunu belli eder. Bu kadar kirli olduğu için zaten sağı
solu mikrop kapıyor. Bir de kendinden büyük köpeklere dalaştığı için. Daha
yavru bir köpekken kendisinin beş katı bir köpeğe kafa tutmuştu bizim saf. Bu
iri köpek Tokcay’ın kafasını dişlemişti. Kafası iltihap kapacak diye veterinere
götürmüş, dikiş attırmıştık. Yaramazdı, durmazdı yerinde. Bir keresinde benim
acılı mama domyamımı yemeye kalkmıştı. Ağzı yandığı için saatlerce bahçedeki
otlara sürtmüştü dilini. Kayınvalideyle her gün okula gider, okuldaki
çocuklarla birlikte derse girerdi. Öğretmenler onun için mezuniyet töreni
yapalım diyorlardı bir ara. Kayınvalide emekli olunca o da okulu bıraktı. Artık
sadece sabahları bahçe kapısının önünde bekleyip, bisikletle okula giden köy
çocuklarına bakıyor, iç geçiriyor. Belki de kendi kendine söyleniyor “Ben de
sizin gibiydim. Her gün okula gider, yeni şeyler öğrenirdim. Ama şimdi mezun
oldum, artık beni almıyorlar okula.”
Öğlen yemeğinden arta kalanları pirinçle karıştırıp Tokcay’ın
yemek tabağına koyuyoruz ama kimseye yanaşmıyor. Ameliyattan sonra güvenini
yitirmiş. Herkese kuşkuyla yanaşıyor. Bir tek ben varım güvendiği. Ben yemek
verince yiyor, yanına yanaşmama izin veriyor. Kayınvalideyle kayınpedere ve
hatta J’ye bile kızgın. Eee, zavallının taşağını kestiniz, kızmasın mı? Ağzı
var dili yok hayvanın! Küfretse küfredemez! Bağırsa kimse anlamaz! Ameliyat sırasında ben burada değildim, dolayısıyla
ben tek güvenebileceği kişiyim. Bazı yemek parçalarını elimle ağzına koyuyorum.
İştahla indiriyor her şeyi mideye.
Yemekten sonra güneşlik bir yer bulup uykuya dalıyor. Ben de
sandalyemi çekip, yanı başında kitap okuyorum. Eski atikliğinden, çevikliğinden
eser yok. Yaşlılık bir yandan, hastalık bir yandan… Bir de bunun üzerine testosteron
salgılayan bezlerini almışlar. İyice enerji kaybı var demektir bedeninde. Öyle
değil mi? Bir canlının hayata tutunmasını sağlayan en önemli şey üreyebilme
potansiyelidir. Yıllar önce Din Psikolojisi dersine girdiğim Hindistanlı bir
profesör şöyle demişti: “İnsanın dikliği (dik durması) ile bedenin salgıladığı
testosteron arasında güçlü bir pozitif korelasyon vardır. Sertleşmiş erkeklik
organının pek çok kültürde (Antik Yunan, Orta Amerika, Güneydoğu Asya) ve dinde
(Hinduizm) bereketin ve hayatın simgesi olması boşuna değildir. Diklik;
canlılığın, hayatın, yaşama sevincinin göstergesidir. Yaşlandıkça bükülen bel
aynı zamanda üreme potansiyelinin azalmasına bağlıdır. Bu yüzden insan da ağaç
da gençken diktir. Yaşlandıkça eğilir, yer çekimine meydan okumayı bırakır.
Çünkü hayat bir isyandır, bir meydan okumadır. Diyalektik bir mücadelenin
sonucudur. Bu mücadele olmayınca hayat da olmaz.”
İnsanda bu potansiyel sanatla, edebiyatla, bilimle farklı
pencerelere açılabilir, çeşitli organik olmayan yollara sevk edilebilir. Bilinci
kendiliğini kavrayamamış bir hayvan için böylesi bir seçenek yoktur. Hayatın
tek amacı üremektir. O da elden gidince geriye bir şey kalmaz. Tokcay’ın durumu
da biraz böyle sanırım. Sessiz sakin uyuyor bahçe kapısının az berisinde.
Eskiden kapıyı açık gördüğü anda dışrı fırlar, kolay kolay gelmezdi. Şimdi kapı
açık olduğu halde ya hiç çıkmıyor dışarıya ya da kısa süreliğine çıkıp, etrafı
kolaçan ediyor ve geri dönüyor. Kapının önünden geçen dişi köpeklere tepki bile
vermiyor. Eski Tokcay olsaydı, önce yeri göğü inletir, ardından da bahçe
duvarının üzerinden atlayıp o dişi köpeğe yanaşırdı.
Ben sessizce kitabımı okuyorum, uyukluyorum, uyanıp
bilgisayara bir şeyler yazıyorum. Böylece akşamı ediyorum. Tayland’daki ilk
günümde, gerçek bir tatilciye yaraşır bir şekilde kayda değer hiçbir şey
yapmıyorum.
Resimleri aşağıya ekliyorum:
|
Evin önünden geçen yol. İki yanında evler ve tarlalar var. Bu aralar şeker kamışı, mısır ve dragonfruit revaçta. |
|
Evin yakınlarında bir bakkal. Ana cadde üzerinde. |
|
Köydeki kitaplarım |
|
Kao niyo (yapışkan pilav) yapmak için kullanılan sepet. Pirinç buharda pişiyor. |
|
Kayınvalidenin modern mutfağı. |
|
Bahçedeki papayalar |
|
Olgunlaşmışlar ama henüz yenmeye hazır değiller. |
|
Jackfruits. Biz yemezsek kuşlar ve sincaplar yiyor. |
|
Mango ağaçları. Mangolar henüz ufacıklar. |
|
Tokcay. Mahzun mahzun bakıyor. |
|
Kayınvalide mutfakta. |
|
Bahçe kapısından evin görünüşü. |
|
Kahvaltı |
|
Arka avlu. Mutfağın yanı. Yemekler burada yeniyor. |
|
Mutfak ve Arka avlu |
|
Kayınvalide bulaşıkları akıtıyor. |
|
Bu meyvelerin hepsi bizim bahçeden. Mango da vardı ama resme giremedi. |
|
Dragonfruit ağacı. Meyvesi yok henüz. |
|
Bahçede açan bir çiçek. |
Cok merak ettim bu koyu.. Bizim koylere benziyor mu ordaki koyler de?
YanıtlaSilDevamını yazacağım vakit bulunca. Seyahat halindeyiz, yoğunlaşamıyorum yazıya.
YanıtlaSil